Bir cezaevindeki mahkumların mektuplarını ve onlara gelen mektupları sansürlemekle görevli bir memurun bir mahkum yakınına takıntılı ilgi duymaya başlamasıyla gelişen olayları öyküleyen, Ankara Film Festivali’nde SİYAD jürisi olarak En İyi Film seçtiğimiz Görülmüştür dün (cuma) sınırlı ölçekte, ülke çapında toplam yalnızca 33 salonda vizyona girdi. Kısa filmleriyle tanınan Serhat Karaaslan, ilk uzun metraj çalışması Görülmüştür’de kara mizah, muamma, gerilim ve dram unsurlarını bir potada eklektik değil uyumlu biçimde harmanlamayı başarmasıyla övgüyü hak ediyor öncelikle. Senarist-yönetmen Karaaslan Görülmüştür’de, baskıcı bir çarkın dişlilerinden biri olarak işlev görmek durumundaki ama kültür seviyesi ve mizaç olarak meslektaşlarından farklı ve dolayısıyla “iş ortamına” yabancılaşmış bir bireyin, bu ortamda işini yapmaya devam ettiği koşullarda “dışarda tutsak” bir bireyi kurtarma misyonunu kendisine yüklemesini incelikli, sürükleyici ve sarsıcı biçimde öykülüyor.
Zakir, cezaevinde mektup sansürcüsü olarak çalışırken mesai dışı zamanlarında ise, bir edebiyat kursuna devam ederek öykü yazarı olmayı hedeflemektedir. Derken bir gün, “görevi” gereği eline aldığı bir mektubun içinden genç bir kadının da göründüğü bir aile fotoğrafı çıkar ve Zakir, kimse fark etmeden ona el koyar. Önceleri bu fotoğraftan serbest biçimde esinlenerek bir öykü yazmaya girişir. Ancak bir mahkum yakını olan fotoğraftaki kadının gerçek yaşamdaki durumuyla ilgilenmekten de kendini alıkoyamaz -hele mahkum yakını olmanın ötesinde tedirginlik verici, hatta muhtemelen trajik başka bir durumun da söz konusu olduğunu sezdikten sonra- ve görüş günleri cezaevine bizzat gelen Selma adlı bu kadını önce cezaevinde, sonra da sokaklarda gizlice izlemeye başlar…
Zakir’in Selma’ya duyduğu ilginin dinamikleri bir hayli karmaşık. Bir yönüyle ondan hareketle iyi bir öykü yazmak şeklinde dolaysız biçimde faydacı bir saik var; ayrıca, Selma’nın güzel bir kadın oluşu ışığında erotik bir arzunun varlığını da hesaba katmak makul olacaktır. Öte yandan Selma’yı içinde bulunduğu muhtemel kapandan kurtarma amacı de en azından zaman içinde ağır basmaya, hatta öne çıkmaya başlıyor. Aslında bu üç dinamik de hayatta edilgen bir konumda olan Zakir’in bir özne olma, kendini ispatlama güdüsünün tezahürleri denilebilir. Buna Zakir’in toplumsal cinsel kimlik kalıpları bağlamında “gerçek” bir erkek olma güdüsü demek de, özellikle “genç ve güzel kadınları kurtarmanın” temel bir erkek-egemen fantezi olduğu anımsandığında, olanaklı. Ancak aynı duruma biraz daha farklı mercekten baktığımızda aslında Zakir’in “insani olanı yapan insan” olma arzusu da diyebiliriz belki. Çünkü, Zakir’in “mesleği”, gayri-insani bir meslek ve o, kendine insani meşgaleler edinerek, gayri-insani bir ortamda gayri-insani bir iş yapan bir birey olma durumunu adeta bilinç-altında el yordamıyla telafi etmeye yöneliyor da olabilir.
