Türk-İslam sentezi, fetih siyaseti ve talan düzeni

Şurası açık ki ülke tarihinin gördüğü en ceberut, en yıkıcı ve gerici iktidarına karşı verilen mücadelenin yazgısını muhalefet güçlerinin ne kadar yan yana, birleşik bir şekilde hareket edeceği belirleyecek.

Stefan Zweig, İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar kitabında uzunca bir bölümü İstanbul’un fethine ayırır.

Zweig’e göre iyi bir komutan, üstün bir deha, hırslı, kararlı bir kişilik olan Mehmet, aynı zamanda ordusunu son büyük savaşa nasıl hazırlaması gerektiğini bilen iyi bir psikologdur.

Muhteşem atı üzerinde, Haliç kıyılarından Marmara Denizi’ne kadar uzanan büyük karargâhı boyunca bir çadırdan ötekine koşturan, uğradığı her yerde komutanlarını ve askerlerini yüreklendiren genç sultan, on binlerce savaşçının kazanma isteğini son haddine nasıl çıkaracağını bilir.  Söz verir. Tellallar büyük saldırıdan önceki son gece, sultanın verdiği sözü, davullar çalıp borular öttürerek karargâha duyururlar:

“Sultan Mehmet, Allah’ın, Hazreti Muhammed’in ve dört bin peygamberin adını anarak, babası Sultan Murat ve bütün atalarının aziz ruhları üzerine yemin etmiştir ki, alınışını izleyen üç gün boyunca, askerler kenti yağmalayabileceklerdir. Surların içindeki her şey, her türlü ev ve ziynet eşyaları, sikkeler ve paha biçilmez mücevherler, erkekler, kadınlar ve hatta çocuklar bile savaşı kazanan askerlerin malı olacaktır.” (1)

Öyle de olur. Sultan Mehmet, sözünü tutar; kentin bütün evlerini ve sarayları, kiliseleri ve manastırları, erkekleri, kadınları ve çocukları savaş ganimeti olarak askerlerine sunar. Gözü dönmüş binlerce yağmacı, ganimet için âdeta birbirleriyle yarışır. İlk önce kiliselere hücum edilir ve paha biçilmez bütün altın kaplar ve her türlü süs ve ziynet eşyaları yağmalanır. Daha sonra sıra, evlere gelir. Evlere girenler, ele geçirdikleri ganimetin kendi malları olduğu anlaşılsın diye girdikleri evin damına kendi bayrağını asar. İkinci gün şehre giren genç sultan, yağmacı askerlerinin ganimet için birbirleriyle dalaşmalarına aldırış etmeksizin yanlarından geçer; Ayasofya’nın önüne geldiğinde atından iner, secdeye varıp duasını ettikten sonra kalkar ve Justinianus’un kutsal katedralinden, Ayasofya Kilisesi’nden içeriye adımını atar.

Bir çağ kapanmış yeni bir çağ açılmıştır. O, artık Fatih Sultan Mehmet’tir.

***

Geçtiğimiz günlerde haber ajansları, AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Çaycuma 1 alanında, 3023 metre derinlikte, 58 milyar metreküplük doğalgaz rezervi keşfedildiğiyle ilgili açıklamasını paylaştılar. “Keşif”, Fatih sondaj gemisi tarafından gerçekleştirilmişti.

Gerçi Türkiye’nin yıllık doğalgaz rezervi 60 milyar metreküptü ve bulunan gazın verimlilik değeri, ne zaman nasıl son tüketiciye ulaştırılacağı dahi belli değildi ama kimin umurunda!  Yandaş medya haberi “müjde” vurgusuyla birlikte verirken muhalif medya -haklı olarak- her seçim dönemi öncesi başlığa çıkartılan ama altı boş çıkan daha önceki keşifleri hatırlatarak habere ihtiyatla yaklaştı. (2)

Daha önce “Mavi Vatan” olarak tanımlanan açık sularda adı geçen ve Akdeniz’deki doğalgaz aramalarında görüntü veren Fatih gemisi, belli ki filonun “şanlı geçmiş”e selam çakan Kanuni ve Yavuz sondaj gemilerine göre daha atak çıkmış, tarihsel sıralamaya bağlı kalarak öncülüğü kimseye kaptırmamıştı.

AKP’nin, daha doğru bir ifadeyle Türk-İslam sentezi müridlerinin havaalanı, köprü, hastane vb yerleri Osmanlı padişahlarıyla ilişkilendirmeleri yeni bir şey değil. Daha önce de bunu yapmışlardı. GATA olarak bilinen ağırlıkla askerlere hizmet veren Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nin ismini Sultan Abdülhamid Han Eğitim ve Araştırma Hastanesi olarak, yine ağırlıkla PTT çalışanlarına hizmet veren hastanenin ismini ise Fatih Sultan Mehmet Eğitim ve Araştırma Hastanesi olarak değiştirmişler, Boğaz’a yapılan üçüncü köprünün ismini de -Alevi yurttaşlarımızın bütün itirazlarına rağmen- Yavuz Sultan Selim koymuşlardı.

