Gidecekler mi?

Hepimiz biliyoruz olacakları. Olacaklardan kaçınmak için bulduğumuz her yol kapandı ve çıkmaz bir sokağın başında duruyoruz şimdi.

“Korkmayın,  girin” diyor bir ses ama biliyoruz çıkmaz bir sokak o ve zifiri karanlık. Karanlıkta, sokağın duvarlarına tutunup, el yordamıyla yürüyüp, çıkmazın o yüzüyle karşılaşacağız. Soğuktur her çıkmazın yüzü. Soğuktur son umudun bir nefes olup aynaya düşmesi. Soğuktur acının ve kahredişin çaresizliği.

 “Girin” diyen sesler, sokağın sonu için “umut” vadediyor ama biliyoruz sokağın sonu bir duvar. Tıpkı “korkmayın girin” diyenlerin sesi gibi. Kocaman bir duvar.

Bize “merak etmeyin” diye sesleniyorlar. Oysa bütün meraklanmaları, “kesin gidecekler” dendiğinde yatırmıştık siyasetin emrine.  İnandık ve sürüklendik. İnandık ve emeğimizi, enerjimizi, umutlarımızı ne varsa, uzattık ellerine. Şimdi vakit tedirgin, elimizde, avucumuzda, yüreğimizde bir atımlık kalmışlığımız ile şimdi tarihin en bilindik anının önündeyiz.

Ya duvara yaslayıp kurşuna dizecekler hepimizi, ya da ellerinden silahı almak için yürüyeceğiz üstüne.

O çıkmaz sokağın sonunda, yenilenlerin ahı, hayalleri olduğunu unutmadan ve bizden öncekilerin duvarlara sinmiş kokularını, seslerini, yüzlerini, inatlarını, sloganlarını üstlenip karartmadıkça gözümüzü, kazanamayacağız.

Her gün içimizden sorduklarımızın, sordukça boğazımıza taşan öfkemizin ve her defasında kendi iç seslerimizi bastırmamızın tüm nedenlerini biliyoruz.

Bilmekten ve bilip hiçbir şey yapamamaktan kan kaybediyoruz elbette.

Her şey gözümüzün önünde olurken, her şey içimize bir mıh gibi çakılırken ve zulüm hayatlarımızın, sevdiklerimizin, geleceğimizin canına düşmüşken nasıl iyi olabilir ki insan?

Bu kadar yanıp, kavrulurken, bu kadar kırılıp, dökülürken, elimizi, sesimizi attığımız her yerden çığlıklar yükselirken, kelepçelenmiş eller önümüzden geçirilip

Ve,

İnsan onuru parçalanıp, ibreti âlem için önümüze atılırken, nasıl iyi kalabilir insan?

“Nasıl havalandın, hasar almadan bu tufandan” diyen o şarkının sözlerinde olduğu gibi, bunca tufandan yara almadan havalananların “gidecekler” diyen sesine mi muhtaç olacağız, yoksa her tufanda yanındakine sarılmış, atılan taşlara kendini siper etmiş, tüm kötülüklere karşı yüreğini ortaya koyup “buradayız, hiçbir yere gitmiyoruz” diyenlerin sesine mi döneceğiz yüzümüzü?

Her tufandan yara almadan sıyrılmayı bir başarı öyküsü gibi anlatanlara mı inanacağız, yoksa yaralarını birlikte sarıp, inatla fırtınalara kafa tutanlara mı?

Kime inanacağız?

Her tufanda “birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde” diyerek, bizi yarattıkları zalimlerle baş başa bırakan, “savaş” denilince hizaya girip, bombaların üzerine isimlerini yazdırıp, her yerde ağırlanan, “beka” denilince bulup, buluşturdukları bayraklarla poz veren ve her adaletsizliğe başlarını havaya kaldırıp, yok-muş gibi yaparak, kendilerine “aynı gemide” yer ayırtanlara mı?

Gücümüzü, inadımızı tufandan yara almamak için kullanıp sıyrılanların, bir ülkeye dair kurduğumuz tüm hayalleri, “az kaldı”, “gidiyorlar” diyerek, rahatlarına “müstemleke” haline getirmelerini, aklımıza bir hakaret olarak algılamıyorsak, bilin ki kimsenin bir yere gittiği falan yok.

“Ya gitmezlerse” sorusunu zihnimizden ayıklayıp, pürüzsüz bir itaat sağlamak tek dertleri. Koltuklarını, sıhhatlerini, huzurlarını güvenli kılacak olan şey bu çünkü.

“Bir bildikleri var demek ki” gizemine bürünüp, “gidecekler” vaadine yapıştırdıkları ruh halimizin üstünden kurdukları ve korudukları tek şey, yara almadan sıyrılıp hayatlarına devam etmek.

Kendi elimize almadıkça irademizi ve sesimizi her yerde yükseltip hesap sormadıkça, hepimizi o çıkmaz sokağa tıkıştırıp, önüne dizecekler ürettikleri çaresizliğin.

Neyi zayıf bırakmak istiyorlarsa orayı güçlendirmenin, neyi yok etmek istiyorlarsa orayı var etmenin, neyi kuşatmak istiyorlarsa orada karşılarına dikilmenin, üzerimize doğrulmuş tüm silahları alt edecek bir gücü var.

Bize güçsüz olduğumuzu kabul ettirmeye ve ne yaparsak yapalım, başaramayacağımıza inandırmaya çalışıyorlar.

İnanacak mıyız?