Kapitalizmin sınırlarında - 2

Giriş

Marksist tarihçi Eric Hobsbawm, Kısa Yirminci Yüzyıl kitabının son sayfasında şöyle diyor:

“Geçmiş iki ya da üç yüzyıla hâkim olan kapitalizmin kaydettiği gelişmenin devasa ekonomik ve teknik sürecinin ele geçirdiği, kökünden söktüğü ve dönüştürdüğü bir dünyada yaşıyoruz. Bunun sonsuza kadar sürmeyeceğini biliyoruz… Gelecek, geçmişin bir devamı olamaz ve gerek dışsal, gerekse içsel olarak tarihsel bir kriz noktasına ulaştığımızı gösteren belirtiler var. Tekno-bilimsel ekonominin oluşturduğu güçler artık çevreyi, yani insan hayatının maddi temellerini tahrip edecek kadar büyüktür. (...) Dünyamız hem dışa hem de içe doğru infilak etme tehlikesiyle karşı karşıyadır.1

Bu sözlere eklenecek pek fazla bir şey yok.

Sanayi Devrimi’nden başlatırsak, kapitalizm yaklaşık 250 yıldır egemen dünya sistemidir.

Toplumsal gelişmenin her evresine, o evrenin ayırt edici karakterinin biçimlendirdiği egemen bir sınıf aklı yön veriyor. Son 250 yıldır egemen akıl, sermayenin kâra endeksli parçalı aklıdır. Bugün yüz yüze olduğumuz tarihsel ve toplumsal sorunlar, örneğin ekolojik yıkım bu nedenle egemen sisteme “dışsal” değildir.

Kapitalizmin bunalımını ve sınırlarını yalnızca ekonomik çerçevede, ekonomik kavramlarla anlayıp, anlamlandıramayız. Dünya sistemi, ekonomik, toplumsal, kültürel, ideolojik, siyasal sütunlar üzerinde yükselen, yaşadığımız uygarlığa adını veren bir bütündür.

Karşı karşıya olduğumuz, sermayenin kişiliğinde bir uygarlık krizidir.

İnsanlığın komünizmden başka bir kurtuluş yolu yoktur.

Komünizm ise, sistemin sınırlarında beliren tıkanıklıklarla, yeni toplumsal düzene geçiş öncüllerinin, olanaklarının filizlendiği koşullarda biçimlenmekte olan “gerçek hareketten” başka bir şey değildir.

Bu, “yeni” bir düşünce değil. Marx’ın yalnızca Grundrisse’de dile getirip sonra bir daha dönmediği bir düşünce de değil. Bu düşünce çizgisinin Alman İdeolojisi’nden Kapital’e uzanan bir sürekliliği var. Bunları, tartışma sürecinde yeri ve zamanı geldiğinde yeniden ele alacağız.

Bugün, bu düşünce dizgesinin toplumsal ve pratik siyasal karşılıkları bu eserlerin yazılmış olduğu zamana göre çok daha olgundur. Bu nedenle de bu yaklaşımı yeniden bilince çıkarmak özel bir önem taşıyor.

Bu yazının konusu, kapitalizmin tarihsel ve toplumsal sınırlarını belirginleştiren kimi olgu ve süreçler üzerine. Bir köşe yazısında, bu kapsamdaki tüm başlıkları, hakkını vererek irdelemek olanaklı değil.

Örneğin, küresel sermayenin hareketi ile ulus devlet arasındaki ilişki ve çelişkilerin bugünkü durumu, ideoloji, program ve uygulama olarak neoliberalizmin ne olduğu, temsili “burjuva demokrasisi”nin nereye evrildiği vb. konuları, “kapitalizmin sınırları” problematiği içinde başka yazılarda ele almak gerekiyor.

Ekosınır

Ekolojik yıkım süreci ya da bu sürecin bugünkü acil maddesi olan iklim krizi, kapitalizmin tarihsel sınırlarını ortaya koyan olgulardan en önde olanıdır.

İklim krizi, “sorunlardan bir sorun” değildir. Bildiğimiz dünyanın geleceği ile ilgili yaşamsal bir sorunudur.

Bu krizle ilgili dehşet verici bilgiler her yerde var. Bunları yinelemeyeceğiz.

Marx’ın kapitalist barbarlığın henüz bugünkü yıkıcılığa ulaşmadığı bir zamanda sorunun tanımlanmasına ve çözümüne ilişkin önemli ipuçları içeren saptama ve çözümlemelerinden başlayacağız.

