13 yıllık AKP iktidarından sonra 1 Kasım seçimiyle noktalanan 2015 dönemeci, güncellikle sınırlı kalmayan dönem ve durum çözümlemelerini, orta ve uzun erimli hedefler ve görevler üzerine yeniden düşünmeyi zorunlu kılıyor.
Bize, “görev”lerin ne olduğunu, nasıl yerine getirileceğini söyleyecek hazır bir reçete yok.
Nesnel koşulların devrimci irade ile değiştirilemeyeceğini tarihten biliyoruz. Ama, bir şeyi daha: Devrimler, tarihsel, toplumsal sorunların yoğunlaştığı, aynı zamanda bu sorunları kaynağıyla, bağlamıyla ortadan kaldıracak güçlerin, toplumsal enerjinin biriktiği zamanlarda, aktif devrimci bir azınlığın öncü hareketiyle mayalanıp gerçekleştiriliyor. Nesnel koşulları dönüşümlere bağlayan otomatik düzenekler olmadığı için de, aktif bir azınlığın bir toplumsal değişikliğin öznesi olmasını olanaklı kılan “öznel” koşul, yöntem ve tarzlar siyaset bilim ve sanatının konusu oluyor.
Bundan sonraki yazılarda elimden geldiğince, bugünkü dünya, bölge, ülke koşullarında sol/sosyalist hareketimizin yüz yüze olduğu sorun ve olanakları bu mercekten değerlendirmeye çalışacağım.
Bu yazıda, güçlenerek sürmekte olan Erdoğan/AKP iktidarına karşı mücadelenin bir yönüyle ilgili kimi saptama ve öneriler yapacağım.
***
AKP iktidarı ile düzen/devlet arasındaki birlik-özdeşlik ilişkisi daha önce de yazdığım gibi çelişkili bir karakter taşıyor. Türkiye toplumu, devlet erkinin tek adamda yoğunlaşmasına yandaşlık ve karşıtlık temelinde bölünmüş durumdadır. Bu bölünme bir yandan AKP iktidarının süreklilik sigortası olurken, bir yandan da düzenin ve devletin meşruiyet temelini daraltmaktadır.
Toplumun neredeyse yarısının bir biçimde “AKP karşıtı” konumda olması, AKP-düzen bütünleşmesi düzeyi dikkate alındığında düzen karşıtı bir potansiyelin varlığına işaret ediyor. Öte yandan, bu “en geniş” ve bir ölçüde varsayımsal karşıtlık hele de sandık üzerinden kendi başına dönüştürücü güç sayıldığında yalnızca hayalciliğe, indirgemeciliğe yol açmakla kalmıyor, gerçek toplumsal muhalefet güçlerinin direncini de kırıyor.
7 Haziran sonrası gelişmeler ve 1 Kasım seçimleri bu çelişkiyi keskinleştirdi. AKP dışındaki partilere verilen yüzde 60 oranındaki oyla AKP iktidarına son vermenin mümkün olmadığı, tersine AKP iktidarına son vermek için sermaye düzeninin kendisine yönelmek gerektiği toplum bilincine işlemeye başladı. Son 6 aylık sürecin en değerli kazanımı budur! Erdoğan ve AKP rejiminin sona ermesini istiyorsan sermaye düzeninin bütününe karşı mücadele edeceksin!
***
İki yıl kadar önce, bir sohbet sırasında bir arkadaşın 2010 Anayasa Referandumundaki yüzde 42 “hayır” ı kastederek “Bu yüzde 42 bize yeter!” dediğini anımsıyorum. Komünist siyasetin toplumsallaşması ve devrim için çok daha azının yeteceğini düşündüğüm, AKP gerici dönüşümlerine direnen ilerici-seküler güçlerin ağırlığını oluşturduğu yüzde 42’lik bloku, Türkiye solunun liberal dalgaya karşı çıkışının ileri bir örneği olan “hayır” kampanyasını önemsediğim için bu anlatıma itiraz etmemiştim. Ayrıca saydığım gerekçeler doğruydu. Bugün de doğru.
Komünist siyasetin toplumsal zeminini o referandumun yüzde 42’si ile sınırlayan anlayış ise yanlıştı ve bugün de yanlış!
Açmaya çalışalım.
Sosyalistlerin 15 vekil ile meclise girdiği 1965 TİP “olay”ını ve 1970’li yıllarda “düzen değişikliği” belgisiyle yükselen Ecevit dalgasını saymazsak, 1946’dan bu yana, ama özellikle 2002’den bu yana bu ülkede yapılan tüm seçim ve referandumların “milli irade ve karşıtları”nın sayılması işlemi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Türkiye gericiliği “milli irade”yi “Sünni Müslüman ve Türk” kimliği üzerinden tanımlamakta, Alevileri, Kürtleri, seküler kentli Türkleri, gayri müslimleri vb. dışlayan bu tanıma ve bunu doğrulayan oy dağılımına göre, Türkiye toplumunun yüzde 60-65’i “milli irade” tarafında yer almaktadır. “Türk-İslam sentezi tarafında” da diyebilirsiniz!
