Ülkemizin bağrındaki 100 yıllık kanser tümörü: Türk sağı
“İyi” insanlar, aynı zamanda “güçlü” insanlar olmayı bilmelidir. Bedel ödeme fedakârlığını gösteren insanlar bedel ödetmeyi, karşısındakini caydırmayı da bilmelidir. Güce tapan ve önüne sunulan rahat hedeflere saldırmaktan başka hiçbir cesareti olmayan bu yoz kitleyle baş etmenin tek yolu budur.
Sinan Dervişoğlu
Türkiye 20 yıllık RTE ve AKP kabusundan kurtulmanın sancılarını yaşamaktadır. Bu süreçte sadece sosyalistler ve sosyal demokratlar değil, bir kısım sağ parti ve kesim de bu mücadelede yer almaktadır. Öte yandan eskiden beri sosyalistlerin sağın etkisi altındaki emekçileri kazanmasının hayati önemine defalarca değinmiş durumdayız. Durum böyleyken sağı böylesine şiddetli bir üslupla tanımlamak ve tarif etmek doğru ve anlamlı mıdır?
Cevap açıktır: Bu, son derece doğru ve anlamlıdır; üstelik tam da vaktidir. Yazımızın konusu bu olacaktır.
“HALKIN DÜŞMANLARI KİMLERDİR VE…”
20.yüzyıl sosyalist devrimlerinden birinin lideri şunu demişti: “Dostlarımız kimlerdir? Düşmanlarımız kimlerdir? Her devrimin temel sorunu budur” Türkiye sosyalistleri kitle içi çalışmalarında düşmanları her zaman şu bileşim ile tanımladılar:
- Yerli tekelci burjuvazi ve toprak sahipleri
- Emperyalizm ve kurumları (NATO, IMF, AB)
- Siyasi İslamcı hareket
- Irkçı-ülkücü faşizm
- Devlet içi cinayet odakları ve onların yuvalandığı geleneksel kurumlar (ordu, polis, istihbarat.)
- …
Bütün bu uzun listenin sıradan bir vatandaşın kafasında bütünlük kazanması zordur; siyaset ise netlik yaratma ve bu netlik üzerinden yürüme sanatıdır. Dolayısıyla bu uzun listedeki unsurların “ana halka”sını yakalamak ve teşhir etmek, sosyalistlerin siyasal başarısı açısından ciddi önem taşımaktadır.
Elbette “ana halka”dan kastedilen, bu listedeki tek bir unsuru alıp, ona yönelip, diğerlerini “sonraya bırakmak” tarzında bir “aşamacılık” değildir ve olamaz. Bu listedeki her unsur tüm diğerleriyle bir sacayağı halindedir ve bunlardan birine vurulacak darbe, otomatikman diğerlerini de harekete geçirmektedir. Ana halka bu listenin “içinde” değil, “gerisinde”, arka planındadır. Bu da net olarak bellidir: Türk sağı. Sağ partiler, sağ politika
Açalım:
- Emperyalizmi (onunla ilişki kurmanın ötesinde) tüm kurumları ile ülkeye sokan, onları yerleştiren ve onu ülkenin içsel olgusu haline getiren (CHP’nin pasif desteğiyle) Türk sağıdır.
- Tekellere ve patronlara en büyük siyasi-ekonomik desteği sağlayan, ülkeyi 70 yıldır onlar için dikensiz gül bahçesine çevirmek için çalışan Türk sağıdır
- Siyasi İslam’ı, ta Menderes’ten itibaren önünü açan, oy deposu olarak kullanmak için İslamcılığı sürekli besleyen ve cesaretlendiren Türk sağıdır
- Ucuz, popülist milliyetçilikle ırkçı-faşist MHP’ye sürekli zemin yaratan, bu katil güruhu “aktif güç” olarak diri tutup besleyen, cinayet ve katliamı siyasetin olağan parçası haline getiren Türk sağıdır.
- “Partiler üstü” ve sağdan bağımsız” gözükme çabalarına rağmen devlet içi odakların ayrıcalıklı siyasi partneri, sadece cinayet işleyen piyonlarını devşirmekle kalmayıp ona planladığı karanlık operasyonlar için gerekçe ve zemin sağlayan Türk sağıdır.
Türk sağı bütün bu halk düşmanı odakların kesişim noktası, ortak halkası, merkezi unsurudur. 70 yıldır gücü %50’in altına düşmeyen Türk sağı geriletilip marjinalleştiği takdirde, Türkiye siyasetinin belirleyici gücü olmaktan çıkarıldığı takdirde, bu odaklar kendilerine yaşam alanı ve tüm halk düşmanı politikalara meşruiyet sağlayan en büyük destekten yoksun kılınacak, bir anlamda bütün bu düşman odakların büyük ölçüde kolu kanadı kırılacaktır. Bu güç kırılmadan Türkiye’de değil sosyalizm, demokrasi anlamında dahi kalıcı bir başarıdan bahsetmek imkansızdır.
Türk sağının egemen bloktaki bu belirleyici kilit konumunu vurgulamanın anlamı nedir?
Bu kilit konum, bu egemen bloku yıkarak emekten yana bir düzen kurmak isteyen Türkiye sosyalistleri için önümüzdeki dönemde muazzam bir olanak açmaktadır.