Kapital’in birinci cildinde şu cümle yer alıyor: “Emek, kendisi tarafından üretilen kullanım değerlerinin, yani maddi servetin biricik kaynağı değildir. William Petty’nin dediği gibi, emek onun babası ve toprak onun anasıdır.”2 Bugün bunlara, havayı ve suyu da eklemek gerekir.

Marx, Grundrisse’de şöyle yazmış:

“Açıklanması gereken, ya da tarihi bir sürecin sonucu olan şey, canlı ve eylemli insanın doğa ile metabolik alışverişinin ve dolayısıyla doğayı mülk edinişinin doğal, inorganik koşullarıyla birlik halinde olması değildir; açıklanması gereken, eylemli insanla, bu insanın varlığının inorganik koşullarının birbirinden ayrılmasıdır; ve bu ayrılış, bu kopuş, tam anlamıyla ilk kez ücretli emek-sermaye ilişkisinde vazedilmiştir.” 3

Marx, Kapital’in birinci ve üçüncü ciltlerinde bu metobolik yarılma saptamasını yineler. Büyük toprak mülkiyetinin tarımsal nüfusu azaltırken kentlerdeki sanayi nüfusunu artırdığını, böylece yaşamın doğal yasalarının emrettiği toplumsal alışveriş bütünlüğünde yarılmaya neden olan koşullar yarattığını, “insanla toprak arasındaki madde alışverişini, yani insanın topraktan alıp besin maddesi ve giyim eşyası olarak yararlandığı unsurların toprağa dönüşünü ve dolayısıyla topraktaki verim gücünün devamı için gerekli olan ebedi koşulu ihlal” ettiğini4 belirtir.

Bugün, sermayenin sınırsız büyüme eğilimi ile bu büyümenin araçları olan kullanım değerlerinin üretiminin doğal ve toplumsal koşullardaki sınırı arasındaki çelişki, sermayenin doğrusal yeniden üretiminin hızı ile doğanın döngüsel yenilenme hızı arasında uzlaşmaz bir çelişkiye dönüşmüş, metabolik yarılma uç noktasına varmıştır.

Sermayenin kullanım değerini mübadele değerine tabi kılmasının kaçınılmaz sonucu, insanın diğer insanlar ve doğayla doğrudan ilişki kurmak yerine, meta-bağımlı dolaylı ilişkilenmesi, böylece de insanın hem kendisine hem de doğaya yabancılaşmasıdır.

Marx, sorunun özünü şöyle formüle etmişti:

“Daha yüksek bir iktisadi toplum biçiminin durduğu yerden bakıldığında, tek tek bireylerin yerküre üzerindeki özel mülkiyet hakları bir insanın bir başkası üzerindeki özel mülkiyet hakkı kadar saçma görünecek. Bütün bir toplum, bir ulus ve hatta aynı zamanda var olan toplumların toplamı yerkürenin sahipleri değildir. Bunlar, yalnızca, yeryüzünün zilyetleridir, onun kullanıcıları ve boni petras familias [iyi aile babaları] olarak, onu sonraki kuşaklara iyileştirilmiş bir şekilde bırakmakla yükümlüdürler.”5 

Sorunun kaynağı ve düğümü buradadır: Doğal kaynaklar üzerinde kapitalist mülkiyet!

Bugüne gelir ve somutlaştırırsak, günümüzün acil ekolojik sorunu, tehlikeli biçimde ivme kazanan küresel ısınma ve sonucunda yaşanan iklim değişikliğidir. Temel neden, aşırı fosil yakıt üretimi ve tüketimidir. Tüm uluslararası kuruluşların, ajansların raporlarında yer alan bu gerçeğe rağmen durumun değiştirilememesinin temel nedeni, fosil yakıt çıkarım ve tüketiminin kârdan başka tanrısı olmayan sermayenin genel ve kesimsel çıkarları açısından vazgeçilmezliğidir. Bu temel nedenin yanında soruna aciliyet kazandıran bir başka önemli neden, istense bile fosil yakıtlı enerjiye dayalı endüstriyel altyapının, sıkı bir disiplinle koordine edilen uluslararası merkezi bir plan olmadan gereken hızda dönüştürülemeyeceği gerçeğidir.

Sermaye, bisikletin ayakta kalmak için hareket etmek zorunda olması gibi, kendisini çoğaltmaya, sürekli “büyümeye” yazgılıdır (yüzde 3’ün altındaki küresel büyümenin “kriz” demek olduğunu kendileri söylüyorlar. İklim bilimciler ise, fosil kaynaklara dayalı yüzde 3 büyümenin felakete yol açacağını belirtiyorlar). Bu büyüme için enerji gerekiyor ve sermaye aklı bize, fosil kaynaklar olmadan bu enerji ihtiyacının karşılanamayacağını buyuruyor.

