Kıbrıs ve reel politik…

Önce, kavram şeysi üzerine, bir iki kelam edilebilir.

Bu, Almanca, “real” politikadan uyarlanmış bir sözcük. Biz Türkçede, “reel politik” diye seslendiriyoruz.

Bir zamanların şöhretli ABD Dışişleri Bakanlarından Henry Kissinger, ”Diplomasi” diye bir kitap yazmıştı. Orada reel politiği, “güç hesapları ve ulusal çıkarlar üzerine kurulu dış politika'' olarak tanımlıyordu. ABD, halen bunun en iyi uygulayıcısıdır. Genellikle de bu anlamda, uluslararası ilişkiler bağlamında ve siyaset biliminin kavramlarından birisi diye kabul edilir.

Ortaya çıkışına bakılırsa, diğer siyasi ve felsefi akımlar gibi tarihsel bir gelişim çizgisi izlemiştir. Herhangi bir ideale, ahlak değerine veya kurama bağlanmadan, tamamıyla var olan verili durum ve zamanda, mevcut gerçeklere uyum sağlayarak, amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmak anlamında kullanılan ve büyük ölçüde de hegemonik olan bir kavramdır.

Reel politiğin, hem sağ, hem de soldan okunan sayfaları vardır.

Sağdan reel politik, tam da Kissinger’ın güç vurgusuna ve tanımına uyum gösterirken, soldan reel politiğin bir freni olduğunu söylemek, yani emekten, eşitlikten veya barıştan yana olmak gibi “ilkesel kabullerle” beraber, bir politika anlayışa sahip olduğunu belirlemek, yanlış olmayacaktır.

Hemen bir dipnot olarak hatırlatma olsun; meraklısı buralarda, Metin Çulhaoğlu’nun daha önce yazdığı bir makaleyi okuyabilir. (*)  

Dönelim Kıbrıs hikâyemize…

18 Ekim Pazar günü, KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turu için ahali sandık başına gitti. Geriye kalan iki aday vardı. Seçime bağımsız giren son Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ve UBP’nin adayı Başbakan Ersin Tatar.

İlk tur YSK (Yüksek Seçim Kurulu) sonuçlarına göre, tahmin edilenlere yakın şekilde sonuçlandı. UBP adayı Ersin Tatar %32,34, bağımsız aday Mustafa Akıncı %29,84, CTP adayı Tufan Erhürman %21,67, bağımsız aday Kudret Özersay %5,74, YDP adayı Erhan Arıklı %5,36 ve bağımsız aday Serdar Denktaş %4,20 oy aldı. Kalan yüzde 0,85 oy oranı ise, diğer beş aday arasında paylaşıldı.

Tatar ve Akıncı, ikinci tura kaldıklarında, adaylıkları düşen diğer taraflar da bir bir, bu ikiliden hangi çatı adayını desteklediklerini açıkladılar. Buna göre Tatar’ın yanında YDP ve Serdar Denktaş’ın DP oyları görünüyordu. Yani toplamda 9,56 oy yönlendirilmesiyle Tatar’ın hanesinde %41,9 görünüyordu. Akıncı ise, CTP desteğiyle toplamda %51,51'i cebine koymuş ve Ceteris paribus (diğer tüm değişkenler sabitken) ikinci kez başkanlık koltuğuna koşuyordu. Özersay’ın partisi HP ise, seçmenlerini serbest bırakmıştı. HP’nin oylarının tamamının Tatar’a gideceği düşünülse dahi Tatar ancak %47,64'e ulaşabiliyor ve seçimi yine kazanamıyordu…

Bir de seçim öncesi, RTE ve Tatar’ın Maraş açılım merasimi ve patlak olan su boru hatlarının tamiri sonrası KKTC’ye yeniden su sevkiyatının başlaması, adada, sol eğilimliler arasında, seçimlere müdahale olarak hayli tepki doğurmuş vaziyetteydi.

Nitekim bu tepkinin bir tezahürü, Yüksek Mahkeme üyeliklerinin artırılması için yapılan Anayasa değişikliği referandumunun sadece 283 oy farkı ile % 49,87’si (53 bin 711) “evet”, yüzde 50,13’ü (53 bin 994) “hayır” oyu ile reddedilmiş olmasında görüldü.

