Bu haftanın ilk bakışta potansiyel olarak en dikkat çekici filmi, (her ne kadar ödülsüz dönmüş olsa da) dünya prömiyerini Berlin Uluslararası Film Festivali’nin ana yarışmasında yapmış olan Fransız yapımı Eva gibi görünüyordu. Ancak bakıcılığını yaptığı yaşlı bir yazarın ölümünden kısa süre önce tamamlamış ama anlaşılan kimselere söz etmemiş olduğu son eserini sahtekarca kendi adına sahiplenerek kendisi de ünlü bir yazar konumuna ulaşan, daha sonra ise yeni bir eser ortaya koyması beklentileri karşısında debelenirken bir fahişeyle ilişkiye geçen genç bir adamın öyküsünü aktaran Eva, Avrupa’nın son çeyrek yüzyıldaki en iyi kadın oyuncularından Isabelle Huppert’in varlığına karşın hayalkırıklığı yaratan bir çalışma. Hem öyküsünün temel mantığı inandırıcılıktan uzak (usta bir yazarın kaleminden çıkmış bir metni hasbel kader sahiplenen bir kişi, kendisinin edebi birikimi olmadığına göre nasıl olur da bu bir seferlik ‘vurgunun’ getirisiyle yetinmeyip aynı düzeyde bir eseri kendisinin de yazabileceğine inanarak yayıncısından yüklü bir avans alır?); hem de temel karakterlerin iç dünyalarını, motivasyonlarını yansıtmakta başarısız. Huppert’in geçen yıl tam altı filmde birden oynamış olmasından film tekliflerini kabul etmede pek de seçici davranmadığı anlaşılıyor zaten; nitekim o altı filmden bu yıl !f’te izlediğimiz Madame Hyde (2017) da bir fiyaskoydu.
Uzun lafın kısası, bu hafta uzun uzadıya yazmaya değer yeni bir film karşıma çıkmadığından bu yazımın geri kalanını geçen hafta vizyona girmiş bir filme ayırmak istiyorum, yerli korku filmleri furyasının en yeni ürünü Kabir Azabı’na. Kabir Azabı kalburüstü bir yerli korku filmi olduğundan değil de ülkemizde İslami kültürel hegemonya inşa çabası içinde yerli popüler sinemanın yeri açısından isabetli bir örnek olduğu için.
2000’lerde korku, yerli popüler sinemanın güldürü ve romantik filmlerden sonra en görünür janrı halini almış durumda. Bu furya özellikle birkaç yıl önce doruğa çıkmış ve neredeyse iki haftada bir yeni bir yerli korku filmi vizyona girer olmuştu. Furyanın doruğa çıkması aynı zamanda doygunluğa ulaşması anlamına da geliyordu ve nitekim son birkaç yıldır vizyona giren yerli korku filmlerinin gişe performanslarında bir düşüş gözlemleniyor. Ancak yerli sinemacılar, bu janrı en azından henüz terketmiş değiller ve görünür bir gelecekte de terkedeceğe benzemiyorlar. Bu yıl şu ana dek, yarısı film başına onbinden az izleyici çekebilmiş olsa da, Kabir Azabı dahil bir düzineden fazla yerli korku filmi vizyona girmiş durumda ve 340,000 izleyiciye ulaşarak gişe başarısı açısından bu listede başı çeken Üç Harfliler: Beddua’nın yönetmeni Alper Mestçi’nin en yeni filmi Siccin 5’in de bu ay içinde vizyona girmesi planlanıyor.