Örnek çok. Onlarca, belki yüzlerce örnek verilebilir.

Rövanşist, yüz yıllık parantezi kapatma tasarısının motive ettiği, büyüklük kompleksiyle malul benzeri adlandırmaların ve uygulamaların kaynağının Türk-İslam sentezine içerili fetihçi zihniyet olduğu söylenebilir.

Milletin asli temsilcisi olduğu vehmiyle hareket eden bu zihniyet, bir taraftan ülkenin gerçek sahibi olduğunu tabelalar üzerinden ilan ederken, dahili ve harici burçlara bayrağını dikme adına da her gün yeni bir adım atıyor. (3)

***

Fetih, her şeyden önce bir yıkma edimidir. Ve fetih zihniyeti ile ganimet dürtüsü, talan ve yağmacılık karındaştır. (4)

Ve her fetih, yeni bir durum ortaya çıkarır. Her ne ihdas edilecekse yıkılacak olanın, öncekinin yerine ihdas edilir. Fetheden kendi kurallarını koyar. Göz göre göre gerçekleşir her şey.

Parlamenter sistemin büyük ölçüde tasfiyesi de göz göre göre oldu zaten. Fetih eyleminin kendisinden doğan yıkma edimi gerçekleşti ancak eskinin yerine yenisi kurulamadı. Bir kuralsızlık, bir öngörülemezlik, siyasetin çıplak hâli başta olmak üzere ilişkili tüm alanlarda geçerli. Yasamanın, yargının, eski Cumhuriyete ait tüm kurumların yerine yürütme erki geçti. Mühür sultanın elinde.

Yağma Hasan’ın böreği misali ekonomi saray etrafında kümelenmiş bir çete tarafından talan edildi. Bilindik hiçbir kural en tepede beşli, aşağılara doğru gidildikçe çoğalan, ülke kaynaklarının yağmalanmasını kendisine hak gören diğer beşli onlu çeteleri bağlamıyor. Dünya Bankası tarafından 2020 yılında yayınlanan rapora göre dünya ölçeğinde devlet kurumlarından en çok ihale alan 10 şirket arasında Türkiye’den beş şirket bulunuyor. Dev kamu yatırımlarının demirbaşları olan beş inşaat şirketine, yatırım bedelleri kadar vergi/harç indirimi ihsan edildiği, Cengiz, Limak, Kalyon, Kolin ve Makyol’a son on yılda 128 kez vergi ve harç indirimi yapıldığı açıkça biliniyor.

Döviz ve dış borçlulukta inşaat ve enerji şirketleri liste başında yer alıyor. Orman arazilerinin maden sahası haline getirilerek ruhsatlandırılması ve iktidar bloğuyla iltisaklı bir çıkar grubuna özel ihale yoluyla 49 yıllığına verilen liman işletmelerinin süresinin tekrar tekrar uzatılması bu yağma ve talan düzenin tezahürü olarak görülebilir. Her ne kadar ara sıra iktidarın uygulamalarından rahatsız oluyor gibi gözükseler de ülkenin en önemli sermayedarlarından Koç, Sabancı ve Eczacıbaşı’nın yüksek kazançlı enerji ve maden sektörlerinde faaliyet gösterdikleri bir vakıa. TCMB, Varlık Fonu ve yanı sıra üç kamu bankasının ve Hazinenin, özel şirketlerin döviz borçlarını fiilen üstlenmiş olduğu da bir vakıa.

Ekonomist Oğuz Ayan’ın ifadesiyle “Sermayeye sürekli olarak varlık/değer aktarımları üzerinden işleyen bir talan düzeni” hükmünü sürdürüyor.

***

Bir kez daha İstanbul’un kritik önemde olduğu tarihsel bir seçimin eşiğindeyiz. 1994’te belediye seçimini kazanarak İstanbul’u “Bizans”ın elinden geri aldığını düşünen zihniyetin temsilcileri geçen seçimde kaybettikleri İstanbul’u ne pahasına olursa olsun yeniden kazanmak istiyor. Muhalefetin surlarını her gün topa tutuyorlar. Teşbihte hata olmaz: Muhalefet bloğunun duvarları arasında her nasılsa unutulmuş bir “Kerkaporta” arıyorlar. Bulduklarında İstanbul’a ve ardından da tüm ülkeye el koyacaklarına şüphe yok! (5)

Türk-İslam sentezi gerek inandırıcılık ve gerek yayılma potansiyelleri itibariyle kendi sınırlarına varmış gözüküyor. Ancak yakın dönemlerdeki Macaristan ve Brezilya deneyimleri ortada. Her iki pratik de mutlak güçle donatılmış otoriter yönetimlerin -hele ki egemen sınıflar da içinde olmak üzere toplumun belli kesimlerinden destek alıyorsa- öyle kolayca iktidarı bırakmayacaklarını gösteriyor.

