Düzeniçileşme mi, anaakımlaşma mı?

Düzeniçileşme mi, anaakımlaşma mı?

Önümüzdeki en büyük görev, anaakım siyasetin içinde kitlelere vereceğimiz güvenle ve sarsılmaz bir iradeyle var olmaktır.

Orhan Kiper

Meyve veren ağaç taşlanır lafını hepimiz duymuşuzdur. Normalin dışında seyreden bir güzelliği kasıtlı bir yıpratma derdiyle söylenen, menfi amaç güden eylemleri yapma durumunu ifade eder. Fakat bugün derdimi bu atasözü ile anlatmayıp, güncel siyasette samimiyet ve ısrarla getirilen bazı eleştirilere bir deyim ile karşılık vermeye çalışacağım: Sapla samanı karıştırma!

Sosyalist siyasetin en büyük korkularından biri, siyasetin içinde yer edinmeye çalışırken kavga ettiği öznelerin kendisine veya bir türevine dönüşmektir. Bu, nihai amacına sarsılmaz şekilde bağlı yapılar için son derece makul bir endişedir. Külliyatımızı oluşturan polemiklerin çoğu da bu tarz ‘kırmızı çizgilerin’ aşıldığı iddiası üzerinden dönen tartışmalardan oluşmaktadır. Devrim sürecine giden yolun kendisi kadar; devletin fiilen ele geçirildikten sonraki aşamaları da bu eleştirilerden bolca nasibini almıştır.

Burada olumlu anlamda hanemize yazmamız gereken; bütün olumsuz deneyimlerimize, uğranılan ihanetlere, alt-üst oluşlara rağmen inandığımız başat öğretilerdeki fikri direngenliğimizin hala var olmasıdır. Hanemize yazacağımız olumsuzluk, mücadelenin kitleselleşmesinin önkoşulu olan esnekliği en aza indiren katı, tutucu, yenilgi yıllarının ardından mahallenin ötesine geçmekte tedirginlik yaşayan haletiruhiyemiz ve bu ruh halinin siyasi arenada yarattığı güçsüzlüktür.

Şimdi her zaman yaptığımız gibi, doğruları cebimize koyup, yanlışların peşine düşelim.

AŞIRI KAYGI BOZUKLUĞU: DÜZENİÇİLEŞME KORKUSU

Kaygı bozukluğu, hiç var olmayan veya bir nedenle var olsa bile kontrol edilemeyecek nitelikteki endişe hastalığıdır. Yani temelsiz olabileceği gibi, son derece gerçek bir sebep neticesiyle de ortaya çıkabilecek, aşırı ve zarar veren tepkiyi ifade eder.  Sosyalist siyaset için de oldukça makul bir temeli olan, fakat sıra hareket etmeye gelince her seferinde farklı şekilde önümüze çıkan bir endişeden bahsetmeliyiz: Düzeniçileşme korkusu…

Düzeniçileşmenin çokça tanımı yapılabilir, fakat biz ne anladığımızı belirterek yazının devamını getirelim. En genel anlamıyla düzeniçileşme;  temel ilkelerin mülga edildiği, radikal değişimi arzulayan siyasal mücadelenin ve taleplerin her anlamıyla törpülendiği, ve belki de en önemlisi öz ve görüngüde düşmanın, yani yıkmak istenilen kurumların yapısına bürünülen, çok farklı diyarlardan gelip yine her anlamda onların sınırlarına hapsolunan bir siyasal değişimi ifade eder. Değişim diyoruz, çünkü çıkılan yol ile varılan son durak aradaki farktan söz ediyoruz. Yani (adı üzerinde) düzen partisi dediğimiz yapılar için böyle bir endişe söz konusu olmayacaktır. Asıl endişe, düzende köklü değişiklikler yaratmak isteyen zihinlerin ufuklarında meydana gelebilecek gerilemede açığa çıkar.

Korku, evrimsel süreçte hayatta kalmamızı sağlayan en önemli duygulardan biridir. Şimdiye kadar da bu duyguyu savrulmamak ve hayatta kalmak adına olumlayan bir yerden değerlendirmeye çalıştık. Ama günün ilk ışıklarının vurduğu, kovuklarımızdan dışarı çıkmanın mümkün olduğu andan itibaren dışarı adım atmamak, günün sonunda  -güvenli alanında- yitip giden bir topluluğa sebebiyet verir.

