Proust gibi okuyabilmek

Birkaç versiyonu olan bu öyküde Marcel Proust ve James Joyce Mayıs 1922’de bir partide karşılaşıp tanışırlar. O kadar az konuşurlar ki karşılıklı sorularına “hayır” dışında yanıt vermezler. Bu “hayır”lar arasında birbirlerinin kitaplarını okuyup okumadıkları da vardır. İkisi de olağanüstü belleğe sahip bu iki kitap kurdunun anlamlı bir sohbeti, edebiyat dünyasına etkileyecek, yolunu değiştirecek noktalara gidebilirdi. Yazık olmuş.

Büyük yazarlar çok iyi okurdur aynı zamanda. İstisnası var mıdır bilmem ama bu yargının en azından ezici bir çoğunluk için geçerli olduğunu düşünüyorum.  Zaten yazdıkları denemeler, eleştiriler, anılar hatta roman veya öykülerindeki otobiyografik öğelerden bunu yakalamak olası. Örneğin Marcel Proust, çocuk yaşlardan beri sıkı bir okur olduğunu biliyoruz. Başlangıcı annesiyle. Edebiyat düşkünü annesinin yaşamında ve yapıtlarında oynadığı önemli rol ve aşıladığı edebiyat sevgisi yadsınamaz. Zaten annesinin ölümü üzerine yedi ciltlik dev eseri Kayıp Zamanın İzinde’ye başlamıştır. Proust için okumak (Sonraları buna yazmak da eklenmiştir.), kendisini var etmek ve dönüştürmek için gerçekleştirebileceği önemli hatta belki de tek etkinlikti. Böyle olunca Proust gibi ustaların Okuma Üzerine yazdıklarının önemi daha da artıyor. Şöyle söylüyor: “Kitap yaratıcısının zihniyle şeffaflaşmıştır. Esasen her cümle bir diğerine benzemektedir çünkü hepsi tek bir şahsiyetin benzersiz tınısıyla söylenmiştir.”  Sanırım herhangi bir yazar için bu saptamayı yapabilmek, o yazarı çözmüş olmak demektir; öncesi keyifli zaman geçirmektir. 

KÜNYE: Okuma Üzerine. Marcel Proust. Kitapçılarda Kapra ve Karbon Yay., baskıları var, etiket fiyatları 15, 20 TL.

Okuma Üzerine aslında Amerikalı yazar John Ruskin’in bir kitabına (1) ön söz olarak hazırlanmış ama sonradan ayrı olarak basılmış. Kitap kendi okuma sürecimi sınamak için iyi bir fırsat gibi göründü bana. Hadi itiraf edeyim: Deneyimlerime göre zaten bir süre Proust’un aklımdan çıkmayacağını, başka bir kitabı okurken Okuma Üzerine’yi düşüneceğimi biliyordum; yiğitlik bende kalsın misali “zaten böyle yapacaktım” noktasına getirdim işi. Üstelik bunu edebiyata bakışı çok farklı yazarların kitaplarında yapmaya çalıştım:

Tütün, toplumcu gerçekçiliğin en önemli yapıtlarından birisi; daha önce Sarı Dünya adıyla da yayınlanmıştı. Bulgar yazar Dimitır Dimov, kitabını ilk yayınladığında burjuvaların sevimli yönlerini, devrimcilerin ise zayıf yanlarını gösterdiği için eleştirilmişti. Aslında Dimov’un anlattıkları, kanlı canlı, gelgitleri olan, değişebilen, daha doğrusu toplumsal koşullara göre şekilden şekle giren kişilerin diyalektiğini okura aktarabilmesi, salt kendi başarısını değil, toplumcu gerçekçi romanın ilerlemesini de getiriyordu. Bununla da kalmıyor, gerçekçiliğe “Balkan sıcaklığını” da katıyordu. Olumsuz anlamda pek çok örneğini okuduğumuz sosyolojik verilerden üretilmiş, prefabrik tipleri değil de çok iyi tanıdığı, gözlemlediği insanları anlatıyor bence Dimov. Aktardığı duyguları hissedebiliyorum: “hiçbirinin iç dünyası, Pavel’in uğruna savaştığı düşünle böylesine uyuşmuyordu” veya “iyi bir hayat özlemi ve kültürlü olma isteğinden yoksundular” gibi.

KÜNYE: Tütün. Dimitır Dimov. Daha önce Tütün veya Sarı Dünya isimleriyle çeşitli baskıları yapılmıştı. Kitapçılarda Kor Yay. baskısı var, etiket fiyatı 150 TL.