Bu doğru değil. Teorik ve teknik olarak, ekonomiyi ve ekonomik büyümeyi yenilenebilir enerji kaynaklarıyla sürdürmek mümkün. Asıl sorun, toplumsal gereksinmeleri karşılamak için üretim yerine, kendinde bir amaç olan sermaye birikimi için“büyüme” tercihi. Bu serseri gidişin durdurulması için “üretim için üretim” kısır döngüsünün dışına çıkmak, toplumsal zenginliğe el koyan “mutlu” azınlığın lüks tüketimine sınır koymak gerekiyor.

Ekolojik yıkım ve iklim kriziyle baş edilememesinin nedeni enerjinin, bilimin, teknolojinin yetersizliği değildir. Kaynak ve enerjiler dünya çapında yoğunlaştırılıp planlandığında, ekolojik yıkımı durduracak, hasarları onaracak bilimsel teknik birikim ve araçlar daha şimdiden vardır.

En tepedeki 200 fosil kaynak sahibi şirketin borsa değerlerinin toplam 4 trilyon dolar civarında olduğu belirtiliyor.6 Karbon yakımı durdurulsa ya da azaltılsa bu şirketlerin çok büyük “kayıpları” olacak. Fosil yakıt kullanımını durduracak, hatta yalnızca yavaşlatacak uygulamaları engellemek için ellerinden gelen her şeyi yapmaları bundan.

Yalnız üretim araçları üzerinde, enerji kaynakları üzerinde değil, her türlü doğal varlık ve kaynak üzerinde mülkiyet ve metalaştırma hakkı iddia eden sermaye karşısında, komünizmin ekoloji sorununu çözüm yoluna sokacak başlangıç adımı, sermayenin bu kaynaklar üzerindeki mülkiyet, zilyetlik ve kontrol hakkının ortadan kaldırılarak, doğrudan üreticilerin kolektif denetimine verilmesidir.

Eskiye ya da “doğaya dönüş” çağrılarının karşılığı yoktur. Toplumsal ilerlemeye, insanların bolluk içinde, daha nitelikli, daha renkli, daha güzel yaşamasına karşı değiliz ve bunlar için enerji gerektiğini biliyoruz.

Marx doğayla ilişki bağlamında insanın zorunluluk dünyasından özgürlük dünyasına nasıl geçebileceğini şöyle betimlemişti:

“İlkel insan, gereksinimlerini karşılamak, yaşamını korumak ve yeniden üretmek için nasıl doğayla boğuşmak zorundaysa, uygar insan da aynısını ve tüm toplum biçimlerinde ve olası tüm üretim tarzlarında yapmak zorundadır. Gelişmesiyle birlikte, gereksinimleri arttığı için, bu doğal zorunluluk dünyası genişler; ama aynı zamanda, bu gereksinimleri karşılayan üretici güçler de genişler. Bu alandaki özgürlük, yalnızca toplumsallaşmış insanın, birleşmiş üreticilerin, kör bir güç olarak doğa tarafından hükmedilmek yerine, doğayla olan bu alışverişlerini akılcı bir şekilde düzenlemeleri, onu kendi ortak denetimleri altına sokmaları (ve bunu, en az çaba harcayarak ve kendi insan doğalarına en yaraşır ve en uygun koşullar altında yapmaları) olabilir. Ama bu, her zaman, bir zorunluluk dünyası olarak kalır. Bunun ötesine geçildiğinde, insan gücünün kendi başına bir amaç olan gelişmesi, gerçek özgürlük dünyası başlar; ama bu da, ancak, kendi temeli olarak zorunluluk dünyası üzerinde çiçeklenebilir. İş gününün kısaltılması temel koşuldur.7 

“Toplumsallaşmış insan” ile Grundrisse’deki, “toplumsal birey”, “genel üretici güç”, “genel zekâ” vb. aynı ilişkiyi anlatan kavramlardır. Ne zaman kapitalizmin sınırlarından, çözümsüz çelişkilerinin onu vardıracağı nihai kerteden söz etse, Marx’ın toplumsallaşmış insanı, toplumsal bireyi anması rastlantı değildir.

