Çürüyüş ve umut…

Olağanüstü zamanlardayız. Birikmiş tarihsel ve toplumsal sorunlar, “iç” ve “dış” çelişkiler olağan yöntemlerle güdülecek eşiği aşmış durumda.

Olaylar, itiraz ve tepkiye, çözümlemeye zaman bırakmayan bir hızla akıyor.  Son birkaç günün olaylarına bakın: Anayasa Mahkemesi’nin hak ihlali saptamasıyla Altan ve Alpay için verdiği tahliye kararının buruşturulup bir kenara atılması, CHP’nin yeni İstanbul İl Başkanı’nın seçildiği anda soruşturmaya uğratılması, polisin trafik kontrolünde para cezası yazma kolaylığında insan öldürmesi, kadınlara yönelik fiili ve ideolojik şiddet zincirine her gün bir yeni halkanın eklenmesi, reisin Afrin’e savaş tehdidiyle sesini yükseltmesi…

Türkiye toplumunun önemli bir bölümünün, normal koşullarda “bu kadar da olmaz” denecek olayları kanıksamayla, “yapacak bir şey yok” edilgenliğiyle karşılaması bir çürüme belirtisidir. Nedenleri var. Burada, devlet şiddetini, bölünme ve savaş ajitasyonlarıyla yayılan korkuyu, geçim ve gelecek kaygısını, toplumsal muhalefetin başarısızlıklarını ve bunların yol açtığı hayal kırıklıklarını anmakla yetinelim ve iki not ekleyelim: Birincisi, gelecek seçimde oy kullanarak ülkenin geleceğinin belirlenebileceği beklentisi, günümüzün en büyük ve ne yazık ki hâlâ etkili illüzyonudur. Kanıksama ve edilgenlikte bu beklentinin çok büyük payı var. İkincisi, yeni rejim, evet büyük bir şiddet eşliğinde ilerliyor; ama önemli bir kesiminin rıza ve onayına da dayanıyor.

***

Bu rejim, toplumu çürütüyor.

Çürüme, canlı bir organizmayı bir arada tutan öğelerin birbirinden kopuşması, dağılması olarak tanımlanıyor.

Türkiye’yi yönetenler, bölünme paranoyasını gerici koalisyonun ideolojik çimentosu olarak işlerken, bölünme tehlikesinin asıl nedenini de perdelemiş oluyorlar. Bölünme tehlikesi gerçekten var; ama bu olasılığı reel bir tehlike boyutuna yükselten belirleyici neden, tek adam devletinin Sünni-Türklerden ibaret bir  “millet” ideolojisine dayandırılmasıdır. Bu yaklaşımın Türkiye’yi Kürt-Türk, Alevi-Sünni, İslamcı-laik olarak üç eksende böldüğü, bir tür toplumsal çürümeye yol açtığı açıktır.

“Yükselen” değer yargılarını da,  çürüme göstergeleri olarak değerlendirmek gerekiyor. Köşe dönücülük, devlet ve kamuda yeteneğe değil yandaşlığa bağlı kariyer, güçlüye biat-güçsüzü aşağılama, yağcılık, yalakalık, yiyicilik vb. gerici koalisyon kadrolarının yeni “norm”larıdır. 

Son yıllarda kendini gösteren bir başka çürüme belirtisi lümpenleşmedir.  Son 37, ama özellikle son 15 yılda, siyasetten başlayarak toplum yaşamının her alanında cahillik, sığlık, niteliksizlik, insana saygısızlık, kural-ilke tanımazlık “yükselen değer”lerdir. Dahası, rejim, toplumun sınıf dışı (declasse); eğitimsiz, işsiz-güçsüz tortularını, lümpen kesimlerini vurucu gücü olarak yedeğine alıyor. İki süreç birbirini destekliyor.

***

Peki, yazının başlığındaki umut nerede? Umut, rejimin kapsayamadığı,  “yeni Türkiye”’nin bir parçası olmayı hem siyasal hem de kültürel davranışlarıyla reddeden, bu tutumunu 2013 Gezi isyanıyla, 7 Haziran 2015 seçimleriyle ve 2017 Nisan referandumuyla ortaya koyan, özgül ağırlığı yüksek toplumsallıktadır.

Türkiye’yi değiştirmek isteyenlerin, seçim ittifakları, adaylar vb. üzerine papatya falı açmayı başkalarına bırakarak bu toplumsallığı hareketlendirmeye, onun içinde örgütlenmeye odaklanmaları gerekiyor.  

Türkiye’nin ilerici devrimci gizil gücü bu toplumsallığın içindedir. Gericilik, siyasal ve kamusal alanda katettiği mesafeye rağmen, yaşam tarzını, kültürünü korumakta direnen bu kesimlere nüfuz edememiştir. Aslolan hayattır. Devlet, düzen, kapitalizm günlük hayatın içinde yeniden üretiliyor. Devrimciliğin ve komünist hareketin de kendini yaşam ve çalışma alanlarından başlayarak yeniden üretmesi gerekiyor.

Bunun için, kanımca tutulması gereken iki halka var.

Birincisi, çürüyüş, tıkanıklık ve çaresizliğin ideolojik kaynaklarını kurutmak, devrimci ilerici harekete çekim ve canlılık kazandırmak  için, çürüyüş ve çözülüşten çıkış yolunu, yeni toplum tasarımını pozitif mücadele/program hedefleri olarak ortaya koymak, eylem-söylem birliğinde toplumsallaştırmak  gerekiyor.

İkincisi, sınıfsal, ekonomik, siyasal, cinsel,  kültürel hak ve özgürlükleri, devrimci, pozitif, kurucu içeriklerini zenginleştirerek savunmak, savunmakla da yetinmeyip fiilen, bireysel ve kolektif olarak kullanmak, tüm yaşam ve mücadele alanlarına yeni kültürleşme tohumları atmak gerekiyor.

Bunların güncel ve acil ihtiyaçlara yanıt vermeyeceğini düşünenlere ise, elden, son otuz yıldır acil işler peşinde koşarken, yapılamayan esas işi ve kaybedilen zamanları anımsatmaktan başka bir şey gelmiyor.