Dimov çok iyi tanıdığı, çevresinden kişileri anlatmasına karşın kendisini kimseyle özdeşleştiremediğini hissettim roman boyunca. Sanki konuşamadıklarını romanın bütünüyle anlatmış gibiydi. Şimdi gel de Proust’un “Kitap sessizliğin çocukları ve yalnızlığın yapıtlarıdır.” sözüne hak verme. Ayrıca bütün ilişkilerin derinindeki sınıfsal refleksi de öyle bir anlatıyor ki olayların zamana ve coğrafyaya bağlı olmadığını gösteriyor Dimov. İkinci Dünya Savaşı öncesi Bulgaristan’da polislerin “devletin temelleri sarsılıyor, fakat sizlere vız geliyor” demesi veya “büyük firmalar bir kanun çıkarttırıp, Trakya’dan satın alınacak tütünlerden gelecek kayıpları hükümetin üzerine bırakıyordu” sözleri günümüz Türkiye’si için de garip kaçmaz herhalde. Bu da Dimov’un evrenselleştiği nokta olsa gerek.

Tütün çok sürükleyici bir roman; “okurken beni çağırmaya gelen bir arkadaş, sayfadan gözümü ayırmama veya yer değiştirmeme neden olan sinir bozucu güneş ışığı ya da bir arı…bittikten hemen sonra yarım kalan bölüme devam etmeyi düşündüğüm akşam yemeği” hep sorundu. Tam olarak böyle düşündüm, tıpkı Proust gibi.

Bitirmeden iki noktaya işaret etmeliyim; bendeki ilk baskısında tarih yok ama olasılıkla 1970’li yılların başında yayınlanmıştı. Çeviren Burhan Arpad. Şu anda kitapçılarda olan baskı da yine onun çevirisi. İyi çeviri kendisini bir biçimde belli ediyor, vazgeçilemiyor. Kimi klasiklerde halâ 1940’lı yılların Milli Eğitim çevirilerin kullanılması gibi. İkinci nokta, görseldeki kapak Mahir Akkoyun’un; hani “Bu ürün size pahalı mı geldi? Erdoğan sayesinde” yazılı etiketleri (sticker) hazırladığı için gözaltına alınan sanatçı. Bilinsin istedim.

“Roman sanatının başlangıcının, bugünün sözcükleriyle ifade edecek olursak, açıkça fantastik olduğunu söyleyebiliriz. Zaten mitolojiden geliştiği için de bu durum şaşırtıcı değildir. Sonraları gerçekçi ve romantik akımlarla yerini bulsa da, fantastik yaklaşım hiçbir zaman kaybolmadı, en azından bilimkurgu üzerinden yürüdü” (2) desem de ben, doğrusunu söylemek gerekirse, çok fazla bilimkurgu okumuyorum. Ruhşen Doğan Nar’ın Kıyamet Geliyorum Der isimli kitabını da bir süredir bekletiyordum. Hata etmişim, çok keyifli bir kitap okunmadan öylece duruyormuş. Nar’ın esprili bir anlatımı, geniş bir hayal gücü var. Proust’a göre “Biraz hayal kurmak tehlikeliyse bunun çözümü daha az hayal kurmak değil, daha fazla ve her zaman hayal kurmaktır.” Ancak yetmez, fantastik bir kitap da yazsanız, kişiler daha derinlemesine işlenmeli. Bence kısa da olsa, roman olmanın ön koşulu bu. Ancak yine de fantastik ve/veya bilimkurguyu ihmal etmemek gerektiğini öğrendim: “Okuma bize kılavuzluk edip kendi içimize nüfuz etmeyi bilemediğimiz meskenlerin kapılarını büyülü anahtarıyla açtığı müddetçe sağlıklı bir rol oynamaktadır.” Proust da böyle deyince bana söyleyecek bir şey kalmıyor.

KÜNYE: Kıyamet Geliyorum Der. Ruhşen Doğan Nar. Klaros Yay., 2021. Yazarın sitesinde 16 TL.

Kıyamet Geliyorum Der’de kitap boyu süren bir işkence anlatımı var, ilk sayfadan sonuna dek. Böyle olunca kanıksanıyor ki çok tehlikeli. Cezmi Ersöz’ü kendisinin işkencecisi sanan Cizreli yaşlı köylü geldi aklıma. “Ne olursa olsun utanç, suçluluk ve derin bir kaygı hissetmiştim o an” der Ancak Bir Benzerim Öldürebilir Beni’de ve bununla kalmaz, yaşamın her evresindeki irili ufaklı şiddeti anlatır denemelerinde Ersöz. Kimi zaman şiddet okumaya da yönelir: “Ofis yasalarına göre işyerinde kitap ve dergi okumak ağır suçların başında gelir. Yo, bunun işyerinin zamanını çalmakla bir ilgisi yoktur.” Kitap okunmasın da gerisi önemsizdir ama okumak isteyen yine de okur, sonuçta tasfiye edilse de.