Kapitalizm, üretimi toplumsallaştırıp entegre ederken, insanı bireycileştiren, toplumu dağıtan bir sistemdir. Bugün, çok çok ayrık durumlar dışında, hiçbir insanın hiçbir ihtiyacı, meta ve mübadele ilişkilerinden bağımsız olarak karşılanamıyor. Neyin, nerede, kim için üretileceğine de üretenler ve tüketenler karar vermiyor. İnsan, artık yanlıca tüketici ve “seçmen”dir. Devasa üretim etkinliğinin içinde yalnızlaştırılmıştır. Üretim süreci toplumsallaşırken, toplumun kendisi çözülmektedir.

Toplumun çözülmesi üzerinde ciddi olarak düşünmek gerekiyor. “Bildiğimiz” toplumun çözülmesi, kapitalizmin, en önemli “ sosyolojik” sınırlarından biridir.

Marx’ın, zorunluluk dünyasından özgürlük dünyasına geçişte işgününün kısaltılmasını temel koşul olarak öne çıkarması, sınırdaki olanağın çok iyi bir örneğidir. Çünkü bireyin özne olmasına zemin hazırlayacak en önemli dönüşümlerden biri iş saatlerinin kısaltılmasıdır.

Yineleyelim; sınırlar aynı zamanda yeni topluma geçiş mücadeleleri açısından olanakların habercisidir.

Ekolojik krizin temelinde sermayenin içsel mantığıyla doğanın kendini yenileme ve onarım süreçleri arasındaki aykırılık var ve bu çelişkinin bugün vardığı nokta, kapitalizmin sürdürülemez bir sınıra yaklaştığını ortaya koyuyor.

Peki tehlike giderek büyüdüğü ve kendi varlığını da tehdit ettiği halde kapitalist uygarlık neden bir çözüm üretemiyor?

İklim değişikliğinin içeriği ve çapı, bütün ülkelerin katıldığı ortak ve planlı bir müdahaleyi gerektiriyor. Kâra doymayan ve rekabetsiz yapamayan kapitalizm bu doğrultuda bir ortak rıza üretemiyor, böyle bir müdahaleyi herkese dayatacak bir “otorite” de oluşturamıyor.

Marx, bir mektubunda şunları yazmıştı: ”Burjuva toplumunun özü, a priori bilinçli bir toplumsal düzenlemesinin olmamasında yatar. Ussal ve doğal olarak zorunlu olan kendisini ancak gözü kapalı işleyen bir ortalama olarak ortaya koyar.”8

Parçalı akıl dediğimiz budur! Paranın kokusunu almakta pek hünerliler ama kârın alıklaştırdığı akılları yeryüzüne inmekte olan ölümü göremiyor. Daha doğrusu, görse de başka türlü yapamıyor.

Öte yandan, “Ya dünyayı değiştirmek isteyenlerin, dünyayı değiştirmek için sınırlı zamanları varsa? “9 haklı sorusu yanıt istiyor.

Bilimciler, bilinçli aktivistler, küresel iklim değişikliği durdurmak için zamanın daraldığını, söylüyorlar.

Bu çığlığa kulak vermek, iklim krizine karşı hemen yapılması gerekenleri, devrime, iktidarımıza bağlı program maddeleri arasından öne çıkarıp gündemleştirmek gerekiyor. Bugün gerekli ve ivedi olan “yapma” ve “yaptırmama” çizgisinde bir mücadele pratiğidir.

Bu hedefle yürütülecek mücadelelerin, kitleleri anti-kapitalist ve komünizan içerikli mücadeleye kazanma potansiyeli ise, her gün her yerde sökün eden yüzlerce olay ve tepkinin gösterdiği gibi çok büyüktür.

Eşitsiz dünyada demografi

Kapitalizme dışsal görünen, nüfus, gıda ve göç sorunlarının, kriz düzeyine yükselmelerinin temel nedeni de sermaye düzenidir. İnsanlar arasındaki gelir, yaşam kalitesi ölçütleri bakımından tarihin tanıdığı en eşitsiz dönemden geçiyoruz. Genel olarak üretim araçları ve günümüzün en önemli üretim aracı haline gelen bilgi üzerindeki sermaye kontrolü insanları biyolojik olarak da farklılaştırmak yönünde ilerliyor.

Oxfam verilerine göre yeryüzünün en zengin % 1’i yaratılan tüm zenginliklerin % 82’sine el koymaktadır. Dünyanın en zengin 8 kişisi dünya nüfusunun yarısını oluşturan 3.6 milyar insanın toplam varlığına eşit gelir sahibidir vb…

Dünya nüfusu 2050’de 9,9 milyar olacak. 2050’de Afrika’nın 2.6 milyar, Asya’nın 5.3 milyar, Amerika’nın 1.2 milyar nüfusa ulaşacağı, Avrupa nüfusunun (Rusya dahil) 730 milyon olacağı öngörülüyor. ABD nüfusu 390 milyona varacak.

