Günümüzde yaşanan hukuksuzluklar, verilen keyfi ve siyasi kararlar, uygulanmayan mahkeme kararları gibi saymakla bitiremeyeceğimiz adaletsizlikler bir başka aşamaya doğru ilerliyor. Hukuksuzluk, uzun yıllardır ülkenin "yeni hukuku" haline gelmiş olmasına rağmen yeni dönemde mahkemeler kendi varlık nedenlerini dahi ortadan kaldırarak başka bir yapıya bürünmekteler.
Hukuksuzluktan bir üst aşama olan yargısızlığa geçiş olarak tanımlayabileceğimiz bu süreç kriz dinamiklerini de fazlasıyla içerisinde barındırmaktadır. "Yargısızlık"tan kastedilen, yargının siyasi iktidarın ihtiyaç ve istekleri doğrultusunda araçsallaştırılmasının bir adım ileri taşınarak herhangi bir yargılama faaliyetine ihtiyaç duyulmaksızın sadece noter işlevi görecek bir yapının tesisi olarak özetlenebilir. Fiziken adliyelerin kapatılması olarak düşünülmemesi gereken bu değişim/dönüşüm yargı mekanizmasının işlevi ve yapısına dair bir farklılaşmayı da beraberinde getirmekte. Geçtiğimiz haftalardaki yasal değişiklikle başsavcılara, savcıların kararlarını denetleme yetkisi getirilip adliyelerdeki parti komiserlerine dönüştürülmeleri de bu gelişmelerden bağımsız düşünülmemeli.
Yine Danıştay 10. Dairesi'nin geçtiğimiz hafta İstanbul Sözleşmesi'nden çıkma kararının iptali için açılan davada verdiği yürütmenin durdurulması talebinin reddi kararı da bu yolda döşenen mihenk taşlarından biri olarak hatırlanacak. Geçen mart ayında Cumhurbaşkanı tarafından İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme kararı alınmıştı. Hukuken yok hükmünde olan, siyaseten ise açıkça kadın ve LGBTİ+ düşmanlığı içeren bu karara karşı başta kadınlar olmak üzere tüm toplumsal kesimlerden tepkiler yükselmişti. Bu tepkilerle beraber alınan kararın, açık hukuksuzluğun tespit edilmesi ve yürütmesinin durdurulması için ise Danıştay'da yüzlerce dava açılmıştı. Bu davalarda beklenen, bir yandan bu denli keyfi ve hukuk dışı kararların asgari bir hukuk devleti düzeyinde dahi tespit edilerek durdurulması diğer yandan ise sınır tanımaz tek adam rejimine mahkemeler nezdinde ne denli dur denebileceğinin bir sınavı niteliğinde olmasıydı.
En kısa anlatımla uluslararası bir sözleşme olan İstanbul Sözleşmesi TBMM'nin aldığı kararla yürürlüğe girmiş olup, bu sözleşmeden ayrılmanın da tek yolu TBMM'nin benzer şekilde karar almasıdır. Bu yetki gasbıyla birlikte başta yaşam hakkı olmak üzere insan haklarına ilişkin temel bir uluslararası sözleşmenin tek bir adamın takdirine bırakılması ve yargının bu denetimi dahi yap(a)maması kendi fonksiyonunu sonlandırdığının da ilanı anlamını taşımaktadır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin (İBB) AKP yönetiminde olduğu dönemde hukuk müşaviriyken Cumhurbaşkanı tarafından Danıştay'a hakim olarak atanan Lütfiye Akbulut'un, kendisini atayan tek adamın çekilme kararı hakkında yürütmenin durdurulması incelemesini yapacak heyete sonradan dahil edilmesi ve ret kararının 3'e karşı 2 oy ile çıkması yargı-saray bağının kuvvetini göstermekte. Söz konusu dosyayı inceleyen ve ilk ara kararı veren heyetten 2 hakimin heyetten çıkarılarak yerlerine başka 2 hakimin dahil edilmesi de sıradan bir tesadüf olarak açıklanamaz.
