Evet, bazen insan ne diyeceğini bilemiyor. Kaskatı kesiliyor kelimeleriniz, sözleriniz, cümleleriniz. Şaşa kalmak değil bu. Adım adım gelinen noktayı görüp, her duruma umutlu bahaneler üretip, mecburiyetlere prangalanmanın ve bahaneler buldukça, ilkelerinizden bir parça daha koparıp, kenara koymanın bir sonucu sadece. Zalimlik var. Zulüm var. Hukuksuzluk, adaletsizlik, inkâr var ve ayakta kalmaya, direnmeye çalışan bir parti var diyorsunuz ve göze görünmez hale getirdikçe her yaklaşımı, kendiniz olmaktan çıkıyorsunuz.
“İyi misiniz?” diye sordu Sevgili Demirtaş. “İyiler kazanacak” dedi ve herkesin içini yoklayıp, iyi olanı dışarı çıkarmaya çalıştı. O her “ilkeler” dediğinde, altına imzamızı, büyük bir onurla attık. Çünkü siyaset ilkesizlikler üzerine kuruluydu ve insanların duygularını, bakışını, bilincini çürütüyordu. İlkeli olmak, hayatı, doğayı, barışı korumaktı. İnsan kalmaktı yani ve eşyanın adını koyup, güven vermekti.
Güven, aklın ve etik değerlerin korunmasıdır. Sırtınızı gönül rahatlığıyla yaslayabileceğinizi bilmenizdir. Kuyuya ipiyle indiğiniz insanların, o ipi asla bırakmayacağını bilmektir.
Her şeyin pragmatizme kurban edildiği, her türlü ilkesizliğin, meşru gösterildiği, her şeyin “olur” içine alındığı bir ortamda, güven duygusunu koruyabilmek, onu büyütmek ve hissettirmek, kitlelerle kurulacak bağın en güçlü yanıdır.
Bunu koruyanlara gösterilen teveccühü küçümseyen, kendisine oy verenleri, siyasetin şantajı haline getiren ve hep “büyük resmi görelim” diyerek, attıkları her adımı “bir bildikleri var” gizemine sokup, sus puslara hapsedenlerin yok ettiği şey, işte bu güven duygusudur. En tehlikeli olan budur. Siyasetin düzenbazlığı içinde ne kadar yer edinir ve bunu ne kadar araç haline getirirseniz, o kadar çürür ve çürütürsünüz.
İttifaklar kurabilir, siyasetin boşluklarını yaptığınız hamlelerle doldurup, bir kazanıma dönüştürebilirsiniz ama bunu ilkesiz bir tutumla yapmaya kalkarsanız, sadece kadrajına girdiğiniz yeri memnun etmiş ve meşrulaştırmış olursunuz.
Bin bir zorlukla, çileyle başkalarının kurduğu güveni, hoyratça kullanmanın elbette bir bedeli olur.
Erbakan’ı anmak için yan yana dizilenlerin verdiği pozun içinde en dikkat çekici olan HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar’dı ve ne acıdır ki diğerlerinden ayırmak pek mümkün olmuyordu. Birbirine benzeyen adamlar, Erbakan için birbirine benzeyen cümleleri, övgüleri büyük bir iştahla arka arkaya diziyor ve yerlerine oturuyorlardı.
M. Sancar da aynısını yaptı. Erbakan’a ve onun temsil ettiği siyasete biçtiği misyonu, Erbakan’a ait olduğunu söylediği bir sözle tamamladı: “Fırtınalara yön veren kelebeklerin kanat çırpışıdır”
Erbakan’a kanat çırpan cümleleri arka arkaya kuranlar nasıl bir fırtına yarattılar bilinmez ama Erbakan’ın temsil ettiği çizgide yürüyenler, onun özlediği şeyi yaptılar ve “Demokrasi bizim için bir tramvaydır. İstediğimiz durağa gelince ineriz” diyerek indiler. Erbakan’ın bir “Demokrasi aşığı”, “Statükoya karşı mücadele eden bir lider”, “Kürt sorununu çözecek bir vizyoner” olduğu iddiası, ne demokrasiyle ne hak ve özgürlüklerle alakalıydı. Gerici, pragmatist ve yağmacı bir anlayışın en somut örneklerinden biriydi ve takipçilerinin kurduğu düzen, onun hayaliydi.
Elbette HDP, siyasi nezaket gereği bu anmaya katılabilir ama yan yana dizilmişlerden farklı olarak, sözünü kurduğu yer, toplumsal muhalefetin güvenini, aklını ve vicdanını yansıtmakla yükümlüdür.