Burjuva siyasetinin temsilcileri “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” adını verdikleri bir program etrafında şaşırtıcı bir birlikteliği “Millet İttifakı” ve onun bir üst biçimi olan “6’lı Masa” adı altında bugüne getirmeyi başardılar. Sol sosyalist yapılarsa tek bir çatı altında buluşamasalar da iki ayrı blok halinde başkanlık rejimi karşıtı bir pozisyon aldılar.

Cumhuriyetin kuruluşunun 100. yılı yaklaşırken iktidar bloğuyla muhalefet güçleri arasındaki bilek güreşi devam ediyor. Ya yüz yıllık parantezi kapatmak isteyen  yeni Osmanlıcı zihniyet kazanacak ya da “Kahrolsun istibdat! Yaşasın hürriyet!” diyenler.

Şurası açık ki ülke tarihinin gördüğü en ceberut, en yıkıcı ve gerici iktidarına karşı verilen mücadelenin yazgısını muhalefet güçlerinin ne kadar yan yana, birleşik bir şekilde hareket edeceği belirleyecek.

Zweig’la başladık, Zweig’la sonlandıralım.

İstanbul’un fethi yazısı şöyle bitiyor:

“... insan yaşamında olduğu gibi tarihte de, kaybolmuş bir ânın yakınıp dövünmekle geri getirilebileceği hiç görülmemiştir. Bir tek saatin kaybettirdiği şeyi, bin yıl geri getiremez.” (6)


(*) Bu yazı, Türk-İslam Sentezi başlıklı yazı dizisinin sekizinci ve son bölümüdür. Bir önceki yazı için şu linke bakılabilir: https://ilerihaber.org/yazar/turk-islam-sentezi-baskanlik-rejimi-ve-alt-emperyalizm-142938

(1) Stefan Zweig, İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar, “Bizans’ın Fethi”, Can Yayınları, 48.

(2) 2004 yılında Akçakoca’da önce doğalgaz, sonra petrol, 2007’de Karadeniz’de hem doğalgaz hem petrol, 2009’da Sakarya’da doğalgaz, 2013’te yine Karadeniz’de doğalgaz ve petrol ve 2020’de yine Akçakoca’da doğalgaz bulunmuştu (!)

(3) Beklenen ama son günlerde sert bir yoğunluk kazanan İstanbul belediyesiyle ilgili gelişmeler daha önce HDP’li belediyelere kayyum atanması süreciyle bağıntılıdır. İktidar HDP’nin kazandığı illeri “iç yaban” olarak görmekte ve belediye ukdesindeki kaynağı yağmalanması gereken bir imkan olarak kodlamaktadır. Benzer bir yaklaşım Suriye politikası için de geçerlidir. Zeytinlikler ganimet, petrol kuyuları talan edilecek “dış yaban”dır.

(4) Yeri gelmişken hatırlayalım. 2017 Referandumunu savaş olarak gören bir densiz, sosyal medyada “Hayırcıların kızları karıları Evetçilere helaldir” gibi bir paylaşımda bulunabilmişti. Söz konusu paylaşımın kaynağı kaybedene el koymayı, ganimeti kendinde hak gören zihniyetti.

(5) O zamanki Konstantinopolis üç kademeli bir sur düzeneği tarafından korunuyordu. Belgrad Kapısı ya da Cambazhane Kapısı olarak da bilinen ve günümüzde Fatih Ayvansaray bölgesinde yer alan Kerkaporta, büyük kapıların henüz açılmadığı saatlerde ve barışta yayalara ayrılmış küçük kapılardan biriydi. Zweig’ın aktarımında Osmanlı ordusunun öncü kollarından birinin her nasılsa açık unutulmuş bu kapıdan içeri girerek savunma hattını kırıp dağıttığı bilgisi yer alır. Fetihle ilgili Bizans (Batı) ve Türk kaynakları doğaldır ki açık farklılıklar içerir. Türk tarihçiler -kente Topkapı surlarında açılan bir gedikten girildiğini belirterek- İstanbul’un fethini “tesadüf”le ilişkilendiren benzeri yaklaşımları fethin küçümsenmesi olarak görürler. Bu yazının tartışmada taraf olmak gibi bir derdi yoktur. Zweig, kitapta yer alan diğer tarihsel olayları kurgularken de, öncesini, onu hazırlayan süreci yadsımadan “an”ı öne çıkarmış, yıldızın parladığı anları merkeze alan bir anlatıyı tercih etmiştir.

(6) Stefan Zweig, İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar, “Bizans’ın Fethi”, Can Yayınları, s. 56.