'Arıza' olmak iyidir

Siyaset sahasının, iktidar, ana muhalefet ve ittifakları aracılığıyla kuşatılması ve tüm toplumu buna uygun olarak tasarlama süreci hız kesmeden sürüyor. Yarın ne olacağına, neler yaşanacağına dair bir belirsizlik var ve belirsizliği “umut” pazarlayarak, soyut söylemlerle “bekle,  gör” politikasına sıkıştıranlar, seçime endeksledikleri bu umutların üstünde istedikleri gibi at koşturuyorlar.

Devlet bir soygun çetesinin elinde ve iktidar sermayeyi memnun etmek için, bu soygunu sürdürülebilir kılmanın yollarını arıyor. Gayrimeşru her yolu, yasaları delik deşik ederek  “olur” kılıyor. İktidar için her yolun mubah sayıldığı, devletin tüm kurumlarıyla bu çürümüşlüğe uyumlu hale geldiği, getirildiği bir zeminde, sadece hayatlar değil, tüm ülke acıyla inliyor. 

Yağma ve talanın, bürokrasideki kapkaççılığın ve “benden sonrası tufan” diyerek, atanır atanmaz tüm olanakları cebini doldurmak için organize eden yöneticilerin ellerinde, ülkenin her zenginliğinin, değerinin içi boşaltılıyor.

Bunun gücü, iktidarın yukarıdan, en aşağıya kadar kurduğu soygun çarkından geliyor. Herkes çalıyor, herkes soyuyor ve herkes bu soygun sisteminden nemalanıyor ve doğal olarak, kimse yolsuzluktan yargılanmıyor, hatta dokunulmazlık zırhıyla ödüllendirildiği için, siz ne kadar yazarsanız yazın, ne kadar ispatlarsanız ispatlayın, ne kadar bu “suç” diye bağırırsanız bağırın, iktidarın kurduğu soygun düzeninin duvarına kendiniz tosluyorsunuz.

Ülkede artık “skandal” diye bir şey yok.

“Skandal” olabilmesi için, ülkenin ve toplumun değerlerinde yaşananların bir karşılığının olması gerekir. Değerler ne kadar aşındırılırsa, ne kadar içi boşaltılırsa, o kadar utanmazlık geçer akçe olur ki AKP’nin ilk vurduğu ve üzerinde yükseldiği yer burası oldu. Kendisine “aydın” diyenlerin, iktidarla ilişikli hale gelip, bu yolun açılmasına sağladıkları meşruluk ise aydın kalesinin içeriden çökertilmesi ile sonuçlandı.

AKP’nin, dibine kadar iğdiş ederek, etkisiz hale getirdiği şey, sağcı iktidarların ülke tarihinde adım adım aşındırdıklarının bir finaliydi.

Yazarlar, gazeteciler bu yol düzlensin diye kurban edildi. Yüzbinlerce insan “vatan, bayrak, bölünmez bütünlük” gibi, soygunlara giydirilen kılıfların öncülüğünde cezaevlerine dolduruldu. İşkenceler, katliamlar, kayıplar hemen hepsi, bu soygun düzenini, kayıtsız şartsız kabul ettirebilmek için uygulandı. İtiraz edenler “terörist”, direnenler “hain”, karşı çıkanlar “dış mihrak” olarak işaretlenip, çarmıha gerildi.  Bugün, “olmaz” dediğimiz her şeyin  “olur, bal gibi olur” haline gelmesi birden bire olmadı.

İşkenceciler “kahraman”, soyguncular “gurur duyulan iş insanları”, katiller “vatansever”, güce göre konumlananlar “demokrat”, darbeciler “kurtarıcı” olarak tüm topluma sunulup, alkışlattırıldı ve bugünler tohumlandı. AKP böyle filizlendi, büyüdü ve bir canavara dönüştü.

Her gün canavarı doyurmak için aramızdan birilerini seçip, ağzına sürüklüyorlar. Canavarın midesi günden güne büyüyor ve doymak bilmez iştahını dindirmek için, artık toplu kıyımlar yapılıyor.

Ana muhalefetin “aman canavarı kızdırmayalım, kendi kendine gidecek” siyasetinin tüm bedelini,  iktidarın gayri meşru politikalarına ve bunun için sahaya sürdüğü şiddetine karşı, hayatın her alanında direnen insanlar ödüyor.

Cezaevleri tıklım tıklımsa, insanların evleri bile bir hapishaneye dönüştürülüyorsa, gazetecilere pusu kuruluyor, siyasetçiler hedef alınıyor, sesini çıkaranın kapısına polis dikiliyorsa, mafya ve çeteler organize edilip, sokağa salınıyorsa, yargı bizzat bu çetelere kapı komşuluğu yapıyorsa, burada devasa bir hazırlık var demektir. 

Açık söylemek gerekirse, bugün kadınlar, öğrenciler, gençler, işçiler, sözünü hakikatten yana kuran yazarlar, sesi çoğaltmaya ve gerçeği kitlelere ulaştırmaya çalışan gazeteciler olmasa,  acaba ana muhalefet partisi ve çeperi ne yapacaktı?

Sokağı bir öcü gibi gösteren “Millet İttifakı”nın ortaklarını, bir hak arayışında, direnişinde gören var mı? Hayır.

Ana muhalefet partisinin belli başlı milletvekilleri (ki onlar bile kendi partilerinin içinde marjinal olarak görülüyorlar) dışında, kimseyi görüyor muyuz? Hayır.

İnsanların sokakta yükselen sesleri olmasa, kürsüde sürekli aynı cümleleri kuracak bir sığlıkla baş başa kalacak olanlar, sokak biraz öne çıktığında anne babalara çağrı yapıyor, ‘80 öncesini hatırlatıp “aman ha” diyerek ayar veriyor. Bunun sebebi sokağı kendilerinin istediği bir ayarda tutmak ve kendilerinin ödemediği bedeller üzerinden “muhalefet” yapıyor-muş gibi görünmektir.

Kendileri açısından bu çok kullanışlı bir siyaset olabilir elbette ama aynı zamanda bu büyük bir sorundur da.

 Sokakta, haksızlığın, hukuksuzluğun yaşandığı her alanda sesini yükselten, direnen ve inatla hayatı savunanlar, bu statükoyu bozup, “çantada keklik” olmadıklarını, “tıpış tıpış oy verecekler” seviyesine çekilen iradelerini “kazın ayağı öyle değil” diyerek, alternatif siyasi kanalları güçlendiren zeminleri öne taşıdıklarında, kimse koltuğunda rahat rahat oturup gevşeyemeyecek.

Tüm statükocuları rahatsız etmek, rahatsız edici olmak, bence keyfi de çıkarılacak bir pozisyon.

Oldukça ayar bozucu ve belki de yapmamız gereken bu ayar bozuculuğu en etkili şekilde kullanmaktır.

Tıpkı Sera Kadıgil’in, meclis kürsüsünde AKP’nin “bıyıklı” ezberini bozması gibi. Bu ezber bozuculuğu sokağa taşımak bile çok sarsıcı olabilir.