Devlet Bahçeli'nin sık sık "kapatılsın" çağrısında bulunduğu Anayasa Mahkemesi (AYM) de önündeki iki önemli gündemle aynı zamanda kendi geleceğini de belirleyecek gibi görünüyor. Birincisi, HDP milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu hakkında verilen hak ihlali ve tahliye kararının yerel mahkemece halen uygulanmaması, diğeri de HDP hakkında açılan kapatma davası. Milletvekili Gergerlioğlu'nun bir haber paylaşımı bahane edilerek mahkum edilmesi ve sonrasında kürsü dokunulmazlığının gasbedilerek tutuklanmasıyla başlayan süreç 1 Temmuz 2021 tarihinde verilen hak ihlali ve tahliye kararı uygulanmayarak devam etmekte. AYM karar vererek "kendi üzerine düşeni yaptığını" iddia ederken, yerel mahkeme ise söz konusu kararın kendisine ulaşmadığından bahisle Gergerlioğlu'nu 5 gündür özgürlüğünden yoksun bırakmaya devam etmekte. AYM ya verdiği kararın uygulanmamasını umursamamakta ya da verdiği kararı mahkemeye göndermeyerek gelecek bazı talimatları beklemekte.
AYM'nin ikinci önemli gündemi ise HDP hakkında ikinci kez düzenlenen iddianame ile açılan kapatma davası. Bir partinin siyasal faaliyetlerinin, düşüncelerinin ve eylemlerinin "suç" olarak tanımlanarak kapatılmaya çalışılması başlı başına siyasal bir zorlamanın ürünü olarak karşımıza çıkmakta. Yüzlerce sayfadan ibaret ve üzerinde iddianame yazılı belgede HDP yöneticileri hakkındaki henüz sonuçlanmamış davalarla masumiyet ilkesi ayaklar altına alınmakta, şiddet içermeyen düşünce açıklamaları suçlamaya konu edilerek ifade özgürlüğü yok edilmekte ve iktidarın politikalarını desteklememek en büyük suç addedilerek siyasi faaliyette bulunma hakkı gasbedilmek istenmekte.
Örneğin iddianamenin Selahattin Demirtaş ile ilgili çok sayıda bölümünde "..." şeklinde konuşmalarının suç içerdiği yazmakta ancak "..." kısmında ne söylediğinin dahi iddianameye konulmaması dosyayı hazırlayanların niyetini ve arka plandaki iradeyi açıkça göstermekte. İddianamenin salt siyasi saikle hazırlandığının bir diğer göstergesi ise HDP tüzüğünün 15. maddesindeki: "genel kongre partinin en üst organıdır" düzenlemesinin illegal bir örgütün tüzüğündeki maddeyle benzerlik taşıdığı iddiası. Oysaki Siyasi Partiler Kanunu'nun 14. maddesi "Siyasi partinin en yüksek organı büyük kongredir" düzenlemesini içermekte ve bu zihniyete göre kanundaki düzenlemenin de örgütün tüzüğüyle benzerlik taşıyor olması sebebiyle ileride bu yasayı yapan meclisin de aynı gerekçeyle kapatılması gündeme gelebilecektir. Bu noktada AYM'nin vereceği karar hem ülke siyasetinin geleceğini belirleyecek hem de Cumhur İttifakı'nın kapatma talebini kabul etmesi halinde küçük ortağın AYM'nin kapatılması talebinin de yolunu açmış olacak.
Bir yandan kanunların ve yasakların yalnızca sıradan yurttaşlara uygulanır hale getirilip yandaşların her türlü kural ve kaideden muaf tutulması diğer yandan ise hukuksuzluktan yargısızlık mertebesine geçilmek istenmesi siyasi iradenin, iktidarını korumak için her türlü çabayı sarf edeceğini gösterir nitelikte. Bunca hazırlık, yaratmak istedikleri korku imparatorluğunun temelleri olmakla birlikte aynı zamanda rejimin meşruiyetini azaltan ve hatta sarsma ihtimalini barındıran gelişmeler olduğunu da bir kenara not etmekte fayda var.