Tartışılamaz fikirler çağı ve özgürlük meselesi

Tartışılamaz fikirler çağı ve özgürlük meselesi

Madem hepimiz kendi hayatlarımızın içinde birer Hamlet’iz, örgütlenen trajik kahramanlar olarak “dünyayı düzeltmek” ve bu trajediye artık bir son vermek bize düşmüş durumda.

Ulaşcan Kurt

“Çığırından çıkmış bir zaman bu. Ey kör talihim benim!

                                 Bana düşmez olaydı dünyayı düzeltmek.”  

      Hamlet, William Shakespeare    

Ziyadesiyle iddialı bir başlık; üstelik yazarın niyetini baştan belli ediyor gibi. Yine de özgürlük kavramı üzerine kafa yormak ve hüküm vermek için fazlasıyla tehlikeli bir çağda yaşıyoruz. Öyle ki Sokrates’in meşhur “Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir!” şiarının yerini “Bilmediğim tek şey her şeyi bilemeyeceğimdir!” absürtlüğünün aldığı garip bir çağ bu. Elbette ki yalnızca özgürlük üzerine değil herhangi bir şey üzerine “tartışmak” fazlasıyla zor ancak yine de özgürlük kavramı burada kritik bir noktada durduğu için incelenmesi elzem. Keza yeri geliyor “özgür olma” iddiası özgürlüğün kendisini tartışmayı dahi imkansızlaştırabiliyor. Fikirler öylesine değerli ve biricik ki “tartışılamaz” konumdalar artık. Bunu izin verirseniz- gerçi sizin fikrinizin ne önemi var ki!- “Tartışılamaz Fikirler Çağı” olarak adlandırmak istiyorum. Bu çağ aynı zamanda bireyciliğin de doruk noktasını temsil ediyor. Bu durumu da yine yüksek müsaadenizle “biricik bireycilik” olarak tariflemek istiyorum; yani incir çekirdeğini doldurmayacak varlığına rağmen dünyanın kendi biricik ekseni etrafında döndüğünü sanma durumu; tarihten ve toplumdan soyutlanmış bir tür vazgeçil(e)mezlik sanrısı. Özetle herkes kendisine aşık. Bununla birlikte artık bir parçamız olan sosyal medyanın bunu katmerleyen bir yanı var. Örneğin Instagram gibi bedenlerin sergilendiği bir platformda insanlar kendi bedenine aşıkken, daha çok fikirlerin yazıldığı bir platform olan Twitter’da herkes kendi fikrine aşık. Üstelik bunların hiçbirini tartışmaya açmak söz konusu bile değil çünkü mesela pornografiyi “cinsel özgürlük”, ırkçılığı da “düşünce özgürlüğü” olarak pazarlamanız mümkün.  En ufak bir eleştiride hiç tartışılmadan linç yemeniz -ki çağımızın giyotini- işten bile değil. Bütün bunları düşündüğümde aklıma “bilmiyorum”, “haklısın”, “özür dilerim” gibi cümleler kurarak yanlışını, eksiğini kabullenen ya da karşısındakine hakkını verme gafletinde bulunanların uzak bir gezegene sürgüne gönderildiği, sonra orada örgütlenip isyan ederek dünyaya geri döndüğü ve yeni bir dünya inşa ettikleri distopya-ütopya karışımı bir hikâye yazma fikri geliyor. Ancak konudan sapmayalım; meselemiz özgürlük. Hatta daha da ileri gidecek olursak “özgürlüğü özgürleştirmek” gibi acil bir görevimiz var.

Peki ama nedir bu özgürlük? Sarih bir tanım yapacak kadar kendime güvenmiyorum. Özgürlüğü bütün boyutlarıyla tartışacak kadar birikim sahibi de değilim. O nedenle özgürlük kavramının bir boyutuyla ilgilenmek istiyorum; o da özgürlüğün kendine has -yani metafiziksel- değil toplumsal bir olgu olma durumu. Yani özgür olup olmama durumu aslında bireyin içinde yaşadığı toplumla ilişkisinde gizlidir. İçinde yaşadığı toplum ne kadar özgürse bütünün parçası olarak birey de o kadar özgürdür. Kuşkusuz bu noktada özgürlüğün derecelendirilmesi söz konusu edilebilir ancak burada serbestlik ile özgürlük arasına kesin bir sınır çekmek gerekir. Serbestlik ekonomik, sosyal, coğrafi hatta cinsiyete -ve cinsel yönelime- bağlı olarak dahi çeşitlenebilir. Öte yandan özgürlük serbestliği yer yer içeren, yer yer de dışlayan toplumsal bir olgu olarak kendini var eder; dolayısıyla aynı zamanda tarihsel bir olgudur. Buradan çıkarılacak temel sonuçsa “hakiki” bir özgürleşme ediminin ancak ve ancak toplumsal olarak gerçekleştirilebileceği gerçeğidir. Yani ya herkes özgürdür ya da hiç kimse özgür değildir. Tabii meseleyi bu kadar net ortaya koymak öyle kolay değil; oyun teorisinin güvensiz beyinlerinin ‘hadi oradan’ çığlıkları kulağımı çınlatmaya başladı bile. Eğer oyun teorisyenlerinin “İmkânsızlık Teoremi” (yani kolektif iradenin matematiksel olarak imkânsız olduğu) gerçekten doğruysa başkasının özgürlüğünü kim umursar? Rasyonel bir makine olarak insan yalnızca kendi çıkarlarına göre hareket ediyorsa -ki bu da insan doğasının özüyse- bu durumda piyasa demokrasisi ve tüketim toplumu dışında bir kazanan çıkma olasılığı var mıdır ki? Cevaplarımı tahmin etmişsinizdir kuşkusuz. Sabit ve soyut bir insan doğasının safsatadan ibaret olduğunu düşünüyorum. İnsan, Marx’ın tanımıyla tarihin öznesidir; değişir, değiştirir. Dolayısıyla insan kendini özgürleştirme yetisine sahip tek canlı türüdür çünkü yalnızca o özgürlüğün farkındadır. Yalnızca o doğanın üzerinde yükselebilir ve dolayısıyla içinden çıktığı doğayla birlikte kendini de özgürleştirebilir. Bu devasa kudreti insanlara bahşeden ise parlak zekasından ziyade eşi bulunmaz iş birliği ve toplumsallaşabilme yeteneğidir. İnsana tarihi inşa etme olanağını sağlayan bu becerisi aynı zamanda onun doğasını da sürekli olarak değiştirir ve dönüştürür.