KÜNYE: Ancak Bir Benzerim Öldürebilir Beni.Cezmi Ersöz. Sahaflarda çeşitli yayınevlerinden 3-140 TL arası. 

Ersöz’ün denemeleri etkileyici; önce yaşamda hep karşılaşıp görmezden gelinen veya üzerinde çok durulmayan sorunları, deyim yerindeyse, gözüne sokuyor okurun ama sonrasında ortada bırakmıyor okurunu, bir umut kalıyor insanın içinde kitabın bitiminde. Şimdi gel de Proust’a yine hak verme: “Okumadaki arkadaşlık, aniden başlangıçtaki saflığına kavuşur. Kitaplarda yapmacık sevecenlik yoktur.”  

     Ancak Bir Benzerim Öldürebilir Beni, aslında Osip Mandelshtam’ın bir dizesi. Dörtlük, Cevat Çapan çevirisiyle şöyle:

     "Yenisey'in aktığı geceye götürün beni,

     çamların yıldızlara değdiği,

     çünkü benim kanım kurt kanı değil,

     ancak bir benzerim öldürebilir beni"

Evet, kitapta bu belirtiliyor ama keşke kapakta da vurgulansaydı veya daha iyisi başka bir isim seçilseydi. Neyse, Ersöz Mandelshtam’ın dizelerinden sonra devam ediyor: “Beni ne bayağılık ne faşizm öldürebilir. İşte bu yüzden sonuna dek politik ve anti-faşistim!

Tam da bu noktada Zübeyde Seven Turan’ın Gül Ağrısı’ndaki Denizler’in anısına yazdıkları takılıyor dilime:

     “Çalınan bir ömre ışıyan

     Volkan gibiydiler

     Onura yenilirken ölüm

     Dağların ardına düşen birer akşam güneşiydiler

     Dağda keklik, martıydılar denizde

     Kendinden utanışı urganın dün gibi…

KÜNYE: Gül Ağrısı. Zübeyde Seven Turan. Klaros Yay., 2022. Dağıtımında sorun var, meraklısı ile paylaşabilirim.

Farklı bir gücü var şiirlerin; bir umutsuzluk, bir çözümsüzlük anında hızır gibi yetişebiliyorlar. Hatta, “depresyon gibi bazı patolojik durumlarda okuma bir çeşit iyileştirici disipline de dönüşebilir.” Proust böyle diyor ama dahası da var: “İlham denilen şeyi, ortaya çıkar çıkmaz bizi dörtnala peşinden koşturan, bir anda kelimeleri esnek ve şeffaflaştıran, birbirine yansıtan o ani heyecanı herkes tanır.

Açıkçası Gül Ağrısı ilk okumada beni çok sarmadı. Ama sonradan, ikinci, üçüncü kez elime aldığımda, bazı şiirlere geri döndüğümde, Turan’ın “heyecanını” ve düşüncelerini şiirin içinde eritmiş olduğunu fark ettim; “ömrüm yoksullaşıyor” dizesi örneğin, benim için gerçek yerine sonradan oturmaya başladı. Şiir okumanın handikabı bence zamanlama sorunudur; okurla yazarın aynı frekansı tutturabildiği anın yakalanması gerekir. Yoksa “güzel dizeden” öte gidemez ki bu şiire ciddi bir ihanet olabilir. Sanırım, “özgün bir zekâ, okumayı kişisel aktivitesine bağlı kılmayı bilir” derken Proust da bunu kastediyordu.

Neyse, artık burada keseyim çünkü Proust gibi okumak bir noktadan sonra patolojik hal almaya başlayabilir; belki de başladı bile. Ama bitirmeden edebiyat tarihine geçebilecek, kaçırılmış bir fırsattan söz etmek istiyorum. Birkaç versiyonu olan bu öyküde Marcel Proust ve James Joyce Mayıs 1922’de bir partide karşılaşıp tanışırlar. O kadar az konuşurlar ki karşılıklı sorularına “hayır” dışında yanıt vermezler. Bu “hayır”lar arasında birbirlerinin kitaplarını okuyup okumadıkları da vardır. İkisi de olağanüstü belleğe sahip bu iki kitap kurdunun anlamlı bir sohbeti, edebiyat dünyasına etkileyecek, yolunu değiştirecek noktalara gidebilirdi. Yazık olmuş.

Kaçan balık büyük olurmuş… Neyse, bu söz Proust’un değil.    


(1) Susam ve Zambaklar. Türkçesini çeşitli yayınevleri basmıştı.

(2) https://ilerihaber.org/yazar/en-iyisi-buyulu-gerceklik-111078.html