Son yıllarda, Türkiye’de “sağ”ın yüzde 60-65’lik, “sol”un yüzde 35-40’lık bir toplamı temsil ettiği söyleminin sol hareket içinde de moda olmaya başlaması bu ayrımın zımni kabulü anlamına geliyor.
En önemli sorunlarımızdan biri bu kabullenmedir. Bu taraflaşmayı değişmez “veri” olarak kabullenen, kendisini bu bölünmenin bir tarafına kapatan bir yaklaşımla ülke çapında devrimci-sosyalist bir nitelik oluşturmak da, etnik, dinsel, mezhepsel ve kültürel temelde bölünmüş Türkiye toplumunu bir arada tutacak ideolojik, siyasal bir sentez geliştirmek de olanaklı değildir. Bunlarsız bağımsız bir siyasal güç olunacağı ise boş hayaldir!
Sorun gerçekten nicelik değil, nitelik sorunudur. Örnek olsun, sınıfsal açıdan organik, siyasallaşmış bir yüzde 5 niteliktir; bu özelliklerden yoksun yüzde 42 değildir.
Etnik, dinsel, kültürel temelde kutuplaşma emeğin de aynı eksende bölünmesi anlamına geliyor. Çizgi buradan çekildiğinde dindar emekçiler, Kürt emekçileri dışarıda bırakılmış, dolayısıyla sınıfsal birliğin ideolojik siyasal zemini daraltılmış oluyor.
Yüzde 40-42, ne sınıfsal, ne de ideolojik-siyasal bakımdan türdeştir. MHP’lisinin, milliyetçisinin, TÜSİAD’lısının, seküler cumhuriyetçisinin vb. içinde yer aldığı bu karmaşık toplam, geçtiğimiz 13 yıl içinde, en önemli ortak paydası olan laik devlet-seküler toplum mücadelesinde olsun ciddi bir varlık gösteremedi. Bu mücadele önemsiz ve temelsiz olduğu için değil, “eski rejim” güçlerine ve ideolojisine dayanarak, onlarla birleşerek “eski” laik günlere bile dönülmesi olanaksız olduğu için. 13 yıllık pratik, laik devlet-seküler toplum mücadelesinin de ancak, Kemalist laikliğin ötesine geçen emekçi karakterde bir sosyalist aydınlanmacı programla kazanılabileceğini gösterdi.
Ayrıca, “oy” üzerinden toplumsal öbekleştirmenin kendisi sorunludur. Bir yandan seçimlerin önemsiz olduğunu söyleyip, hatta seçimleri yok hükmünde sayıp, bir yandan da Türkiye toplumunu sandık sonuçları üzerinden sınıflandırmak bizim solumuza özgü bir anormalliktir. “Seçmen”, fiziksel anlamda “kütle” değil, attığı pusulalar gibi sayısal toplamıyla “değer” kazanan, yönlendirilmeye, koşullanmaya son derece açık bir “yığın”dır.
***
Devrimci sosyalizmin hedefi bu yığın değildir.
Devrimci sosyalizm emek-sermaye çelişkisi üzerinden yükselir.
Toplumsal içerikteki bir siyasal devrim toplumun aritmetik çoğunluğu ikna edilerek değil, devrimci bir bakış ve davranış edinmiş aktif azınlığın doğrudan eylemiyle gerçekleştirilebilir.
Buraya kadar söylenenlerin ana fikri budur.
Devrimci bir azınlık ise ancak, yeni bir düzenin habercisi ve taşıyıcısı olarak sivrildiği, verili toplumsal formasyondaki sorun ve çelişkiler zincirinin içindeki en temel, en başat, zincirin öteki halkalarını da sarsıp sürükleyecek en öncelikli halkaları belirleyip onlara odaklandığı, milyonların düzen tarafından karşılanamayan tarihsel ve toplumsal gereksinmelerini karşılamaya yetenekli olduğunu söylemde ve eylemde gösterdiği zaman toplumsal bir devrimin kaldıracı olabilir.
Söylenenleri somut siyaset diline çevirmeye ve sonraki yazılarda ayrıca ele almak üzere başlık olarak formüle etmeye çalışırsak şöyle bitirebiliriz:
Öncelikli görevimiz, AKP’yi indirmek üzere “en geniş birlik” peşinde koşmak değil, AKP karşıtı toplumsal birikime amaç, yön ve enerji kazandırarak hem AKP’den hem bu düzenden kurtulmayı olanaklı kılacak devrimci bir kutbu, emek ve sosyalizmin siyasal odağını var etmektir.