Dış politika değilse de iç politika anlamında “reel politik” manzara tam da böyleydi…

Seçime katılım oranı da bu ilk turda, toplam seçmenin sadece %58,29’u oldu…

İkinci tur…

İlkinin sonuçlarından bakıldığında, Akıncı lehine bitmiş gibi görünen seçim, başka bir tecelliyle kapandı. Sağın ve solun çatı adayları için yapılan seçimde, bu sefer katılım %67’ye tırmandı ve Tatar'ın oy oranı yüzde %51,74, Akıncı'nın oy oranı ise yüzde 48,26 oldu.

Böylece, Akıncı yaptığı veda konuşmasıyla, kendi siyasi hayatının da sonlandığını açıkladı…

Reel politik bakımından seçim ne söylüyor…

KKTC seçimi, sadece KKTC’nin kendine içkin bir seçimi değildi.

Türkiye açısından önemi bir tarafa, dünyada da ilgiyle izlendi. Seçim döneminde Güney Kıbrıs tarafında bulunan ülke elçiliklerinden 67'sinin, elçiden, çeşitli derecede temsilci veya görevliye kadar, Kuzeye geçerek, KKTC içinden nabız tutmaya çalışmaları, ilginin bir göstergesi sayılabilir. Bunlara dünya basınından gazeteciler dâhil değil…

Kıbrıs seçimi, kuşkusuz iki ana kavramın karşı karşıya geldiği bir sürecin sonucunu yansıtmıştır.

Adanın kuzeyinde oydaşma olmayan temel mesele, seçim sonrası yürütülecek müzakerelerde takınılacak tutumla ilgiliydi. O da, Birleşik bir Kıbrıs Federal devleti mi, yoksa iki devletli bir konfederasyon görüşmeleri mi?

KKTC Anayasası'na göre, bu tip müzakerelerde Cumhurbaşkanı asıl temsilci. Yani siyaset kurgulanmasında, kişisel ve makamsal tutumu, işin renginin de belirleyici ve ağırlıklı bir unsuru. Bu bakımdan, seçilen Cumhurbaşkanının, Türkiye ile nasıl ilişkiler kuracağı, Türkiye’ye rağmen bağımsız veya Türkiye ile beraber bir politika kurgulayıp kurgulamayacağı, merakla izlenen bir durum özelliği gösteriyordu.

Tatar konfederasyonu, Akıncı ise federasyonu savunan kimliklerle seçime girdi.

Buralarda defalarca yazdım. Federal devlet ile konfederal devlet, siyasal statü olarak farklıdır.

Federal devlet, anayasal bir temelde kurulur ve merkezi otorite, iç-dış siyasetten, güvenlik ve askeriye yapılanmasına, cemaatlerin toprak sınırlarının belirlenmesinden, maliyesine ve devlet makamlarında temsiliyet ağırlığına ve sürecine kadar, her hususu bağlayıcı bir biçimde belirler. Birleşme oydaşması olduğunda da bu hükümler çerçevesinde yazılan yeni Anayasa ışığında, yeni bayrağı dâhil “federal devlet” yürürlüğe girer.

Konfederal devlet, anayasal düzeyde bağıtlanmaz. İki ayrı ve bağımsız devletin iş birliği yapmayı arzu ettikleri konularda, sağlanan ortak anlaşmalarla iş gerçekleştirilir. Dolayısıyla esnektir. Konfederasyonda olan devletler iç ve dış işlerinde bağımsızdır. Ordusundan, bayrağına, kendi içine dönük idari yapılanmalarından, toprak sınırına ve maliyesine kadar bağımsız statülerini korurlar. İş birliği yaptıkları konularda ise, istedikleri, arzu ettikleri sürece beraber hareket ederler.

KKTC seçimlerinin hem içte ve hem de dışta ilk “reel politiği”, bu konumu nasıl alacağı ya da aşacağıyla ilgiliydi.