Bu veriler içinde, önümüzdeki 30 yıl içinde meydana gelmesi olası büyük göç ve nüfus hareketleri yok.

En büyük nüfus artışının BM’nin en az gelişmiş ülkeler kategorisinde değerlendirdiği 47 ülkede yaşanacağı öngörülüyor. Bunların 33’ü Afrika ülkesi.

Çin, Japonya, Rusya, Ukrayna, Romanya, Polonya ve Almanya’da nüfus azalacak. Çin’inki bilinçli, programlı bir nüfus planlamasının sonucu olacakken, özellikle Japonya, Rusya ve Almanya’da nüfus azalması, “istenmeyen” çok ciddi bir sorun oluşturuyor.

Sermaye yaşlıları ne yapacak?

Yaşlanma ve yaşlılık, biyolojik, toplumsal ve kültürel boyutlarıyla eski çağlardan beri var olan bir sorundur. Sorunun birçok boyutu var: Yaşlanan doğrudan üreticinin emek gücü potansiyelindeki azalma nedeniyle genç emekçi karşısında “rekabet” gücünü yitirmesi, emeklilik fonlarının bugün mali sermayenin en büyük kaynaklarından biri olarak kullanılması, emeklilik hakkının ve kazanımlarının neoliberalizmle birlikte nasıl geri alınmakta olduğu, emeklilik- yedek emek gücü ilişkisi vb.10 Burada bunlara girmeden sorunun bugünkü görünümüyle ilgili kısa değinmelerle, sınırlar başlığındaki yerini göstermeye çalışalım.

1950’de dünya nüfusunun % 5’i 65 yaşın üzerindeydi. 2050’lerde bu oran % 17’ye ulaşacak. Gelişmiş ülkelerde nüfusun % 27. 82’si, ABD’de %22’si, Japonya’da % 36’sı 65 yaşın üstünde olacak.

Ekonomik gelişmişlikle ters orantılı nüfus artışı, ekonomik gelişmişlikle doğru orantılı yaşlı nüfus artışı, iklim krizinin ve tarımdaki sermaye despotluğunun yol açtığı gıda “kıtlığı”, günümüz kapitalizminin sınırlarını belirginleştiren iki büyük soruna yol açıyor: Kapitalist anayurtlardaki yaşam süresi uzamasıyla artan yaşlı nüfus ve iklim krizi- kıtlık-açlık üçlüsünün, ama aynı zamanda bölgesel savaşların tetiklediği göç sorunu.

Avrupa ve Japonya’da her bir emekliye üç çalışan düşüyor. 2050’de bire bir olacak. OECD ülkelerindeki emeklilik ve sigorta fonlaarında yaklaşık 50 trilyon dolar tutuluyor. Bu rakam, hepsinin toplam yıllık GSYH’sinden fazla. Yaşlanan nüfus, potansiyel emek gücünün daha küçük, kişi başına büyümenin daha düşük ve verimin daha az olduğu koşullar anlamına geliyor. Yaşlanan nüfus, emeklilik ve bakım kalemlerinden kamu harcamalarının ciddi biçimde artması, bu da borçlanma demek. Düzen sözcüleri “emeklilik kamu harcamaları dizginlenemezse”, 2050’ye kadar birikecek borçların altından kalkamayacaklarını dillendiriyor. Gelişmiş ülkelerin ortalama net borcunun 2050’ye kadar GSYH’nın %220’sine ulaşacağı öngörülüyor. Japonya’da şimdi % 250, 2050’de % 500 olacağı belirtiliyor. ABD’nin toplam borcunun bu gidişle 2050’de 50 trilyon civarında olacağı anlaşılıyor.11

IMF ekonomistleri bu durumun “toplumsal ve siyasal olarak sürdürülmesinin olanaksız olduğunu” söylüyorlar.12

Onlara inanmak durumunda değiliz. Bu saptamalarını şöyle tercüme edebiliriz: Kâr oranlarımızı koruyarak sürdüremeyiz!

Çözüm? Kapitalizm altında bulabilecekleri iki “çözüm” var: Emeklilik yaşını sözcüğün gerçek anlamıyla “mezarda emeklilik” sınırına doğru ittirmek; emeklilik ödemelerinin miktar ve oranını düşürmek! Emeklilik yaşı, 20 yıl öncesine kadar 60 civarındaydı şimdi birçok ülkede azar azar artırıyorlar. Önümüzdeki birkaç yıl içinde 65’e tırmandıracaklar. Alıştırmak için olsa gerek, 2050’ye kadar emeklilik yaşının 70’lere çıkartılmasının “kaçınılmaz” olacağını söylüyorlar.