Bu yerli korku filmleri furyasının lokomotifini İslami motifli filmler oluşturuyor. Furyanın doruğa çıktığı ilk yıllarda vizyona giren yerli korku filmlerinin büyük çoğunluğu bu nitelikteydi. Bu yıl ise İslami motifli çalışmaların, yerli korku filmlerinin yaklaşık yarısını oluşturduğu gözlemlense de bunlar içinde en yaygın gösterime girenlerin ve de en çok izleyiciye ulaşanların tamamına yakını yine İslami motifli. İki yıl evvel bu köşedeki bir başka yazımda (*) vurguladığım üzere, doğaüstü öğeler içeren bir korku filmi çekmeye girişen Türkiyeli bir sinemacı, bu coğrafya insanının kültürel olarak aşina olduğu cin ve benzeri motiflere yer vermeyi tercih ettiğinde muhakkak İslamcı bir ajanda ile hareket ediyor olması gerekmez, önemli olan bu motifleri nasıl bir anlatı bağlamında kullandığıdır. Dolayısıyla İslami motifli her bir yerli korku filmini külliyen türdeş biçimde aynı potada varsaymak doğru olmaz. Ancak öte yandan bu filmlerin azımsanmayacak bir miktarı da açık biçimde İslami kültürel hegemonya inşa çabalarının birer tezahürü konumundalar. Kabir Azabı da böylesi bir film. Zaten Kabir Azabı, yönetmen Arkın Aktaç ve senarist Murat Toktamışoğlu ikilisinin işbirliğinde gerçekleşen üçüncü film ve gerek bu ikilinin önceki filmleri, gerekse Toktamışoğlu’nun senaristliğin yanısıra bizzat yönetmen koltuğunda oturarak çekmiş olduğu üç korku filmi de, yerli korku sinemamızın İslamcı yönelimi en belirgin ürünleri arasında başı çekiyorlardı. Anlatılarının ideolojik yöneliminin dışında bu ikilinin beraberce ya da yalnızca Toktamışoğlu’nun imzasını taşıyan filmlere formel olarak baktığımızda ise Şeytan-ı Racim’deki (2013) stilize renk kullanımı içeren ayrıksı görüntü yönetimi ve aynı filmin finalinde açığa çıkan sürprizin senaryo açısından iyi kurgulanmış olması ile Üç Harfliler 2: Hablis’in (2015) finalinin görsel etkileyiciliği dışında birer korku filmi olarak vasatın üstüne çıkmaktan çok uzak kaldıklarını söyleyebilirim.
Kabir Azabı, cinlerin sinemamızda artık adeta suyunun çıkarılmış olmasının ışığında İslami kökenli kültürel korku motifleri havuzundan başka bir motifi, filme adını veren inancı, devreye sokmak açısından iyi düşünülmüş bir konsepte sahip. Ayrıca filmin başlangıcında, kabir azabına uğrayan/uğrayacak Ozan adlı baş karakterin acımasız bir iş hukuku avukatı olarak arzı endam etmesi, ‘vahşi kapitalizm’ eleştirisinin, teşhirinin filmin anlatısına içsel olduğu ve Sam Raimi imzalı Kara Büyü’nün (Drag Me to Hell, 2009) yerli versiyonunu izleyeceğimiz izlenimini veriyor. Nitekim aslında Kabir Azabi’nın anlatısı, ana izlek olarak, finalde ortaya çıkan twist hariç, baştan sona Kara Büyü’deki izleği takip ediyor ama temel bir ideolojik farkla; Kabir Azabı’nda Ozan’ın vahşi kapitalist ruhlu olması bir yana inançsız olduğu da vurgulanıyor: ödemeyediği borçları dolayısıyla evini elinden alıp kundaktaki bebeğiyle birlikte sokağa attığı bir kadın Ozan’a “Sende din, iman, Allah yok mu?” diye sitem ettiğinde Ozan kısaca “Yok!” diye karşılık vermekten çekinmiyor. Bu, retorik düzeyinde bir diyalog olmanın çok ötesinde, çünkü filmin bir başka sahnesinde bir hoca, Ozan’a “mazlum affederse Allah affeder ama bu yalnız müminler için geçerlidir” diyor. Yani Ozan, kendisine beddua etmiş mazlumu sonradan bulup onun mağduriyetini telafi ederek affını sağlayabilse bile kendisi mümin olmadığından aslında çıkar yolu yoktur (**).
Vahşi kapitalizmin de, acımasızlığın ve gaddarlığın da, orman kanunlarının toplumsal hayata hakim olmasının da dinsel inançsızlıkla bağlantılandırılmasının, bir tarafta yolsuzluklardan, rüşvetten, bir başka tarafta kanlı askeri darbe girişimlerine kadar bu coğrafyadaki pek çok melanetin, hangi kimliklerini ön plana çıkaranlar tarafından, ne adına yapıldığı anımsandığında, ideolojik bir kurgu olduğu ve kimlerin çıkarına, nasıl bir işlev gördüğü aşikar.
(*) http://ilerihaber.org/yazar/islami-korku-filmlerinin-ideolojiksiyasi-topografyasi-50243.html
(**) [Henüz izlemedikleri bir filmin eleştiri yazılarında sözkonusu filmin finalinden sözedilmesini okumak istemeyenler bu dip notu es geçsinler] Nitekim yalnızca mağdur ettiği kadına kendini affettiremeden değil ayrıca inançsız olarak da öldüğünde mezara gömülüyken -“kabirde”- kabir azabından kurtulmak için dehşet içinde tövbelerini haykırması nafile olacaktır (bu arada bu sekansının, kör parmağım gözüne anlatımındaki yarı-kitschliğine rağmen etkileyici ve dolayısıyla bellekte kalıcı bir seyir deneyimi yarattığını hakkaniyet adına kaydetmeliyim).