“Tarihten bir yaprak: Anlatan Feridun Fazıl Tülbentçi”…

Bu başlık da ne diyenlere, benim neslimin bildiği ve dinlediği bir radyo programı diyeyim…

Tarihsel müzakere süreçlerine bakarsanız, ilki üzerinde, yani federal devlet olarak birleşmenin köşesinden dönülen birinci tur, 2005 referandumu ile olmuştur. Yürütülen müzakerelerle ve o zamanlardaki BM Genel Sekreterinin adıyla anılan, “Annan planı” üzerinde, her iki taraf bir oydaşma sağladı. Halk oylamasına gidildi. KKTC halkının %65’i “yes be annem” şiarıyla, birleşmeye yeşil ışık yaktı. Oysa Güneydeki Rum halkı %76 ile Annan planını reddetti.

İlk akamet budur. Tam da o dönemde Türkiye “reel politiği”, şimdikinin tam tersiydi. RTE Başbakandı ve Türkiye’nin ümitsiz AB giriş hamleleri içinde tercih, KKTC’nin ilgası ile iki tarafın birleşmesi ve böylece havucunu kapmış Türkiye’nin de kapağı AB’ye atması, belirgin bir siyaset stratejisi olarak tecelli ediyordu.

KKTC davasının yürütücüsü Denktaş’ın, Türkiye’de nasıl ters yüz edildiği o günlerin bir hatırası değil, siyasal tarihidir.

Neden öyle oldu, böyle oldu (?) bu yazının sınırlarını aşar.

O dönemin bir başka gerçeği, kuzeyin toprak yüzölçümü alanı %36 iken, Annan planına göre %29’a düşüyor olması ve sonrasında da üzerinde çok konuşulan Lefke, Güzelyurt, Mağusa ve Karpaz’ın bölgesel olarak Rumlara verilecek olmasıydı.

Mustafa Akıncı, yirmi yıl kadar Lefkoşa belediye başkanlığını yaptı ve 2015’te Cumhurbaşkanı olarak seçilirken, Kıbrıs sorununu, “federal temelde” çözeceği sözüyle, o koltuğa oturdu.

2017, Crans Montana müzakerelerinin başladığı dönemdir. Bu kez BM Genel Sekreterliğinde Guterres oturuyor ve koltuğunun altında da yine “Annan planı” bulunuyordu.

O güne kadar konuşulmuş, oydaşma yapılmış veya yapılamamış ne kadar konu ve dosya varsa, baştan açıldı. Rum tarafı Başbakanı Anastasiadis ve Kıbrıs Türk tarafının temsilcisi ise Mustafa Akıncı’ydı.

Müzakere dosyasının başında, toprak meselesine ilk itiraz, Rum tarafından mealen şu oldu: “Annan planına göre %29 verdiniz ve halk oylamasında da kabul ettiniz. Şimdi %29’dan sonra, daha neler vereceksiniz.” Yani, “yetmez ama, başka neye evet diyeceksiniz”, ilk pürüz olarak ortaya sürüldü. Çok turlu bir yığın görüşmede, mutabık kalınan bir husus olmadı. Rumlar masadan kalktı. İlk defa olarak BM Genel Sekreteri, masayı terk edenin Rum tarafı olduğunu dünyaya açıklamak mecburiyetinde kaldı. Oysa o zamana kadar yapılan Rum propagandası, Türklerin anlaşmazlık çıkardığı üzerineydi…

Doğu Akdeniz denklemi…

Hidrokarbon arama ruhsatı ihalelerine ilk olarak Şubat 2007'de başlayan Rum yönetimi, Doğu Akdeniz'i kendince parsellere ayırarak, uluslararası ihaleye çıkmıştı. Crans Montana günlerinin bir başlığı olarak bu konuya gelindiğinde, Rum tarafı KKTC’nin haklarını da kendi tasarruf ederek, birleşme sonrasına öteleyen bir tutum içine girdi. MEB alanı olarak kuzeyi kendinden gören ve fakat çıkarma, üretme ve gelir elde etmede tek yetkili patronaj görüntüsünü vererek, görüşülecek dosya olmadığı, kulislerden zaman zaman dışarılara da yansıdı…

Türkiye güney sınırları olan Irak ve Suriye’de büyük sorunlar yaşarken, bir taraftan Akdeniz’den de sürülüp çıkarıldığını fark ettiğinde, “Mavi Vatan” stratejini dış politikası bakımından da doktrine etti.

