İki hafta önce BirGün Pazar’da Ozan Gündoğdu şöyle yazıyordu: “Saramago’nun Körlük romanını okuyanların hemen hepsi bugünlerde romanı tekrar hatırlamıştır. Körlük bulaşıcıdır ve salgın yayıldıkça önceden ayıp sayılan tecavüz, hırsızlık, yağma, karaborsa ve stokçuluk salgınla beraber sıradan bir hal alır. Roman tüm dünyayı kasıp kavuran bulaşıcı bir Körlük hastalığını anlatırken, metaforik olarak kapitalizmin ahlakını sorgular1”. Yaşam durmuştur, insanlar ne pahasına olursa olsun hayatta kalmaya çalışmaktadır. Roman, kentteki akıl hastanesinde karantinaya alınan, oradan kurtulunca da birbirinden ayrılmayan, biri çocuk yedi kişiye odaklanır. Aralarında, bütün kentte gözleri gören tek kişi olan ve gruptakilere rehberlik eden bir kadın da vardır. Bu yedi kişi, cehenneme dönen bu kentte, hayatta kalabilmek için inanılmaz bir mücadele verir.
Düşünüyorum da, eğer Saramago romanında herhangi bir “gerçek” felaketi, kolera salgınını, savaşı, depremi vs. kullanmış olsaydı bu derece evrenselliği yakalayamazdı; kitap, sadece anlattığı sorunla karşılaşıldığında akla gelirdi. Bir de “Bence körleşmiyoruz. Hepimiz körüz. Körüz ama bakıyoruz. Bakabilen ama görmeyen kör insanlar," diyerek Saramago boyutları genişletiyor ve her iki Körlük üst üste biniyor. Belki de körlüğü referanslarını yitirme olarak tanımlamak gerekir; her iki anlamda da.
KÜNYE: Körlük ve Görmek Jose Saramago. Kitapçılarda Kırmızı Kedi Yayınlarından Işık Ergüden çevirileri var, etiket fiyatlarıı 35 ve 32 TL.
Biliyorsunuz, büyülü gerçekçilik bir tür edebi gerçekçilik ve akılla çözümleyemediğimiz, büyülü olarak adlandırıp geçiştirdiğimiz olayları kapsayacak biçimde kurgusal gerçekliği genişleten bir gerçekçilik.2 Saramago da Körlük ile bu türün en güzel örneklerinden birini veriyor. Gerçek ile fantastiği bir arada kullanmasından ve mükemmel oranda bir bileşim yaratmasından kaynaklanıyor bence başarısı; asla biri diğerini gölgede bırakmıyor, ikisini okuyucuyu şaşırtmadan kaynaştırıyor. Sıra dışı bir girişle hızlı başlayan Körlük, zaten ilk andan okurun ilgisini çekiyor. Sanırım büyülü gerçekçiliğin bu tip başlangıçlara da olanak sağlayan bir yönü de var.
Körlük, tedirgin edici bir roman, olağandışı bir durum karşısında çok sağlam sanılan toplumsal yapının nasıl çöktüğünü, iyi yetiştiğini sanan insanların nasıl bencilleştiğini anlatıyor; ortada kötülük var, sanki Hannah Arendt’in kötülüğün sıradanlığı kavramıyla ne demek istediğini anlatıyor gibi.
Devam kitabı niteliğinde olan Görmek’te ise büyülü gerçekçilik biraz bozuluyor. Neden “biraz” dediğimi sanırım açıklamam gerek. Ama önce arka kapaktan kısa bir açıklama vereyim: “Adı belirsiz bir ülkenin başkentinde seçim günü bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başlayınca kimse oy atmaya gitmez. Öğleden sonra yağmur durunca, saat tam dörtte, seçmenler sanki emir almışçasına sandıkların başına koşarlar. Ama sandıklar açılınca, kullanılan oyların yüzde 83’ünün boş olduğu ortaya çıkar…” Şimdi bu durumda, anlatılan olay fantastik midir, gerçekçi mi? Verilecek yanıt kitabın “büyülü” olup olmayacağını belirleyecektir. Bana sorarsanız büyülü çünkü bu derece yüksek oy oranına ulaşabilen bir toplam sadece boş oy atmaz gibi geliyor bana.
Ancak ne olursa olsun, demokrasi kavramının anlamsızlığını gösteren, sorgulayan daha çarpıcı bir kitap okuduğumu anımsamıyorum. Bir de, kimi kitaplarda hissettiğim ama asla kitapta yazmayan ve örnekleyemeyeceğim duygularım olur. Görmek’te de yoğun bir hüzün duygusu olduğunu gördüm kitap boyu. Dediğim gibi, örnekleyemem ama insanların hüzünlü olduğunu düşündüm. Ama umut da vardı ve bunun örneğini verebilirim: “Umut tuz gibidir, insanı doyurmaz ama ekmeğe tat verir”.
Saramago, eğer karşılıklı bir konuşmayı aktarıyorsa, virgülden sonra büyük harfle başlamayı tercih ediyor. Bu durum paragrafları çok uzatsa da (sayfalar boyu); ilk anda garipsense de, alışınca okumayı zorlaştırmıyor. Değişik. Ama bizim gibi Leyla Erbil’i okumuş kişiler için noktalama işaretleriyle oynanması, deyim yerindeyse, biraz yavan kalıyor; daha yaratıcı ve iyisini gördüğümüzden olsa gerek.
