Kepçenin içindekiler


Soylu'nun ayağı kaydı. Az kalsın sel sularının taşıdığı çamurun içine yuvarlanacaktı ve elbette kameralara düşen görüntüler hemen derdest edilecekti. Gerek kalmadı.

Kepçe içinde, selin geride bıraktığı küçük akıntının üzerinde ilerlerken, korkusuz, cesur ve cefakar pozun kenarına tutunmaya çalışan varyetesi, "helal be" manşetleriyle kendini gösteriye sunacaktı ki öyle oldu.

Asıl "kahramanlık" hemen arkasından onu yakalayarak dengesini kurduran kişiye ait. İleride bu "kahramanlık" canını sıkar mı bilinmez.

Elbette o "kahraman"ı öne çıkarmak, kepçe ile azgın sel sularına savaş açan İçişleri Bakanına kafa tutmak olurdu.

Çamura düşmesinin ve ortaya çıkacak görüntünün yaratacağı etkiyi düşününce, insanın içine bir esinti gelmiyor da değil ama cevval bir hamleyle kurtardı yine paçasını.

Kepçe çok şey anlatıyor bize. Bir başka kepçeyi, ölüm orucunda olan avukatlar için hastane önündeki banklarda bekleyenlerin karşısında görmüştük. Oturmasınlar diye kepçe ve kamyon, polis eşliğinde yürütülüyor, banklar sökülüp gözaltına alınmayı bekliyordu. Kepçe devletti.

O kepçelerin, kamyonların molozlarla beraber, insan parçaları taşıyıp, şehrin kenarına bıraktığına ve annelerin o molozların içinde çocuklarından parçalar aradığına bile tanıklık ettik. Kimse üstüne alınmadı o vakit. (Herkes suçunu bir başkasının üstüne yıkarak akladı.)

Kepçelerin, kamyonların sahibi, o dönemin başbakanımsı figürü Davutoğlu'ydu. Sur'un, Cizre'nin, Nusaybin'in çocuklarının cansız bedenleri, devlet ve şiddet eliyle moloz yığınlarına karılmıştı. Hafriyat hiç durmuyordu.

"Beton devrimi", hayatımızın her alanında kepçesi, dozeri, kamyonuyla resmî geçitlerin bir parçası haline geldi ve ezerek ilerliyorlar.

İnşaat sektöründe dünya listesine giren bir holdingi var artık ülkenin. Özgürlükler sıralamasından düştükçe, devletten ihale çeken betoncular büyüyormuş meğer. Demek ki ne kadar az özgürlük, demokrasi olursa, o kadar çok zenginleşip dünya listesine giriliyormuş. İşte bilindik müjde bu!

Davutoğlu düştü.
Düşmesini hiç unutmadı. Kimse arkasından tutmadı, koluna girmedi. Bir kurtarıcısı olmadı. Şimdi gittiği her yerde, bulduğu en küçük toplulukta nasıl düşürüldüğünü anlatıyor. İktidarın kepçeleri onu ezdi, bir hafriyat kamyonuyla, çok kullanılmış olanların çöplüğüne bıraktı.

Soylu, öyle tongaya düşecek bir siyasetçi değildi. Erken öten horozgillerden hiç değildi. Resti çekmenin de , "büyüksün abi" demenin de zaman ayarını iyi biliyordu. Küçük adamların, "vatan, millet, beka" amentüsü içinde "büyük" oynamanın, elinde pimi çekilmiş bomba olduğunu ezber edecek bir siyasetçi terziliğine sahip olduğunu gösterdi arkasındakilere birçok kez.

Soylu düşmedi. Çamura batmış görüntüsünden, arkasından tutan bir elin sayesinde kurtuldu. Düşse o çamur üzerinde belli olur muydu sizce? İronik olarak hayır elbette.

Neyse;
Doğa değil, devlet afeti yaşanmıştı ve o en önden ütülü pantolonu ve gömleği ile kendisini kepçenin kollarına atmıştı. Üzerinde iş ve afet güvenliğine dair tek bir şey yoktu. Elinde tuttuğu devlet imanının, her türlü felaketten onu koruma altına aldığını biliyordu. Sonuçta devlet böyle yönetilirdi! Bol popülizm ve "küçük esnaflık".

Soylu'ya tepki gösteren kimseyi görmedik. Oysa Cumhurbaşkanı'na kendi memleketinde "üç çocuk yap dedin yaptık, açız" diye bağırarak sesini duyurmaya çalışanlara tanıklık etmiştik. (Bir küçük detay ama önemli)

İnsan afeti yaşanıyor her gün. Kendini yakıyor insanlar. Hayatından vazgeçenlerin bıraktıkları mektuplar küçük haberler olup kayboluyor.

Tek adam rejiminin kabusu katlanarak büyüyor. Kısık ateşte piştiğini anlamayan kurbağalar aşamasını çoktan geçtik. Tuttuklarını kaynar kazanlara atıyorlar artık. Fark ettirmeme dertleri de yok, aksine gözümüze sokuyorlar.

Çocuklarını arayanlar, üzerinde yürüdüğümüz kaldırımların altında buluyorlar kemikleri.

Göçmenler sokak ortasında katlediliyor.

"Eti senin, kemiği benim" diyerek satılıyor çocuk işçilerin emeği.

Mevsimlik işçiler, üzerlerine hücum eden ırkçıların elinden canlarını kurtarmaya çalışıyorlar. Ölüm ve yoksulluk, izlerini sürüyor.

Gülistan Doku kayıp, ailesi aylardır kapıları çalıyor, bağırıyor ama şüpheliler devlet zimmetinde.

Aylardır kayıp olan Şimul Diril'in ölüsü bulundu, Hürmüz Diril ve Gülistan Doku ise hala kayıp. "Sözde" kalmış olanların akibetsizliğine terk edilmiş olanlar onlar.

"Gaz" bulmanın, ortalıktan kaybolan, kaybedilen insanların akibetini bulmaktan daha mucizevi ve müjdeli olduğu bir ülkede, asıl mucize insanlığımızı bulmaktır oysa. Arıyoruz inatla bir avuç insanın bıraktığı çığlıklarda, ödedikleri bedelde.

"Kayıp" demenin anlamı, ülkenin ağırlığından daha fazladır ama bunu bilmek için en önce hakikate yüzümüzü dönmek gerekir. Çoğunluk sırtı dönük oturuyor hala olan bitene.

Hiç yokmuş, yaşamamış gibi yapabilen bir beton var karşımızda.

Çığlıklar betonu yontukça, el birliği ile sıvıyorlar yeniden betonu.

Soylu düşmedi.

Hayattan düşürdükleri çoğaldıkça yükseliyor.

Soylu düşmedi ama düşmenin korkusu bir yapıştı mı insana, hep düşecekmiş gibi atar adımını.

Kepçe hareket ettiğinde tutunacak bir yer aramak, bir an bile olsa boşluk duygusu yaratır.

O duygu, "bugün tutanlar yarın ya iteklerse" diye kurt düşürtür içine.

Elindeki güce korkuyla sahip olanların en büyük ağrısıdır bu işte.

Hiçbir kepçe taşıyamaz o ağrıyı.