2005'te Federal Kıbrıs’a sıcak bakan Türkiye’nin, “reel politiğinde” köklü bir değişim ve bunun sahadaki uygulanması, Kıbrıs müzakereleri ile iç içe gelişmiştir.

Kıbrıs’ın, Türk ve Rum Kıbrıslılara bırakılacak kadar sıradan bir coğrafya olmadığı, giderek su yüzüne çıktı. Kıbrıs’la ve Doğu Akdeniz’le ilişkisi olmayan ABD, Fransa, İtalya gibi birçok emperyalist hegemon hem siyasi hem de her türlü teknolojik ve askeri varlıklarıyla, bölgede Rumlarla yaptıkları iş birliği anlaşmalarına dayalı boy göstermeye büyük özen gösterdiler…

Kıbrıs “reel politiğinin”, sadeleşmiş bir diğer tarafı da bu oluyor…

Kıbrıs kimliği veya kimsesizliği…

Kendi toprağında ötekileştirilen bir toplumun, derin kimlik ya da kimliksizlik sorunları yaşadığını, bu konularla ilgilenenler iyi bilmelidir.

1571'de Kıbrıs’ın Osmanlılar tarafından alınmasıyla, adada var olan halkın (ki Rumlar o dönemlerde Venedik, Ceneviz ahalisinin yanı sıra daha küçük bir cemaatti) asimilasyonu bağlamında, özellikle Konya Karaman’dan (Larende yöresi-Karamanoğulları Beyliği) büyük göç aldırılmıştır. Gelenlerin toprak sahibi yapılması, Kıbrıs Türk ahalisinin tarihsel ve sınıfsal konumunun belirlenmesinde büyük bir gerçeklik yaratmıştır. Köylülük ve çobanlık, Kıbrıs Türkünün bugünlere uzanan kimliğinin hep bir parçası olarak gelmiştir.

İngiliz dominyonu döneminde, Türklerin devlet katında ilk memuriyetleri de neredeyse, kolluk gücü olarak, polis yapılmalarıyla gündeme gelmiştir.

1910’lar Kıbrıs Komünist Partisi’nin kuruluşudur. Kıbrıs komünistlerinin içinde, çok az sayıda da olsa Kıbrıs Türklerinden siyasetçiler vardır. Bu parti, İngiliz yönetiminin en önemli sıkıntı çektiği örgüttür. Kıbrıs’ın İngiliz sömürgesi olmasından bağımsızlaşmasında ilk ateşleyici rolü oynayan da yine bu parti olmuştur.

Olmuştur da ne olmuştur?

İngiliz, her coğrafyada başarıyla uyguladığı “böl, parçala, yönet” taktiğini aynı başarı ile ve polis ettiği Türkler marifetiyle sağlamıştır. Polis baskısının “arka yüzü”, İngiliz yönetimi saklanırken, sahnede görüneni Türkler olmuş ve 1930’larda da KKP de kapatılmıştır. Onun devamı bugünkü AKEL’dir. İkinci savaşın ardından, Kıbrıs’ta hem bağımsızlık taraftarı olan ve hem de milliyetçi ve Yunanistan’la birleşme anlamındaki ENOSİSÇİ, EOKA’nın da sahne aldığı görülmektedir. EOKA’nın bir yüzü de artık düşmanlaştırıldıkları Türkleri, bulunduğu topraklardan sürüp atmaktır.