Öyleyse sınıf kavgasının zorunlu mücadele alanı olan siyasette, sürekliliği olan etkin bir güç haline gelmenin yolunu kovuklarımızda en doğruyu düşünürken değil; ormanda bütün karşıtlıkların, tarihsel alt-üst oluşların, ‘ama’ların arasında, amaç-araç ilişkisini gözeterek arayacağız. Biliyoruz ki diyalektiğin ve tarihin gerçek zenginliği, denklemlerimizin bittiği yerde başlar[1]. Ve yine bir atasözü: Hamama giren terler…

DÜZENİN YARATTIĞI BOŞLUK

İktidar kavramının, sosyalist siyaset için uzun süredir gerçekçi bir hedef olarak görülmediğini söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Bu durumun sebeplerinden biri, iktidarı almaya giden yolda karşımıza çıkan öznel ve nesnel sorunlarsa, diğeri de yönetme tahayyülünden gittikçe uzaklaşan bir mentaliteye evrilmemizdir. Kuşkusuz bunu bütün dünyada gerileyen sosyalist hareketten bağımsız düşünmek söz konusu olamaz. Her ne kadar, burjuvazinin muhalefet tekelini dahi büyük ölçüde eline aldığını söylesek de, halk üzerindeki etkin meşruiyetini gittikçe yitirdiği yine yalın bir gerçeklikle ortadadır. Bu meşruiyetin sağlanamama hali, kapitalizmin ana çelişkilerinden biri haline gelmektedir ve bunu ortaya çıkarmak hem sosyalist teori hem de pratiği geliştirmek için bulunmaz bir fırsat sunmaktadır.[2]

Biraz daha özele, ülkemize bakarsak, bunu en somut haliyle ‘özel güzeldir’ furyasının bitmesinde, 20 yıl önce siyasal bir talep olarak dile getirildiğinde ayıplanan kamuculuğun ve sosyalizan fikirlerin yeniden yükselen bir söylem haline gelmesinde görebiliriz. Elbette örneklerimiz bununla sınırla kalmayacaktır. Neoliberalizmin ürettiği ve tükettiği bütün değerler ya da insanlık ile kesiştiği bütün alanlar bu sıkışmışlığın ve tükenmişliğin içinde çırpınıp durmaktadır. Böylesine bir tükenmişlik durumu, -yapısına içkin olsa da- kapitalizm için mazur görülebilecek bir şey değildir. Tam bu boşlukta burjuvaziyi en çok korkutan, toplumsal muhalefetin sosyalist hareket ile ilişkilenmesidir.

Peki biz, mücadelede görece geri olduğumuz dönemlerin birinde, gövdemizden büyük gölgemizin yarattığı heyecanı insanlığa somut bir alternatif olarak (hem de ehlileştirilmiş bir kapitalizm vaat etmeden) sunabilecek miyiz?

GERÇEK BİR ALTERNATİF OLUŞTURABİLME: ANAAKIMLAŞMA

Toplumlar, artık eskisi gibi yönetilmek istemediğinde devrimci durum kendiliğinden ortaya çıkmış olmaz. Var olanın çeşitli yamalarla yeniden üretimi, güçlü bir şekilde ortaya çıkamayan muğlak bir değişim fikrinden evladır. Yani güçlü bir devrimci alternatifin yokluğunda, tatmin edici olmasa da gerçek bir seçenek mevcutsa, kitleler genelde o tarafa yönelir.

Yazının ortalarında değindiğimiz nesnel durumun yarattığı boşluk, devrimcilere doldurabileceği muazzam bir alan bırakmıştır. Ve bize göre, sosyalizmin kovuğundan çıkıp yol alabilme, kitlelerle buluşup gerçek bir alternatif oluşturabilme olanağının saptaması bir kez yapıldıktan sonra, buradan geri dönüş intihardır. Önümüzdeki en büyük görev, anaakım siyasetin içinde kitlelere vereceğimiz güvenle ve sarsılmaz bir iradeyle var olmaktır.

AMA NASIL?

‘Nasıl’ sorularına net bir cevapla karşılık vermek her zaman güçtür.  Ama geçmişte korkuyla yaklaştığımız yakıcı bir meseleyi en başta söylemekte fayda var: Örgütsel ve politik anaakımlaşmayı gerçekleştirebilmek ve devrimciliğin karikatürleşmesine sebebiyet vermemek adına, burjuva devlet aygıtının kanallarından kendimizi soyutlamamak. Bu sözün kimi burunlarda ‘yağlı kapıyı bulup yeri kapma’ gibi bir derdin keskin kokusunu hissettirdiğinin farkındayım. Yazının amacı da bu kokunun verdiği huzursuzluğu bertaraf edip somut siyasetin olanakları üzerinde sağlıklı bir tartışma yürütebilme.

En genel anlamıyla bu alanı, devletin kendini hissettirdiği ve kendini her seferinde yeniden var edip hegemonyasını pekiştirdiği, bizimse girmekten çekindiğimiz bütün mecralar için kullanıyorum. Yani şimdiye kadar kendimizi var edemediğimiz, kullanamadığımız bütün olanaklarda; programımızın ilkeleri ve akan siyasetin geçirgenliğinin birlikteliğiyle sosyalizm fikrini insanlığın olduğu her alanda yeniden yükseltmekten bahsediyorum.

