Cumartesi günü yaşanan iki olay, içinden geçtiğimiz süreci son derece sade bir şekilde ortaya koydu. Kadıköy'de özgürlük talebiyle basın açıklaması yapmak isteyen gençler polis şiddetiyle dövülerek gözaltına alınırken, aynı saatlerde şehrin diğer yakasında ÖSO çetesinin bayrağını açarak cihat çağrısı yapanlar hiçbir engellemeyle karşılaşmadan eylemlerini rahatlıkla yapabiliyorlardı. Tıpkı İstanbul Barosu'na genel kurul yaptırmayanların, aynı salonda yandaş baroya etkinlik yaptırması gibiydi. Tıpkı işçilere madenlerde, fabrikalarda dip dibe çalışırken bulaşmayıp, hakları için yürümek, alın terine sahip çıkmak için grev yapmak isteyince bulaşacak olan koronavirüs bahanesi gibiydi.
Burada Anayasa'da, kanunlarda barışçıl toplantı ve gösteri yapmanın herhangi bir izne tabi olmadığından bahsedebilirdik ancak mahkemelerin, Anayasa Mahkemesi kararlarını dahi tanımadığı bir ortamda hukuksal değerlendirme yapmak anlamını yitireli epeyce zaman oldu. Kanunların, cezaların ve mahkeme kararlarının sadece muhaliflere uygulanıp, iktidar cephesince tanınmaz olduğundan beri yargının, hukukun ve iktidarın meşruluğu da hızla yok oluyordu. Muhalefete her fırsatta baskı, şiddet, zorbalık dayatılıp yandaşa herşeyin hak ve hatta müstehak sayıldığı günlerden geçiyorduk. Yaşanan ekonomik krizin faturasının ödetilmeye çalışıldığı yurttaşların payına itaatkar olmamaları halinde bir de polis zoru düşüyordu. Yoksulluğa, haksızlığa ve adaletsizliğe itiraz eden herkesin gözaltına alınma ve hatta tutuklanma tehdidi yaşadığı zor zamanlarda yaşıyorduk.
Koronavirüs salgınını da bir lütuf olarak gören iktidar fırsattan istifade her türlü kazanımı yok etmek için büyük bir çaba sarf ediyordu. İşçi sınıfı mücadelesinin tarihsel kazanımı olan kıdem tazminatı bir torba yasayla kadük hale getiriliyor, işten çıkarma "yasağı" ve kısa çalışma ödeneği yeniden uzatılarak emeğiyle geçinen milyonlar işsizlikle tehdit edilerek sadakaya mahkum ediliyordu. Yurttaşa askıda ekmeği reva görenler, örtülü-örtüsüz tüm ödeneklerin gizli kalması için bütçeyi halktan kaçırmak için canla başla uğraşıyorlardı.
Dışişleri Bakanlığı'nın Almanya'yı polis şiddetiyle ilgili kınadığı günlerde, polislerce öldürülen Eski Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi'nin katledilmesine ilişkin "yargılamaya" beş yılın sonunda başlanıyordu. Sanık polisler duruşmaya getirilmiyor, oldukları yerde ise Elçi'nin avukatlarının bulunmalarına izin verilmiyordu. Ailenin ve avukatların tüm talepleri gerekçesiz olarak reddediliyordu çünkü aslında bir yargılama yapılmıyordu. Tıpkı Berkin'in, Ethem'in, Abdocan'ın ve daha nicelerinin katillerinin cezasızlıkla ödüllendirildiği gibi yaşam hakkını yok sayarak kendi adamlarını kolluyorlardı.
Evet son derece karanlık günlerden geçiyorduk. Öfkemiz hep artsa da umudumuz zaman zaman azalıyor ancak enseyi karartmıyorduk. Tam böylesi bir zamanda bakıyorduk ki Bolivya'da darbeciler püskürtülürken, Şili'de darbe Anayasası çöpe atılıyordu. Polonya'da yüz binlerce kadın kürtaj yasağına direnirken, yeraltından gelen madencinin, yoluna çıkan jandarmanın karşısına dikilip "Öyle mi alay komutanı" diye seslenişi yankılanıyordu kulaklarımızda. İşte bu cesaretle susmuyorduk ve biliyorduk her gecenin bir sabahı olduğunu. Korkmuyorduk cihatçının bayrağından, polisin dayağından, jandarmanın barikatından. Ve şairin de dediği gibi yürüyorduk karanlığın üstüne üstüne, tükürmek için celladın yüzüne...