Bu dönemlerde iyice kimsesizleşen Kıbrıs kimliği, hem can ve mal varlığını korumak ve hem de EOKA tecavüzlerine karşı durabilmek adına örgütlenme çabasındadır. Cemaatin ilk lideri Fazıl Küçük, ikinci ön sırada olan Fazıl Kaymak ve daha sonraları her iki lider arasında hem denge unsuru olan ve Fazıl Küçük’ün Kıbrıs Cumhurbaşkanı Yardımcı olmasından sonra cemaat liderliğine terfi eden Rauf Denktaş, Kıbrıs’ın bu günlere gelmesinde ve yeniden kimlik kazanmasında en önemli rolleri oynamışlardır. Türk Mukavemet Teşkilatı’nın (TMT-1958) kurulmasında büyük rolü olan da, 1959 Zürih ve Londra anlaşmalarından öncesi, Türkiye’ye gelip Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’yu, Türkiye’nin müdahil olmasına ikna edeni de hep Rauf Denktaş olmuştur. 1958 ve 1963 EOKA katliamları sırasında yakalanıp, hapis yatan, sonrasında adadan sürülen ve 1968'den sonra tekrar adaya gizli yollardan giren Denktaş’ın, hem Kıbrıs kimliği üzerinde ve hem de ada halkının yeniden kendine güven sağlamasında tarihi kimliğinin, biyografik olarak önemi büyük görünmektedir. Yanı sıra, kendi cemaati içinden, kendine düşmanlıklar biriktirmesi de Denktaş’ın başka bir kaderidir.

Laf çok uzadı… Başka tarihi malumatı vermeden, keseyim…

Kıbrıs Türkleri bu tarihsel gelişim içinde, bir yandan soldan beslenirken, bir yandan da kaçınılmaz olarak Türkiye’den başka tutunacak dalı olmayan ve böylece gelişen milliyetçi bir damarla, sağdan siyaset yapmaya büyük ölçüde eğilimli hale gelmiştir.

Nitekim son seçimin manzarası tam da bunu yansıtır. Hem sağda ve hem de solda, irili ufaklı büyük bir dağınıklık…

Sol açısından bir diğer manzara, sosyal demokratından, sosyalistine kadar irili ufaklı bir yığın öbek ve fakat tıpkı, Türkiye’ye benzer, gerçek anlamda bir işçi sınıfı hareketinden hep yoksun olmak. Yani solu sol kılan en önemli damarın, bir sınıf olarak bilince çıkamaması…

O nedenle, kimin ne dediği ve kimin neden böyle dediğinin ayrıntısına girilemeyecek kadar, Türkiye’nin işgalci olmasında tutun da, hep müdahaleci olduğuna kesin gözüyle bakan bir tarafla, plebisit yapılsa Türkiye’ye bağlanmak isteyen, derin bir bölünmüşlükler manzarası, Kıbrıs kimliği ve kimsesizliğinin bir karmasını oluşturmaktadır.

Kıbrıs reel politiği ne söylemiş oldu…

KKTC’nin oradaki varlığı, bugünün tarihi bakımından Türkiye için, Kıbrıslıların farkında olduğundan çok daha önemlidir.

Mavi vatan doktrinine göre, Türkiye kendi MEB’ini düzenlerken, Kıbrıs’ın kuzeyinden vazgeçemez durumdadır.

Anadolu yarımadasının askeri bakımdan ve siyasi sınırlar itibarıyla güvenlik siyasası, KKTC’nin varlığı ile “sürdürülebilir” olarak değerlendirilmektedir.

Güney Kıbrıs’ın ve dolayısıyla Yunanistan’ın “maksimalist” siyaseti içinde, son tahlilde ENOSİS hiç ölmemiş, hatta AKEL’in bile görünürde somut karşı çıkamadığı ve bu anlamda, biraz da derinde yaşayan bir ülküdür.

Yunanistan’ın Türkiye ile olan sorunları arasına, bugünkü MEB ilanlarına bakıldığında, Doğu Akdeniz’de bir deniz alanının kalmamasının da girdiği ve daha ağırlaşmış tablo ortaya çıkmıştır.

Türkiye, birkaç gün önce Resmi Gazete'de ilan ettiği yeni bir deniz güvenlik ve sınır haritası kararıyla Ege denizi dediğimiz coğrafya dâhil, yeni bir bildirimde bulunmuştur. Bu bildirim, yenilerde anılmaya başlayan adıyla, “Adalar Denizi veya Arşipel’de”, ortay hat üzerinden 12 Adayı kendi karasuları sınırları içine alan ve Karadeniz’deki MEB sınırlarını da tekraren belirleyen yeni bir uluslararası siyasaya denk düşmektedir.