Özel bir başlık olarak parlamentoya değinmek gerekebilir.

Kavramlar, tarihin içinden özenle seçilmiş donuk bir an üzerinden yorumlandığında bizi asla doğru yola götürmez. Özellikle konu siyaset olduğunda, ve özellikle de proletaryanın bütün silahlarından arındırılmış olduğu bir dönemde böylesine bir peşin hükümlülüğü asla kabul etmiyoruz.

Buradan parlamentoyu ‘tanısanız seversiniz’ tarzı bir kabullendirme rolüne girmediğimi de hemen belirteyim. Tam tersine, yılgın bir hoşgörüyle benimseme gibi bir lüksümüz olmayan, içinde var olmamız, kullanmamız ve elimizden geldiğince ele geçirmemiz gereken bir alandan bahsediyorum.

Bugün, Türkiye İşçi Partisi’nin başarılı meclis performansına getirilen çoğu eleştirinin bu tarih dışı değerlendirmeden kaynaklı olduğunu kanaatindeyim. Çünkü bugün, Marks’ın Brumaire’de bahsettiği gibi “gücünü sokaktan alan bir proletarya partisinin karşısına dikilen küçük burjuva karakterli bir parlamento partisi” yok. Dolayısıyla böyle bir ayrım varmışçasına yapılan tespitlerin geçerliliği oldukça tartışmaya açıktır. Tam tersine TİP’i - eğer Leninizm’i bir inşa süreci olarak görüyorsak - örgütsel ve ideolojik donanımını yeniden sağlayabilme ve sosyalist alternatifi işçi sınıfı ile birlikte ayak bastığı her yerde yeniden kurabilme potansiyeli oldukça yüksek bir proletarya partisi olarak değerlendirmek, Türkiye sosyalist hareketinin geleceği için çok daha isabetli bir durum olacaktır.

Sapma veya çamura bulanma diye elimizin tersiyle ittiğimiz veya kendimizi soyutladığımız bütün platformları bu şekilde gerçek birer büyüme alanı olarak görmeliyiz. Bunu da ancak Metin Çulhaoğlu’nun dediği gibi ‘nabza göre şerbet vererek değil, verdiğimiz şerbetle toplumların nabzını yükselterek’ gerçekleştirebiliriz. 

Bunu gerçekleştirebildiğimiz ölçüde;

1) Siyaset yapma durumunu bir avuç insanın tekelinden çıkartarak, siyaset yapmayı anaakımlaştırabiliriz.

2) İktidarın elinde tuttuğu bütün mücadele kanallarında var olup, bulunduğumuz alanları devrimci mücadele zeminine dönüştürebiliriz.

3) Yeni toplumsal muhalefeti sosyalizm ile ilişkilendirebiliriz.

4) Alternatif olabilecek ciddi bir güç haline gelip, düzen dışı manevralara yön vermede öncülük edebiliriz.

Eğer hala derdimizden, dediğimizin tam tersi anlaşılıyorsa, yani o duyduğunuzu söylediğiniz keskin koku hala sizi rahatsız ediyorsa dostça bir teşhis koymamı mazur görün. Aşırı kaygı bozukluğu, koku reseptörlerinizde ciddi hasarlar bırakmış olabilir…

SAPLA SAMANI KARIŞTIRMAMAK ADINA...

Kullandığımız iki kavram arasındaki net ayrımları çizmekte fayda var. Düzeniçileşme, son kertede pragmatist bir yer kapma yarışına girmek iken; anaakımlaşma, bir daha sökülmemek üzere siyasetin tam ortasına yerleşip, düzenin tam anlamıyla karşıtı siyaseti süreklileştirecek ve kitleselleştirecek alana kavuşma yolunu ifade eder. Yani, aktüel siyasetin ‘bilinen ama sıradan’ bir aparatı olmak yerine, dönüştürücü gücünü kendinde yeniden yaratacak şekilde kökleşmeyi... Toplumsal bir meşruiyeti olan sosyalizm fikrinin siyasal geçerliliğinin olabilmesinin yolu da, buradan geçer. 

Endişeleri tamamen çöpe atmamız gerektiğini söylemiyorum. Fakat biz, sosyalizmi sıkıştığı kovuktan çıkarmakta kararlıyız.


[1] Brosius, B. (2007). Tarihin Yapıları (s. 13). Yordam Kitap.

[2]Ollman, B. (1993).  Diyalektik Soruşturmalar (s. 85). Yordam Kitap.