Görülmüştür’de bu anlatı başlarda önce yer yer kara mizahla açılıyor, özellikle cezaevindeki sansür odasında Zakir’in amirinin ve meslektaşlarının kara cahilliklerinin teşhiriyle; besbelli mektuplarını okudukları kişilerin tırnağı bile olamayacak tıynetteki kişiler, onları sansürleyen küçük ama etkin birer iktidar konumundalar. Film daha sonra Selma’ya dair muammanın devreye girmesiyle izleyicinin merak duygusunu tetikleyerek farklı bir sürükleyicilik kazanıyor, bilahare Zakir bu muammayı çözme hevesine kendini kaptırdıkça “meslektaşları tarafından bu gizli uğraşında yakalanıp başı derde girecek mi” gerilimi de seyir deneyimine katılıyor ve nihayet perdeye gelen çok küçük ama çok iyi tasarlanmış bir jestle büyük bir dram yüzümüze balyoz gibi vuruluyor.
Filmin etkileyiciliğinde başroldeki Berkay Ateş’ten, yan rollerdeki Füsun Demirel ve Ercan Kesal’a dek oyuncuların tümünün büyük katkısı olduğunu eklemek gerek. Ekran süresi ve bu süre içindeki replikleri çok az olsa da Selma rolündeki Saadet Işıl Aksoy’un da bu başarıdaki payı çok yüksek. Görülmüştür’ün en unutulmaz sahneleri, Aksoy’un konuşmadan sırf bakışlarıyla tüylerimizi ürpertircesine filmi sırtladığı sahneler. Görülmüştür, son yıllarda garantici formüllere sığınmadan farklı yönelimlerle sinemamıza taze kan sağlayan kalburüstü “ilk filmlerin” en yenisi ve bu yılın en iyi yerli filmlerinden biri.
Bağlılık: Aslı
Önceki filminin, İslami bilim-kurgu Buğday’ın (*) galasını Saray’da yapan Semih Kaplanoğlu’nun Türkiye’nin Oscar aday adayı seçilen yeni filmi Bağlılık: Aslı da bu hafta vizyona giren yerli filmler arasında. 150’den fazla salonda gösterime çıkarılan Bağlılık: Aslı’nın baş karakteri, işine geri dönmek için bebeğine bakıcı bulma arayışındaki ve bebeğini altı ay emzirdikten sonra mamaya alıştırmak amacıyla emzirmeyi kesmekte kararlı, orta-üst gelir grubundan Aslı adında genç bir kadın. Kaplanoğlu, eşi Leyla İpekçioğlu’nun katkısıyla yazdığı senaryoda, Aslı’yı örneğin yemek yapmayı bilmeyen ve bu yüzden işten eve yorgun argın ve de aç olarak gelmiş biçare kocasını kötü bir salataya talim etmek durumunda bırakan bir kadın olarak betimleyerek yalnızca anneliğe dair ‘sorumluluklarından’ (=çocuğunu tıbbi gereklilik olan altı aydan sonra da, sütü kesilinceye dek emzirmek) kaçınan değil, ‘ev kadınlığı ödevlerini’ de yerine getirmeyen genç bir kadın temsili olarak sunuyor. Aslı’nın babasının, ofisini Atatürk fotoğraflarının süslediği -düşük tirajlı!- bir gazeteye kendini adamış ve sabahtan itibaren rakı içmeye başlayan bir adam oluşu da bu tablonun bir parçası! Tablonun bir diğer parçası ise Aslı’nın annesinin Aslı daha küçük bir çocukken ailesini terk etmiş olması… Bunun karşısında ise Aslı’nın bakıcı olarak tuttuğu, kendinden çok daha genç yaşlardaki dar gelirli Gülnihal çıkarılıyor: Gülnihal’in de bir çocuğu var, bakıcılık yaptığı zaman çocuğuna kayınvalidesi bakıyor, Gülnihal yemek yapma işlerinde Aslı’dan daha becerikli, vb., vb.
Bir kadının, hayatını nasıl sürdüreceği kendinin bileceği bir konudur, evlenmek ya da evlenmemek, çocuk sahibi olmak ya da olmamak ve Bağlılık: Aslı özeline gelecek olursak Bağlılık: Aslı’nın anlatısında merkezi bir yer tutan (ve dolayısıyla tüm annelik işlevlerinin en dolayımsız örneği, özeti, temsili gibi sunulan) sütten kesilinceye dek emzirmek veya emzirmemek dahil. Bu konularda seçimi şu da bu yönde olan kadınları, onların şu ya da bu yöndeki seçimlerini olumsuzlamak etik de değildir, kimsenin haddi de olmamalıdır, hele erkeklerin hiç değil.