Bunlara bakıldığında, Türkiye’nin kendisine siyasi bir sorun çıkarmayacak, başka makul bir Kuzey Kıbrıs arzu ettiği de saklanamayacak bir diğer gerçeklik olmaktadır.

Türkiye’nin ekonomik olarak verdiği destek olmadığında, Kıbrıs’ın sürdürülebilir bir ekonomik imkânının olmadığını ve güvenlik bakımından Türk askeri varlığının gerekli olduğunu teyit eden halk desteği, Türkiye’nin “işgalci” olarak adadan ayrılmasını isteyen Kıbrıslılardan daha çoktur.

Nitekim bu siyasi tercih, seçime de yansımış görünmektedir. Erhürman’ın solcu sayılan CTP’si,  Akıncı'ya destek vazetmişken, tabanı mutlak bir desteği oy olarak vermemiştir. Eğer vermiş olsaydı, Akıncı şimdi Cumhurbaşkanıydı. Yani Kıbrıs’ta iki kere iki dört etmemektedir.

Uluslararası ilişkilerde asıl olan, çıkarın nerede olduğudur. Eşitlik, özgürlük, demokrasi, barış gibi içeriği haklı ve her zaman savunulması gereken değerler, siyasi arenaya düştüğünde, gerçekliğini kaybetmektedir. Nitekim, sol seçmenin sıkıca sarıldığı bu değerlerin karşılığı, Rum tarafında taraftarları olsa bile, iki toplumun birleşmesini sağlayacak bir toplumsal kurtuluş değeri oluşturamamaktadır…

KKTC’nin, asıl ada kökenli vatandaşları, bugün aynı zamanda Rum tarafının verdiği AB ve Kıbrıs pasaportuna da sahiptir. Yani bu pasaportu taşıyanlar, aynı zamanda hem Güney Kıbrıs’ın hem de AB’nin vatandaşıdır. Seyahat etme dâhil, vatandaşlık haklarından, kimisi pratik, kimisi kâğıt üstünde, her türlü yararlanımları bulunmaktadır. Federal Cumhuriyet isteğinin, bir ucu da bu kazanılmış hakkın kaybedilme kaygısını içerebilir. İki ayrı devlet varlığında, Rum tarafı, vatandaş ettiği KKTC Türklerini herhalde ne yapacağım diye düşünecektir…

Eğer bu seçim sonuçları, federasyon hayallerinin bittiği anlamına geliyorsa, bundan böyle Kıbrıs kimliğinin yeni ihtiyacı, uluslararası düzeyde tanınırlığının sağlanmasıdır. Bu denklem ise en çetrefil “reel politik” başlığıdır.

Son söz şudur:

Gösteri mahiyetinde bir AKP girişimi adada olmasaydı, Tatar’ın ilk turda işi bitireceğine ilişkin hayli yoğun anket sonucu, seçim öncesi söz konusuydu. Bu bakımdan, girişimin ilk turda AKP’ye aksi yönde fatura edilmesinin köşesinden, AKP ikinci turda, ancak kurtulmuştur. Bunun irdelenmesi ise neredeyse başlı başına bir tez konusudur.

Yazacak pek çok ayrıntı ve özel olarak analiz edilmesi gereken başlıklar daha var.

Ne ki ne bunu yazacak takat, ne de okuyucunun herhalde şimdilik dikkat ve sabrı kalmamıştır.

Kıbrıs reel politiğinin, Türkiye’den de daha dikkatle izlenmesi ve bundan sağ kadar, sol siyasetlerin de ders çıkarması gerekmektedir.

Adanın, Kıbrıs’ın emekçilerine ve halklarına, gerçek bir barış adası olma dileği ve umuduyla…

nuriabaci@gmail.com

Meraklısına bir okuma notu:   

(*)https://ilerihaber.org/yazar/reel-politika-30696.html