Günümüz Türkiye sinemasının, esas itibariyle günümüzün Türkiyesi ile bağı kopuk bir sinema olduğunu daha önce çeşitli vesilelerle bir kaç kez vurgulamıştım. Tabii ki yalnızca ana akım yerli sinema açısından değil, bağımsız yerli sinema açısından da geçerli bir durum bu. Günümüz Türkiye sineması henüz faşizmin iktidarı altındaki 1930’ların “beyaz telefon filmleri” denilen, İtalya’daki mevcut sosyal gerçekliğin tam zıddı bir İtalya’yı yansıtan filmler furyası üretmiş o dönemin İtalyan sinemasının düzeyine inmedi ama bağımsız sinemamızın en kalburüstü ürünleri dahi genelde zamandan ve mekandan büyük ölçüde münezzeh, spesifik olarak içinde yaşadığımız dönemle ilintisi bulunmayan ürünler. Kuşkusuz istisnalar yok değil, örneğin Emin Alper’in ikinci filmi Abluka (2015) hem dört dörtlük yapım kalitesi, hem de şiddet sarmalı içindeki varoş arka fonuyla bu bağlamda son derece dikkate değer bir çalışmaydı –ancak, vizyona girdiği dönemde bu köşedeki kapsamlı eleştirimde (*) açımladığım üzere siyasi açıdan “flu” kalmaktaki ısrarıyla da maluldü. Geçmiş ve muhtemel gelecekle bağlantılı biçimde günümüz Türkiyesine dair göndermeler içeren ve de safını net biçimde belli eden Kaygı’ya (2017) bu bağlamda en övgüye değer örnek olarak daha önce bu köşede defalarca işaret etmiş durumdayım (**). Kaygı’nın genç bir sinemacının, Ceylan Özçelik’in, ilk uzun metraj filmi olması gibi bu hafta vizyona giren ve yine geçmişle bağlantılı biçimde “bugüne” dair de göndermeler içeren Arada da genç bir sinemacının ilk filmi.
Mu Tunç’un, Sam Pink’le (bir mahlas?) ortaklaşa yazdığı senaryodan çektiği Arada’nın konusu esas itibariyle 1990’larda geçiyor ve ilk bakışta dönemin Istanbul’undaki punk camiayı, gece hayatının belirli kesimlerini yansıtma odaklı bir film gibi görünüyor. Bu punk/gece yaşamı fonu önündeki olaylar zincirinin temel dinamiği ise, filmin başkarakteri olan Ozan adlı gencin Türkiye’yi bırakıp gitme düşüncesi içinde olması; Ozan, California’ya bir gemi bileti elde etme şansı bir gece aniden karşısına çıktığında bu uğurda Istanbul’u boydan boya turluyor. Ozan’ın Türkiye’yi terketme arzusunun sebebi önce punk müziğin ve bu müzik severlerin Istanbul’da dahi kendilerine bu diyarda “yer olmadığını” hissetmelerinden ibaret görünüyor. Ancak Türkiye’yi terketme mevzuu film ilerledikçe daha geniş bir bağlama oturmaya başlıyor. Ozan’ın içinde bulunduğu ikilemin, basitçe ve yalnızca bir müzik zevki uyuşmazlığının ötesinde yaşadığı diyarın kendisine her açıdan, esas itibariyle yaşam tarzı dolayısıyla hasmane güçlerin köşe başlarını tuttuğu, pusuya yattığı bir diyar oluşuyla bağlantılı olduğu yavaş yavaş belli oluyor. Ve film son dönemece yaklaştıkça aslında 1990’ların punk camiası özelinin ötesinde bariz biçimde bugüne de dair yakıcı göndermeler taşıdığından kuşku kalmıyor. Nitekim son çeyreğinde Arada sürpriz bir viraj alarak tam da bugün yakın geleceğe dair duyulan endişeleri yansıtan distopik bir hal alıyor.
Ozan’ın içinde bulunduğu durumu, ruh halini biraz yukarıda “ikilem” olarak ifade etmiştim; bunun sebebi, Ozan’ın kendisine hasmane güçlerin pusuda yattığı diyardan kaçma dürtüsü ile herşeye karşın bu diyarda kalma seçeneği arasında aslında tereddüt ediyor oluşu. Arada’nın açık uçlu sayılabilecek finali adeta “burası bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” deyip kaçıp gitmekle “- burada bizi öldürmek isteyenler var ama - bu memleket bizim memleketimiz” seçenekleri arasında kalışa denk düşüyor gibi yorumlanmaya açık.
Arada, kusursuz, mükemmel bir yapım değil, yer yer –eleştirmen klişesiyle ifade edecek olursak- bir ilk film olduğunu hissettiren kimi defoları mevcut. Ancak hakettiği takdir yalnızca derdi, meselesi olan bir film olmasına indirgenemeyecek kadar da nitelikli ve kaldı ki derdi, meselesi de azımsanmayacak kadar önemli.
Muhteşem Kadın ve Taş Devri Firarda
Bu yıl “Yabancı Dilde” (İngilizce’den başka bir dilde) En İyi Film Oscarı’nı kazanan Şili yapımı Muhşemen Kadın (Una mujer fantastica, 2017) da bu hafta ülkemizde vizyona girdi. Trans kadın bir şarkıcının, düzenli bir ilişki içinde olduğu evli bir adamın ani ölümünün ardından yaşadığı zorlukları dingin bir anlatımla perdeye getiren Muhteşem Kadın’da başrolde trans kadın oyuncu Daniela Vega oynuyor.
Öte yandan haftanın dikkate değer bir diğer yabancı filmi ise ‘Wallace & Gromit’ filmleri ile tanınan İngiliz kil-animasyon (claymation) ustası Nick Park’ın üçüncü uzun metrajı olan Taş Devri Firarda (Early Man). Yaşadıkları vadi Bronz Çağı uygarlığı tarafından işgal edilen bir Taş Devri kabilesinin, kazanmaları durumunda özgür bırakılmaları vaadiyle Bronz uygarlığının şampiyon takımıyla bir futbol maçı oynamalarını konu alan Taş Devri Firarda, Nazi Almanyası döneminde Nazilerle maç oynamak durumunda kalan savaş esirlerinin öyküsünü aktaran Zafere Kaçış’ın (Escape to Victory, 1981) ilk çağlara uyarlanmış bir yeniden çevrimi sayılabilir (Zafere Kaçış da Cehennemde İki Devre adlı, 1961 tarihli bir Macar filminin yeniden çevrimiydi). Taş Devri Firarda, Nick Park’ın en iyi filmi değil ama yine de son derece eğlenceli bir seyirlik sunuyor; futbol müdavimlerinin ve/veya Zafere Kaçış’ı nostaljiyle anımsayanların filmden ayrı bir keyif alacakları da kesin.
(*) http://ilerihaber.org/yazar/direnen-varoslarin-karanligin-kalbi-olarak-temsili-31661.html
(**) http://ilerihaber.org/yazar/toplumsal-elestirel-bir-psikolojik-gerilim-filmi-kaygi-31777.html