Bir Demirtaş pırıltısı, aksiyonu beklemiyor kimse ama asgari olarak farklı olmanın izlerini bulamıyorsak, diğerlerinden ayıramıyorsak, büyük bir sorun var demektir.
Kitlelere, Deniz’i, Mahir’i, Kemal Pir’i işaret edip, onları yâd edip, yukarıda Erbakan’ı ve çizgisini övgülerle anmanın, aşağıya “Demokrasi ittifakı” sunup, yukarıda “Millet ittifakı” yerleşkesinde buluşmanın, Davutoğlu’nun aramasını “kıymetli” bulup, el sıkışmanın yarattığı hat, HDP’yi korumayacak, aksine biriken soruları, bir güven sorununa dönüştürecek.
Sağ partilerin aynı şeyleri tekrar edip durduğu ve söz konusu statüko olunca, sıraya dizildiği bir yerde, onların zemininde kalmanın yolu olarak, “Ben de Nişantaşı çocuğuyum” havasında araya sığışmaya çalışmak, güven siyasetinin kurulduğu radikal demokrasi zemininin içini daha fazla boşaltmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
10 Ekim anmasına katılmak için yola çıkıp “hır gür var” diyerek, anma yerinden hızla uzaklaşan düşünce tarzı, direnmeyi ve kazanmayı, “denge siyasetine” hapsetmekten kurtaramaz. Sevgili Demirtaş’ın “Cesaret bulaşıcıdır” sözü, anın içindedir. Bir andır o ve onu gösterecek cüretiniz yoksa bulunduğunuz her yerde, cesareti başkalarının sırtına yükleyip, kazanımları ise omuzlarınızın üzerine almaya çalışırsınız ve bu elbette kendini ele verir. Kaybeden sadece siz değil, aynı zamanda kitleler olur.
Doğru zamanda, doğru yerde olmanın; doğru yerde, doğru şeyleri söylemenin cesaretle olan bağını kopardığınızda, söylemlerinizin hiçbir değeri, etkisi olmayacaktır. Cesareti bulaştırmanın yerini, AB’den gelen mesajlar, iktidardan, ana muhalefetten gelen işaretler dolduruyorsa, bunun sebebi “bekle-gör” siyasetidir. En yukarıdan, en aşağıya bir virüs gibi bu halin yayılması da cabası.
“İyi misiniz?” diye sordu Sevgili Demirtaş. Bunu kitlelere, halk içinde siyaset yapanlara, sözünü, cümlesini geleceğe dair kuranlara, hayal edenlere yöneltti.
Soruyu bir başkası sorsaydı, hiç konuşmayacaktık bile üzerinde. Soran Demirtaş olunca, hızla karşılık buldu. Çünkü insanlarla kurduğu güven ilişkisinin, ittifaklardan, anlaşmalardan çok daha güçlü olduğunu biliyor. Bu güven yaratılmadan, kurulmadan yapılacak her hamlenin, her taktiğin insanların inancını sarsacağını ve “biz kitlemizi ikna ederiz” rahatlığına sığınanların, büyük bir yanılgı içinde olduklarını da anlatıyor.
Özetle,
Mesele sadece Erbakan anması ve övgü iştahı değil. HDP’nin dünden bugüne kurduğu güven ilişkisinin üstünden atlamanın, bir siyaset biçimi haline getirilmesinde. İktidar ve ana muhalefetin, HDP ve seçmeni üzerinden yaptığı hesapların, çirkinleşme boyutu yarın hepimizin gözünün içine akacak. Mecburiyetlere sıkıştırılmış ve iktidar ile ana muhalefet arasında koza dönüştürülmüş bir HDP seçmeni görüntüsü sadece yaralayıcı olmayacaktır, aynı zamanda kalan güveni de kanatacaktır. Kazanan statüko, kaybeden ise halklar olacaktır.
Bunlar hiç de uzak olasılıklar değil.
Hem HDP’nin elini rahatlatacak, hem de kitleleri “umut” olarak gösterilen tüm sağ partilerden uzak tutacak formüller üzerinde yoğunlaşmalı. Ne Erbakan, Özal, Demirel güzellemelerine muhatap olacağımız, ne de ana muhalefete yedeklenmeye mecbur kalacağımız bir siyasi hatta sahip olmalıyız. Hepimizi, mücadele ettiklerimizle benzeşmekten uzak tutacak şey bu.
Tüm taktik hamlelerini bu güven siyaseti üzerine inşa eden bir gücü kurmak, yarın için söz sahibi olmamızı da sağlayacak. Sağ partilerin kendi aralarında çevirdiği topa değil de, ayaklarına sert girmedikçe, o topu çevirip duracaklar çünkü.