Birlikte çoğalmak

Sinenin sinmeyenleri hedeflemesi, itiraz etmeyenlerin itiraz edenleri işaretlemesi, suya sabuna dokunmayanların, dokunanları kirletmeye çalışması, böylesi tenhalaşma süreçlerinin de ürünüdür biraz.

İyiliğe, sevgiye, hakikate yüklediğimiz anlamların hiçbiri boşuna değil. Hayatlarımızı örseleyen her şeye karşı bir direnç noktamız varsa, hepsi anlamlı kıldığımız bu üç şey sayesindedir. Anlamlandırdıklarımızın içini doldurdukça güçleniyor ve bir başkasını da güçlü kılıyoruz. Vicdanın sesi böyle oluşuyor.

Bir yalanı yaşayanlar, kendisini o yalandan uyandıran duruşları sevmezler pek ama gerçek şu ki, uyandıkça insan kalmanın erdemine sahip olabiliyoruz. İnsanın kendisinden saklanması pekala mümkündür. Saklanarak yaşamaya alışmak, saklanmadan yaşayanlardan uzak durmakla olası ama gelin görün ki bir kenara çömelmiş ve kendi varlığına hiç yok-muş, gibi yapan o insan, düştüğü acınası halden de huzursuzdur. İnsanın kendi içinde huzursuzlanması iyidir. Herkesin kıpırtısız durduğu yerde, hareket edenin fark edilmesi doğaldır. Kıpırtısızlar, hareket edeni gözleriyle takip ederler. Tek takip eden onlar değildir elbette. Kıpırtısız bir hayatı baskı ve zorla inşa edenler de fark eder onları. Statüko bozulur, koşuşturmalar başlar ve hakikatin, hareket edenin sesinde yankılanması ile sessizlik büyüsü bozulur.  Bu yüzden saklanmadan yaşayanların, saklanmadan konuşanların, saklanmadan itiraz edenlerin ödediği bedel, aslında hepimiz adına ödenmiş bir bedeldir.

Herkesin birbirine “sus” dediği yerde başlar faşizm.

Herkesin birbirine “konuşma”, “yazma” diye ikaz ettiği, “sana mı kaldı” diye fısıldadığı yerdir orası.

Kobane davasında yargılanan Sevgili Alp Altınörs’ün Sendika.Org editörü Gazeteci Ali Ergin Demirhan’a yazdığı mektupta ifade ettiği “Beni şaşırtan, iktidarın hilelerinden ziyade, etrafımızın tenhalığıdır” sözü bu nedenle çok anlamlıdır.

“Etrafın tenhalığı” ile “sus, konuşma, yazma” arasında ince bir bağ var bu yanıyla. Adını koymaktan çekindiklerimizin bir gün gelip yüzümüze yapışması gibi bir şey bu. Ne kadar yıkarsanız yıkayın, ne kadar temizlemeye çalışırsanız çalışın, ne kadar görünmez kılmaya çabalarsanız çabalayın söküp atamazsınız onu. Mimiklerinize, tebessümünüze inme yapar çünkü ve hep görünür olur.

Korku ve sinikliğin aşılamadığı yerde başlayan ve en yakınındakileri tüketip, pusuya düşürerek haysiyet suikastçılığına doğru evrilen savrulmaların da nedenidir bu. Sinenin sinmeyenleri hedeflemesi, itiraz etmeyenlerin itiraz edenleri işaretlemesi, suya sabuna dokunmayanların, dokunanları kirletmeye çalışması, böylesi tenhalaşma süreçlerinin de ürünüdür biraz. Her cenahta bir parça yansımasını bulmak çok mümkündür.

Ama hayatın ve mücadelenin kendine has bir örgüsü vardır. Hepimizi iyileştirici bir özelliği mevcuttur. Her ne olursa olsun, kımıldayanların cümleleri olması gerekeni, doğruyu işaret eder ve o işaretler kaybettiğimiz yönümüzü, kaybettiğimiz kelimeleri, cümleleri bize yeniden hatırlatır. O cümleleri yeniden kurmaya başladığımızda, hayat zulmün önüne birden dikili verir.

Osman Kavala’nın, Can Atalay’ın, Mücella Ablanın, Tayfun’un, Mine’nin, Çiğdem’in, Hakan’ın, Yiğit’in ve sürgüne mecbur bırakılanların savunduğu şeydir gerçek hayat. Dik bir duruşun, hayatın tüm çeperinde varlığını hissettirmesi, tenhalaşan alanlara birikmesi, birikenin zaman zaman taşması, zaman zaman dinmesi ama hep inat etmesi, bize ait olanı hatırlatır.

Hatırlanan şey, geleceğimizin, var oluşumuzun da sebebidir.

“Çürükler, Sürtükler” diye bağıran zatın hazımsızlığı, “Kral çıplak” diyen seslerin karşısında nasıl bozuma uğradığının da itirafıdır.  Köprüye “Her Yer Taksim, Her Yer Direniş” pankartı asanların, iktidarın zayıflığını ele veren bir sonuç yaratması da bununla ilgilidir. Bir avuç diye bakılan insanların cesareti devletten değil, hakikatten geldiği için, çarpan etkisi de daha büyük oluyor diyebiliriz.

Bu etkiyi, Türkiye’nin ikinci yüz yılına taşımak işte bu nedenle önemli. Yüreğini bulan insanların, onu hakkıyla taşıyan insanların ödediği bedellerin bir kazanıma dönüşmesi ve geleceğin bu kazanımla korunması, özlediğimiz şey ise, elimiz bahanelerle titrememeli o vakit.

Gidenin hakaretleri, küfürleri ile gelenin gücü eline geçirince edeceği “vızlı, tırıslı” meydan okumaları arasına sıkışmamayı seçmek, bizim elimizde. Bu gerçeğin üzerinde tekrar tekrar düşünmeliyiz belki de.

Kendimizi kendimizle eğlemekten kurtulmanın da tercihidir bu.

Cezaevleri, iktidarla, ilkesizlikle, hukuksuzlukla, adaletsizlikle derdi olanlarla tıklım tıklım doluysa, sadece iktidarla değil, kendini kendi çeperiyle eğleyen sorumsuzlukla da yüzleşmeliyiz.

İri cümlelerin arkasına sığınan ve kendinden başka hiçbir şeyi önemsemeyen halin, iktidarın ceberutluğuyla dirsek teması kurduğunu da görmezden gelemeyiz. Tenhalıktan yanalar çünkü. Tenhalığın olduğu yerde kalabalık gözükmek kolay çünkü.

Tekrar başa dönersek;

Hayatı anlamlandırmak, onun için inat etmek hepimize iyi gelecek tek şey. Birbirimize iyi gelmenin, çoğalmanın, çoğaltmanın cümlelerine sahip olmak, tek başına bile bir gücü ifade eder çünkü.

Can Atalay’ın “Bu karanlığı hep birlikte aşacağız” sözünde özetlediği şeydir bu işte.

Hepimizin en anlamlı toplamı yani…