Kaplanoğlu, Bağlılık: Aslı’da Buğday’dan farklı olarak lafzi düzeyde ifade edilen İslamcı bir retorik kullanmamış, dolayısıyla bu film önceki kadar çiğ değil. Ancak filmde yer alan ve yalnızca bazılarını yukarıda sıraladığım temsiller, dikotomiler, öyle kör parmağım gözüne sunuluyor ki film yine de çiğleşiyor; bunların “nötr”, doğalcı sunumları değil, izleyici pozisyonunu yargılayıcılığa yönelten sunumları söz konusu. Devam edecek olursak, Aslı’nın babasının evinin içinden ilk planda rakı konulmuş bir çay bardağı görüntüsünün perdeye gelmesi ve kendini adadığı gazetedeki Atatürk resimleri ise niyeti, “niyet okumaya” mahal bırakmadan açığa vuruyor: izleyici pozisyonun yargılayıcı biçimde algılamasına maruz bırakılan Aslı, Atatürkçü çevreden bir babanın evladı (**).
Filmin son çeyreğindeki kilit sahnelerden biri Aslı’nın, çocuğu Gülnihal tarafından bakılırken ormanlık bir arazide kısa bir süre gezdikten sonra perdeye geliyor. Aslı, bu gezintinin kendine çok iyi geldiğini, biraz yalnız kalabilmeyi çok özlemiş olduğunu söyleyip Gülnihal’e onun da bazen yalnız kalabilmeyi isteyip istemediğini sorunca annesi vefat etmiş olan Gülnihal’den “ben yalnızca annemi özlüyorum” yanıtını alıyor. Bu nokta, Bağlılık: Aslı’nın aslında insani olabilecek meselesine nasıl bir noktadan yaklaştığının göstergesi: Bağlılık: Aslı, ‘bazen biraz yalnız da kalabilme’ özlemini, kayıp anneye duyulan özlemin karşısına koyuyor, onunla zıtlaştırıyor.
Bu diyalogdan bir müddet sonra Aslı’nın, kendisini çocukken terk etmiş olduğu için bir daha görüşmeyi reddettiği annesiyle buluşup barışması ise içi boş, altı doldurulmamış bir göstergeden öteye gidemiyor. Tabii ki kimse kimseyle sonsuza dek küs kalmasın ama bu barışmanın bağlamı, arka planı ne?, yani örneğin anne evi neden terk etmiş, Aslı artık annesini af mı etmiş oluyor, yoksa annesinden af mı dilemiş oluyor, ya da hem o hem o mu tamamen meçhul ve dolayısıyla bağlamsız (Bu sorulara, söz konusu olan anne ise, gereksizdir demek de belki düşünülebilir ama niyet öyleyse de bu bile net değil). Hele kadın yönetmenlerin elinden çıkmış ve sorunlu ana-kız ilişkilerini ele alan Köksüz (2013) ve Ana Yurdu (2015) gibi filmleri anımsadığımızda bu işlerin bu kadar kolay, bu kadar basit olduğunu ancak Aslı konumundakiler ile empati kuramayanlar sanabilir diye düşünmemek elde değil.
Yıldızlara Doğru
Bu haftanın en dikkat çekici yabancı filmi ise Yıldızlara Doğru (Ad Astra) adlı Hollywood yapımı bilim-kurgu. Öncelikle son yıllarda izlediğim en etkileyici uzay sahnelerini perdeye getirdiği için uzay filmlerinin müdavimlerinin Yıldızlara Doğru’ya sinema ortamında, hatta şehirlerindeki en büyük perdeli sinema salonunda izleme şansını kaçırmamalarını önereyim. Yıldızlara Doğru ayrıca evrende dünyamız dışında yaşam var mı konusuna (“uzaylılar var mı?) pek çok filmden farklı, özgün biçimde yaklaşan bir film olarak da, yine türün meraklıları açısından dikkate değer bir film.