Henri Lefebvre, ‘bürokratik yönlendirilmiş tüketim toplumu’ olarak tarifliyordu bundan yaklaşık 50 sene önce kapitalizmin geldiği aşamayı.1 Bu tanıma büyük ölçüde sadık kalacağım. Lefebvre bu tanımı yaptığında neoliberalizm diye bir şey söz konusu değildi; hatta kapitalizm altın çağını yaşıyordu bile diyebiliriz. Bugünü görse tanımıyla gurur duyardı muhakkak. İki kutuplu dünyanın çökmesi ve “tarihin sonu”nun ilan edilmesiyle birlikte neoliberalizm dünyanın üstüne bir karabasan gibi çökmeye başladı. Piyasanın gizli eli artık kendini hiç de gizlemek gibi bir çaba içerisine girmiyordu. Gizli elin sahipleri servetlerine servet katsın diye her şey metalaşmalı, biz de metaların kölesi haline gelmeliydik. Bir yandan sürekli tüketmemiz gerektiği kulağımıza fısıldanırken bir yandan da tükettikçe ‘özgür bireyler’ olacağımız vaaz ediliyordu. Bireycilik ve tüketim çılgınlığı tarafından esir alınmıştık. Günümüz tüketim toplumunun egemen ideolojisi bireyciliği ‘sürü’den farklılaşma olarak tanımlarken farklılaşmanın özünü de ne kadar tükettiğimizle bağdaştırıyordu. Yani ne kadar çok tüketirsek o kadar ‘özgür ve farklı’ olacaktık. Bireycilik kafamızda bir ‘ben’ yaratmıştı ve yalnızca bu ‘ben’in gelişimi önemliydi artık. Sonuçta her koyun kendi bacağından asılırdı. Geri kalan her şey birer tüketim nesnesine dönüşmüştü bizim için. Yaşam, bir ilişkiler toplamıydı ve hepsini hızlıca tüketmeliydik. Eşyalar, duygular, zaman… Hepsini. Hemen tüketmeli ve bu eşsiz ‘benliğimizi’ açığa çıkarmalıydık.

Bu eşsizlik anlatısı evrile evrile çarpık bir özgürlük ve mutluluk yanılmasına dönüştü. İnsanlar ne kadar çok tüketirse o kadar özgür, ne kadar çok arzulanırsa o kadar mutlu hissetmeye başladılar. Öte yandan özgürleşme, bir çeşit tanrılaşma yani sınırsız ve mutlak bir serbestlik alanı yaratma olarak tanımlanmaya başladı. Bütün bu özgürlük ve mutluluk anlatısının dışında kalan her türlü mücadele ve çaba hor görüldü ve küçümsendi. Özgürlük ile mutluluk arasındaki tarihi ikilem bulanıklaştırıldı ve özgürlük soyut ve tarih dışı bir hisse indirgendi. Meşhur ve popüler romanlardan örnek verecek olursak: Dünya bir tarafta George Orwell’in “1984” romanındaki gibi bürokratikleşirken diğer taraftan insanlar Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya” romanındaki gibi mutluluk sarhoşluğuyla durmadan tüketmeye odaklandı. İnsanlar bir yandan politikadan uzaklaştırılırken diğer yandan bütün bir değerler sistemi müthiş bir yozlaşma içerisine girdi. Kuşkusuz bu yozlaşmadan en çok nasibi alan kavramlardan biri de özgürlük oldu. İnsanlar bir yandan özgür hissetmeli ancak öte yandan özgürlük sıkı korunan bir kafesin içinde tutsak edilmeliydi. Bu durumda sentez oluşturabilecek her türlü olumlu çatışmanın -diyalog- tamamen ortadan kaldırılması ve tartışmanın yerini düşmanca bir kavganın alması gerekiyordu. Bu da ancak insanların toplumsallaşmaktan uzaklaşarak biricik ve eşsiz hissetmesiyle yani bir çeşit özgürlük yanılsaması içerisine düşmesiyle mümkündü. Her bireyin kendi yarattığı bir “hakikat” vardı ve bu hakikati ortaya çıkaran düşünceleri asla tartışılamazdı; bunu tartışmak özgürlüğünü kısıtlamak demekti.