Fantastik projelere büyük yatırım yapmaları sınırı ve çaresizliği açık ediyor. Örneğin, yaşlılığın en büyük toplumsal sorun haline geldiği Japonya’da yaşlıları yalnızca daha sağlıklı kılarak sağlık harcamalarını minimize etmek için değil, aynı zamanda gençleştirmek, böylece çalışma süresini uzatmak için ciddi bir proje üzerinde çalışmaya başladıklarını öğreniyoruz.13

Göç

Dünyanın bilinen tarihinde göç hiç eksik olmamıştır. En başta savaş, kuraklık-kıtlık gibi olağanüstü gelişmeler ülkeler arasında büyük göç dalgaları yaratmıştır.

Dünya pazarındaki organik bütünleşmeyle birlikte, sermayenin hareketi ile emeğin göçü, emek-sermaye çelişkisi ekseninde yeni biçimler kazanmıştır. Gelişmiş kapitalist ülkelerin kimi zaman nitelikli, kimi zaman niteliksiz emeğe talebi bir yandan, az gelişmiş ülkedeki nitelikli emeğin “beyin göçü” ile sunduğu arz öbür yandan, göç doğurmuştur.

Göç, sınıf mücadelesi ve ilişkileri bakımından da yeni sorunlar yaratmıştır.

Marx’ın 1870’de, bir mektubunda İngiliz-İrlandalı işçiler arasındaki ilişkiler için yazdıkları sorunun bir yönünü neredeyse bütün zamanlar için özetlemektedir:

“Sıradan İngiliz işçi, İrlandalı işçiden kendi yaşam standardını düşüren bir rakip olarak nefret ediyor. İrlandalı işçi karşısında kendisini hâkim milletin bir üyesi olarak görüyor ve bunun sonucu olarak İngiliz aristokratlarının ve kapitalistlerinin İrlanda karşısındaki bir aracı haline geliyor, dolayısıyla onların kendisi üzerindeki tahakkümünü de güçlendirmiş oluyor. İrlandalı işçiye karşı geliştirilmiş dinî, sosyal ve millî önyargıları benimsiyor. … İngiliz işçi sınıfının, örgütlülüğüne rağmen güçsüz oluşunun sırrı bu antagonizmadır. Kapitalist sınıfın iktidarını idame ettirmesinin sırrı buradadır.”14

Marx’ın soruna esas olarak “yedek işgücü ordusu” perspektifinden yaklaştığı biliniyor. Britanya adalarındaki emekçilerin önemli bir bölümünün “yedek işgücü ordusuna” katılmaktansa denizaşırı göçü seçtiler. İngiltere’den ve İrlanda’dan ABD’ye göçün en önemli itici gücünün bu tercihten kaynaklandığını söyleyebiliriz.

Peki, dışarıdan göç içerideki işçilerin sermaye ile mücadele (pazarlık koşullarını) olumsuz mu etkiler? Ya da tersinden sorarsak, dışarıya göç vermek, kalan emekçiler için daha iyi pazarlık koşulları mı yaratır? Bu iki sorunun da yanıtı olumlu değildir.

Chris Szabla, Marx’ın Kapital’in birinci cildinin çıktığı yıl İrlanda üzerine hazırlamış olduğu (ama yapmadığı) bir konuşmada15, dışarıya göç vermenin, kalan emekçiler için daha iyi pazarlık koşulları yaratabileceği argümanıyla uğraşmayı planladığını yazıyor.16 Çünkü, bu, yani, emek gücü eksikliği, kalan emek gücünün üzerine daha ağır, yoğun çalışma getirecektir.

Kanımca, Marksistlerin bu tartışmayı, güncelleyip, derinleştirmeleri gerekiyor. Göçe verilen tepkilerin nedeni göçün kendisi midir, yoksa göç ve hatta göçmen işçiye yönelen tepkiler daha temel sorunların semptomu mudur? Bu sorunun yanıtının salt teorik olarak değil, pratik-popüler olarak da verilmesi gerekiyor.

Bugüne, somuta gelelim. Suriye örneğinde olduğu gibi bölgesel savaşların ve iklim krizinin yarattığı göç potansiyeli, eşitsizliğin uçurum haline geldiği dünya için yeni boyutlar taşıyan bir sorundur.