Roman sanatının başlangıcını bugünün sözcükleriyle ifade edilecek olursak açıkça fantastik olduğunu söyleyebiliriz. Zaten mitolojiden geliştiği için de bu durum şaşırtıcı değildir. Sonraları gerçekçi ve romantik akımlarla yerini bulsa da, fantastik yaklaşım hiçbir zaman kaybolmadı, en azından bilimkurgu üzerinden yürüdü. Büyülü gerçekçilik ise gerçekçiliğin tıkandığı yerde sınırlarını genişletme girişimi olarak değerlendirilmeli. Yani bir evrim süreci burada da işliyor ama bunu doğadaki ya da fen bilimlerindeki evrimden, ilerlemeden ayırmak gerekir. Bilimde evrim bir önceki yıkarak değiştirerek veya geçersiz kılarak yaşanırken, sanatta böyle değil. Sanat öncülünü yıkmaz; evrimini, yanına onları da alarak sürdürür.
Roman sanatının doğuşunu müjdeleyen yapıtlardan birisi olarak kabul edilen Rabelais’in Gargantua isimli kitabının hala okunuyor olması sanatın evrimi konusunu açıklıyor olsa gerek. İçindeki tüm abartmalara, olağanüstü durumlara karşın romandaki kişiler gerçek yaşama sıkıca bağlıdır. Örneğin bir tanesi, “zengin olmanın birçok yolunu bilirim, bunun en namuslusunun da gündüz vakti adam soymaktır” diyebilmektedir. Rabelais ayrıca, sözcük oyunları, simgeleri kullanma gibi yöntemlerle dile hâkim olma mücadelesi veriyor. Tam da bu açıdan roman sanatının öncülü olduğunu kanıtlamaktadır. İlginç olan, ki bu başarısını gösterir, aradan 500 yıl geçmesine karşın, kitap hala sürükleyici ve bazı espriler gerçekten çok komik. Roman yazmanın ilk koşulu bence içtenliktir. Rabelais, Gargantua’da bunu sağladığı için hala okunuyor.
KÜNYE: Gargantua. François Rabelais. Kitapçılarda çeşitli yayınevlerinden farklı çevirileri var. Etiket fiyatları 14-35 TL arası.
Fantastik romanın bir diğer örneği de, dediğim gibi, bilimkurgu; bunun en yetkin örneklerinden birisi de Ursula K. Le Guin’in Karanlığın Sol Eli kitabı. Olay dünyaya çok benzeyen bir gezegende geçiyor. Burada yaşayanlar çift cinsiyetli. Örneğin çocuğu olan bir anne, sonraki çocuklarının babası olabilmekte. Böylece toplum içerisinde cinsiyet bir güç veya statü sembolü olmaktan çıkmış oluyor. Bir düşünsenize, dünyaya cinsiyet rolleri dışında bakıldığında yaşamda ne çok şey değişirdi. Oidipussuz, Elektrasız bir dünya! Benzer biçimde, insanlar keşke aynı anda birkaç milliyetin mensubu olsalar da, milliyetçilik de olmasaydı. Örnekler çoğaltılıp her türlü ayrımcılığa uyarlanabilir ama Ursula K. Le Guin durumu çarpıcı bir biçimde açıklıyor ve herhangi bir “gerçekçi” anlatımdan çok daha etkili oluyor.
Diğer yandan Karanlığın Sol Eli’nin bir edebiyat başyapıtı olduğunu düşünmüyorum. Aslına bakılırsa bu yargım tüm bilimkurgu romanları için geçerli. Bilimkurgunun zor tarafı, her şeyi açıklamak gereksinimi içerisinde olması. Örneğin, başka bir türde “Sokağa çıktı, yürüdü” dedikten sonra ek bir açıklama gerekmeyebilir ama bilimkurguda “Yol nasıl? Yerçekimi var mı?” vs. vs. gibi “kurduğunuz” değişiklikleri anlatmanız gerekir. Bu durum kimi okurlar için eğlenceli olsa da genel yazın kalitesini düşürür. Başka bir örnek, “İzmir’den Van’a gitti” dediğimizde okuyucu mesafenin çok olduğunu, sıcak bir bölgeden soğuğa doğru, batıdan doğuya gidildiğini bilir; ayrıca bir açıklama gerekmez ama Karanlığın Sol Eli’nde olduğu gibi “Misgori’den Obsle’ye gitti” dendiğinde birçok açıklama gerekir.
KÜNYE: Karanlığın Sol Eli. Ursula K. Le Guin. Ayrıntı Yay., Çev.: Ümit Altuğ, etiket fiyatı 34 TL.
Bence fantastik romanın en iyisi büyülü gerçekçilik: hem daha gerçekçi hem de gerçekçiliğin sınırların zorlayıp aştığı için, hem gerçekliğin hem de gerçeküstünün olanaklarını kullanabildiği için. Ancak diğer türlerde de çok sayıda sevdiğim roman var. Önemli olan metinde kendimizden bir şeyler bulmamız; sadece bizim duyumsadığımızı sandığımız bir duygu, sadece bizde olduğunu düşündüğümüz bir hareket vs. Ama yine de, belki de duygular da evrildiği için yeni akımları, elbette burada belirli bir kalitenin üzerini konuşuyorum, biraz daha fazla seviyorum.
1 Gündoğdu O. Körlük. BirGün Pazar, 15 Mart 2020.
2 https://tr.wikipedia.org/wiki/Büyülü_gerçekçilik