!f
Kurucu ekibin, festivalin isim hakkını (“markasını”) satmış oldukları Mars grup tarafından festival yöneticiliği görevlerinden alınmasının ardından !f Bağımsız Filmler Festivali bu yıl sonbahara ertelenmişti. Görevlendirilen yeni bir ekibin düzenlediği 18. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali geçen cuma başladı ve yarın (pazar) sona eriyor. LGBTİ+ temalı filmlere ayrılan ve !f’in en alameti farikası sayılan ‘Gökkuşağı’ bölümü dahil !f’in pek çok geleneksel bölümü bu yıl da korunmuş. Bu arada, örneğin İstanbul Film Festivali’nin çok yanlış bir kararla terk etmiş olduğu geceyarısı gösterimlerinin !f’de daha çok korku filmlerine ayrılan ‘Karanlık & Köşeli’ başlığı altında sürüyor olması özellikle sevindirici.
Dün vizyona giren ve bu yazımın en baştaki ana bölümünü tahsis ettiğim Görülmüştür’ün de yer aldığı bu yılki ulusal yarışmanın sürprizi ise İslami motiflere rağbet etmeyerek “Batı korku sineması tarzında” diyebileceğimiz filmleriyle tanınan ve böylece Türk korku sineması içinde kendine ayrıksı bir yer edinmiş genç sinemacı Can Evrenol’un yeni filmi Peri: Ağzı Olmayan Kız oldu. Perihan başlıklı bir çizgi romandan serbest biçimde esinlendiği kaydedilen Peri: Ağzı Olmayan Kız, büyük bir savaş ve büyük bir santral kazası ardından “kıyamet-sonrası” bir dünyada her birinin ağız, burun, kulak, göz gibi birer uzvu eksik bir grup çocuğun hayatta kalma mücadelesini öykülüyor. Başkarakterleri çocuklar olduğundan esas itibariyle yoğun bir çocuksuluk, daha doğrusu “sevimlilik” taşıyan film yer yer kan-revan, şiddet, bilumum grotesk sahneler, ölüm de içerdiğinden hiçbir şablona, kalıba, beklentiye uymuyor, adeta 1970’lerin-80’lerin aşırı sert korku filmleriyle tanınan İtalyan yönetmen Lucio Fulci fantastik, kıyamet-sonrası janrında bir “çocuk filmi” (!) çekseydi herhalde böyle bir film ortaya çıkardı dedirtiyor.
Bu arada Öğrenci Kısaları yarışmasında yer alan, Sinem Kanat'ın yönettiği ve gece vakti korsan taksicilik yapan genç bir erkeği merceğine alan Gece Sürüşü'nün ise 'kısa film, uzun metrajın kısa metrajlısı değildir, kendi özgün formatı vardır' düsturunun çok iyi bir uygulaması olarak dikkat çekici ve övgüye değer olduğunu ekleyeyim.
(*) Buğday hakkında bu köşede yayınlanan yazım için bkz: https://ilerihaber.org/yazar/bugday-didaktik-bir-islami-bilimkurgu-79242.html
(**) Bağlılık: Aslı hakkında kadın bir eleştirmenin yazısına (http://www.tersninja.com/baglilikasli/) Twitter'dan karşılık veren Leyla İpekçi’nin filmde “küresel düzenin çalışan anneye çözüm sunamamasını, […] Kapitalizmin dayattığı bu gökdelenler arasına sıkışmış hayatı” gösterdikleri iddiasının filmde karşılığı yok. Gerçi, evet, Aslı işine geri döndüğünde daha geri seviyede bir konumdan çalışmaya başlamak durumunda bırakılıyor ama filmin mevcut çalışma yaşamının çalışan annelere karşı tutumunu teşhiri esasen bununla sınırlı ve bu da filmin belkemiği değil, dikkate değer ama yan bir unsur filmin bütünü içinde. “Küresel düzen”, “kapitalizm”, hedefe oturtulmuyor filmde, yargılayıcı bakışa maruz bırakılan bunlar değil; hatta bunlar, az evvelki cümlede andığım tek bir husus hariç, anlatıya -en azından vurgulu, belirgin biçimde- dahil de değil. Ama sabahtan rakıya başlayan Atatürkçüler anlatıya bir hayli görünür biçimde dahil.