Yeniliklerden biri, ucuz emek gücünün sermayenin anayurtlarına gitmesine engeller konulmasıdır. Zamanımızın, belirleyici eğilimi, sermayenin, girdi ve işçilik maliyetlerinin ucuz olduğu ülkelere yönelmesidir. Sermaye için zamanda ve mekânda sınırlar kalkarken, emekçinin hareketi devlet sınırlarıyla engelleniyor.

Bir başka ve çok önemli yenilik, tüm halk sınıflarında, hatta yer yer üst sınıflarda da kendini gösteren gelecek korkusunun göç tetikleyen bir öğe olarak öne çıkmaya başlamasıdır. Kendisinin ve çocuklarının yaşamını tehlikeye atarak şişme botları dolduran insanlar bu yolculuğa, güvenli bir geleceğe ulaşmak için çıkıyorlar.

Sermaye gruplarının ve sermaye devletlerinin özellikle Afrika’ya yöneldikleri görülüyor. Bu yolla, hem sermayenin değerleneceği yeni alanlar açmaları hem de göç tehlikesini geçici olarak ötelemeleri mümkündür. Kalıcı çözüm ise, eşitsiz gelişim ve rekabetin “yasa” olduğu bir dizgede mümkün değildir.

Kimi simülasyolara göre, önümüzdeki 20-30 yılda, Ortadoğu’nun büyük bölümü, Mağrip bölgesi, Sahra Kuşağı ve Güney Afrika, Karayipler ve Meksika’nın kimi bölümleri, Pakistan ve Hindistan’ın tarım sistemleri, şimdiki tarımsal hasılalarında % 20 ve 30 düşüşler yaşayarak kıtlık ve açlıkla yüz yüze gelecekler.17 Milyonlarca insan buralardan Avrupa ve ABD’ye göç etmek zorunda kalacak.

Küresel kapitalizmin, Suriye örneğinde olduğu gibi bölgesel savaşların ve kıtlığın yaratacağı göç dalgalarının önünü kesecek bir “çaresi” yoktur.

Fransa eski başkanlarından Valery Giscard 1990’larda, “Bugün karşı karşıya olduğumuz sorun bir göç sorunu olmaktan çıkmış, istilaya dönüşmüştür” demişti. Bugün, Trump’lar, Orban’lar, Salvini’ler açıkça “göç istemiyoruz” diyor, sınırları kapatıyorlar.

ABD’nin Meksika sınırında inşa ettiği duvar, belki de bu kapatma işleminin küresel kapitalizmin açmazını, sınırını gösteren en “ maddi” simgesidir. Dünyanın çeşitli yerlerinde inşa edilen sınır duvarlarının, gerçekten sınır “güvenliği” nedeniyle mi, yoksa, kendi teritoryal alanında egemenliği zayıflayan devletlerin egemenlik iddialarını ayakta tutmanın aracı olarak mı yükseltildiği sorusu ayrıca tartışmaya açıktır.18

ABD ve Avrupa’da sosyal demokratların, bu kesimin ABD’de Bernie Sanders, İngiltere’de Jeremy Corbin gibi görece demokrat siyasetçilerinin, geleneksel Marksist sol siyaset çevrelerinin göç ve yabancılara karşı ikircimli tutumlarının altında ise, yukarıdaki Marx alıntısında yansıyan ilişkinin önemli payı olduğu anlaşılıyor ve bunun “bizim taraf” için çok önemli bir sorun olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. 19

En günceli, Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketi olmak üzere, neoliberal program ve uygulamaların sonuçlarına yönelen, nesnel içeriği itibariyle bal gibi sınıfsal (emekçi+ orta sınıf küçük burjuva) halk isyanları içindeki göçmen-yabancı düşmanı eğilim ise, komünistlerin, devrimcilerin bıraktığı büyük boşluktan kaynaklanıyor.

Bu sorunun, ne yazık ki, işçi kardeşliği ya da proletarya enternasyonalizmi ilke ve belgilerini hatırlatmak ve tekrarlamak türünden kolay bir çözümü yok. Pratikte, sınıf tutumu gerekiyor. Geçerken,Türkiye sol, sosyalist hareketi olarak Suriyeli emekçilerle dayanışma, ucuz emek deposu işlemi gören bu emekçilerin hakkını, hukukunu savunma, onları komünizm mücadelesine kazanma yolunda etkili bir pratik geliştirebildiğimizi söyleyemeyiz.