Neoliberal ideolojik tahakküm, postmodern bilinemezcilik ve sinizm ile yan yana geldiğinde böyle büyük bir özgürlük yanılsaması ortaya çıkıyor. Bu yanılsamanın en temel sorunu herhangi bir kuruculuğu amansızca reddetmesi; yani fetişleşmiş bir yıkıcılık. Öte yandan, herkesin kendine has hakikatleri olduğu ve bunlara sıkı sıkıya sarıldığı hakikat-sonrası (post-truth) anlayış ile mücadele etmeden bu kuruculuk pek mümkün görünmüyor. İnsana tarihin öznesi olduğu unutturulmuş durumda; dolayısıyla insan artık değiştirme ve dönüştürme kudretinin farkında bile değil. Bunun ortadan kaldırılabilmesinin önsel (a priori) koşulu örgütlü bir toplum yaratmak. Zor aygıtına direnebilmenin ve karşı hegemonya kurabilmenin yegâne koşulu bu. Öte yandan örgütlü bir toplum yaratmak insanın yaratıcılık yeteneğini körükleyeceği gibi tarihsel olarak biriktirdiği dayanışma deneyimlerini de açığa çıkarmasına olanak sağlar, yani Freire’nin diyalog yöntemi3 kendini ancak bu şekilde var eder ve tartışılamayan tartışılır hale gelir. Ancak bu şekilde Gramsci’nin deyimiyle felsefe toplumsallaşabilir4 ve karşı hegemonya kurulabilir.

Örgütlü toplumu yaratmaksa “örgütlü bir siyaset” yapmakta bitiyor. Siyasetle uğraşmanın profesyonelleşmiş mesleki bir faaliyete indirgendiği ve ideolojilerin öldüğü safsatasıyla, mücadele edenlerin enayilikle veyahut müritlikle suçlandığı bir dünyada hiç kuşkusuz siyaset yapmak oldukça meşakkatli bir iş. Politikayı örgütlü bir biçimde üretmek ise yalnızca örgüt kelimesinin bile insanları ürküttüğü bir dönemde birkaç kat daha zor. Yine de örgütlü sıfatını burada ısrarla vurgulamak istiyorum keza siyasal mücadelede yan yana gelme deneyimlerimizin örgütlü bir forma bürünmesi kuruculuğun inşası için elzem. Bir fikirler ve eylemler sentezi olarak örgüt, bireyin diğer bireylerle doğrudan karşılaştığı bir yer olması hasebiyle bir yandan insanların kendi eşsizliklerini başkalarıyla paylaştıkları bir yandan da aslında o kadar da eşsiz olmadıklarının farkına vardıkları bir mücadele alanıdır. Dolayısıyla oradaki her fikir veya eylem, kendisi dışındakileri “alt etme” üzerine değil ortak bir inşa gerçekleştirmek üzerine kurulu olmak zorundadır. İşte kuruculuğun anahtarı da tam bu kapı üzerinde durmaktadır.

Yazımıza artık net bir şekilde nokta koyabiliriz: Evet, “Tartışılamaz Fikirler Çağı”nda özgürlüğü düşleyebilmek hala mümkün ve özgürlüğü özgürleştirme süreciyle insanın kendi özgürleşme serüveni eş güdümlü ilerlemek zorunda. O nedenle madem hepimiz kendi hayatlarımızın içinde birer Hamlet’iz, örgütlenen trajik kahramanlar olarak “dünyayı düzeltmek” ve bu trajediye artık bir son vermek bize düşmüş durumda. Anahtarı çevirip kapıdan içeri girmekse bize kalmış.

Yani özetle: “Örgütlü olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!”

Kaynak

1-Lefevbre,H. Modern Dünyada Gündelik Hayat, Metis Yayınları, 2016.

2-Silier,Y. Özgürlük Yanılsaması, Yordam Kitap,2016, s.66.

3-Paulo Freire, “Ezilenlerin Pedagojisi” kitabında diyalog yönteminin özellikle insanın özgürleşmesindeki önemini vurgular.

4-Antonio Gramsci, “Hapishane Defterleri”nde aydınlar felsefesinin yerine felsefenin toplumsallaşması gerektiğini (praksis felsefesi) savunur. Praksis felsefesinin temel hedefi ‘basit’ insanları ortak duyu (common sense) felsefesinden kurtarıp daha yüksek bir kavrayış düzeyine çıkarmaktır.