Hareket noktası, bu aşağılık düzenin sınırlarında, tüm mülkiyet ve sömürü ilişkilerini ortadan kaldıracak, emeğin ve insanın kurtuluşunu getirecek bir toplumsal düzene geçiş için olgunlaşmakta olan koşulları, öncülleri göstermek olan bir devrimci girişimciliğin ise çok büyük şansı var.

Unutmamak gerekiyor, bilimde bile “şans” vardır; ama şans hazır olana güler. 

1- E. Hobsbawm, Kısa 20 yüzyıl 1914-1991, Türkçesi: Yavuz Alogan, Sarmal Yayınevi, İstanbul, Ekim 1996, s. 666

2- Karl Marx, Kapital I, Yordam Kitap, s. 56

3- Karl Marx, Grundrisse, Çeviren: Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları. s. 548

4- Karl Marx, Kapital I, Yordam Kitap, s. 481

5- Karl Marx, Kapital, III, Yordam Kitap, s. 762. Ek not: Zilyedlik, bir mal üzerinde fiili tasarrufu-kullanmayı anlatan hukuki bir terimdir. Örneğin, “toprak işleyenin, su kullananındır” cümlesinde referans mülkiyet hakkına değil zilyedliğedir. “İyi aile babası” Roma hukukunun temel kavramlarından biridir. Özel hukuk ilişkilerinde “iyi ve tedbirli bir aile babası davranışı” yapma-yapmama, kusurluluk-yükümlülük ilişkilerinde esas alınan ölçütlerinin en önemlisidir.

6- Paul Mason, Kapitalizmin Sonrası, Çeviren: Şükrü Alpagut, Yordam Kitap, İstanbul, Eylül 2016, s. 333

7- K.Marx, Kapital, Cilt III, Yordam Kitap, s.806-807

8- K.Marx-F.Engels, Seçme Mektuplar, Marx'tan Hannover'deki L.Kugelmann'a (Londra, 11 temmuz 1868) Evrensel Basım Yayın, Birinci Baskı, Ekim 1996,  s.53-54

9- Sinan Eden, İklim Krizi ve Yaptırmamak, Doruk yayınları, İstanbul, 2015, s.13

10- Bu konularla ilgili kaynak önerisi: Hasan Sadi Demirok-Veli GÜNER, “Toplumsal Üretim Biçimleri ve Yaşlılık: Yaşlının Statüsü ve Geleceği”, VIII. Ulusal Yaşlılık Kongresi, Yerinde Yaşlanma 16-18 Nisan 2015 Bildiri Kitabı, Paamukkale Üniversitesi Yayını.

11- Paul Mason, agy. s. 342

12- N. Howe and R. Jackson, Finance and Devolopment, IMF, Haziran 2011 https://www.imf.org/en/Publications/Finance-Development/Issues/2016/12/31/Finance-Development-June-2011-24460

13- https://www.mauldineconomics.com/frontlinethoughts/revolutionary-future-ahead

14- Karl Marx’dan Siegfried Meyer ve August Vogt’a [9 Nisan 1870], Karl Marx and Frederick Engels, Selected Correspondence içinde (Moscow: Progress Publishers, 1975)s. 220; ayrıca bkz. https://www.marxists.org/archive/marx/works/1870/letters/70_04_09.htm.

15- Karl Marx, “Notes for an Undelivered Speech on Ireland” [26 Kasım 1867], Karl Marx ve Friedrich Engels, Marx and Engels on Ireland içinde (Moscow: Progress Publishers, 1971) 120; ayrıca bkz. https://www.marxists.org/archive/marx/iwma/documents/1867/irish-speech-notes.htm.

16- Chris Szabla, “Göç sorununu Marx’tan okumak” 14 Ağustos 2018 https://www.politez.com/detail/politez-/9069/goc-sorununu-marxtan-okumak#.XAz0SOKhnIV

17- Mike Davis, Eski Tanrılar, Yeni Bilmeceler, Çeviri: Şükrü Alpagut, Yordam Kitap, İstanbul, Kasım 2018, s. 264

18- Özel olarak bu konuyla ilgili Türkçe’ye çevrilmiş bir kitap bile var: Wendy Brown, Yükselen Duvarlar Zayıflayan Egemenlik, Çeviren: Emine Ayhan, Metis Yayınları, İstanbul, Ekim 2011

19- Bu konuyla ilgili daha fazla bilgi ve yorum için bkz: Chris Szabla, “ Göç sorununu Marx’tan okumak” 14 Ağustos 2018 https://www.politez.com/detail/politez-/9069/goc-sorununu-marxtan-okumak#.XAz0SOKhnIV