1950 sonrasında belli bir süreklilik ve ortak kodlar etrafında gelişen, palazlanan, cüret kazanan, gitgide gözü dönmüş politikalar izleyen Türk sağı, bugün ülkemizi yok olmanın eşiğine getirmiştir. Açlığa mahkûm edilen emekçiler, dolup taşan cezaevleri, yok edilen doğa, tahrip edilen tarihsel mirasımız, öldürülen kadınlar ve tecavüz edilen çocuklar, 70 yıllık sağ politikaların ülkemizi getirdiği utanç noktasıdır. AKP, bu açıdan 70 yıllık Türk sağının ve onun iktidarlarının direkt uzantısı, onların “en üst aşamasıdır”. Menderes’in ABD uşaklığını, Demirel’in faşizm destekçiliğini ve yüzsüzlüğünü, Özal’ın piyasacılığını, Çiller’in Sivas Katliamı ve beyaz Toroslarla anılan kanlı çizgisini ve hepsinin ortak marifeti olan İslami gericiliği körükleme, yolsuzluk ve yağmacılığı birebir devralmış ve hepsini üst aşamaya yükseltmiştir. Bir iltihap olarak doğan Türk sağı bir irine, sonra bir kangrene dönüşmüş, AKP’de somutlaşan kimliğiyle de ülkemizi kemiren bir kanser haline gelmiştir.
Bu olgunun orta vadeli hedefler açısından anlamı nedir? Saray rejimi çöküş sürecine girmiştir. Çökmüş değildir, çökene kadar direneceği ve “şapkasından başka tavşanlar çıkaracağı” ortadadır, rahatlamaya yer yoktur, ancak hiçbir anlamlı çıkış yolu kalmadığı da kesindir. AKP şayet Türk sağının tarihsel gelişiminin yarattığı en zehirli meyve ve onun direkt uzantısı ise, AKP’nin çöküşü (ister seçim ister Gezi gibi büyük bir halk hareketi ile olsun) Türk sağı için devasa bir darbe olacaktır. AKP bir kere çökünce İslamcılık, emek düşmanlığı, yağmacılık, doğa ve kadın düşmanlığı, ABD uşaklığı gibi sağın kendisiyle özdeşleşmiş 70 yıllık geleneksel kodlarını savunmak son derece zorlaşacaktır. Dolayısıyla AKP’nin çöküşü, bir bütün olarak Türk sağının çöküşünün başlangıcı haline gelebilir ve getirilmelidir! AKP’nin çöküşüyle birlikle sosyalistlere düşen artık sağı “eleştirmek” değil, onu kriminalize etmektir. 70 yıllık icraatlarının sonuçlarını vurgulayarak onu bir ihanet çizgisi olarak damgalamak, emekçilerin gözünde bir nefret objesi haline getirip çivilemek hem mümkün hem de gerekli olacaktır. Bunun bizlerin devrimci hedefleri için yaratacağı olanak, egemen blok açısından yaratacağı zaaf da şimdiden görülmelidir.
Bu tespit niçin önemlidir? Çünkü bu gerçeği egemen sınıflar ve emperyalizm de görmekte ve AKP ve RTE sonrasına hazırlanan Türkiye’de, siyasal dengeler gene “mümkün olan en sağda” kurulmak istenmektedir; İYİ Parti ve diğerleri bu planın asli aktörüdür, yüzünü sürekli sağa çeviren Kılıçdaroğlu CHP’si ise halkın demokrat milyonlarını bu işbirlikçi plana razı etmenin taşeronluğunu yapmaktadır. AKP’nin gerilemesiyle birlikte sağın bir daha dirilmesine izin vermemek, onu ulaştığı bu en kriminal halinde teşhir edip geriletmek bir yurtseverlik görevidir. Bunu yapabilmek için ise Türk sağının yapısı ve tarihsel gelişimi hakkında bütünsel ve net bir bilince sahip olmak gerekir. Aşağıda ele alacağımız konu budur.
Önce muhtemel bir yanlışla hesaplaşalım.
KEMALİZM Mİ, TÜRK SAĞI MI?
1950 sonrası çıkış yapan Türk sağını böylesine hedefe oturtmak, 1950 öncesi Kemalist Tek Parti Diktatörlüğünü aklamak anlamına mı gelir? Hayır, gelmez! Zira aşağıda da açıklayacağımız gibi bu sağ, “kuluçka” dönemini 1923-50 arası Tek Parti iktidarında geçirmiş, bu iktidarın anti-komünist baskıları ve burjuvazinin önünü açan politikaları ile can bulmuş, 1950 sonrasında kendini besleyen hücrenin duvarlarını parçaladıktan sonra vücuda, yani ülkeye zehrini saçmaya başlamıştır. Ancak bu Tek Parti dönemi, sadece burjuva yanlısı politikaların ve anti-komünist baskıların değil, laiklik, bilimsel düşünceye öncelik ve kadın hakları gibi önemli pozitif dönüşümlerin de yapıldığı bir dönemdir ve değerlendirme yapılırken bu bütünlük gözden kaçırılmamalıdır. Bugün Kemalizme en sert eleştirileri yapan bir Marksist dahi, “ülkeyi bu hale Atatürk ve İnönü getirdi” gibi bir iddiayı, gülünç olmayı göze almadan söyleyemez. Ancak ülkenin “bu hale” gelmesinde 70 yıllık sağ iktidarların birincil rolü ve suçu her göze batacak kadar barizdir. Sosyalistlerin Kemalizm’le olan çatışmaları ve kaçınılmaz tarihsel hesaplaşmaları kafalarımızda tutmamız gereken bir yol gösterici, bir ideolojik koordinat, bir kırmızı çizgidir. Bu koordinat, hem sosyalist hareketin tarihinin bütünselliğini kavramak, hem devletin 1923’den beri anti-komünist sınıf karakterini akılda tutmak, hem de Kürt meselesinde enternasyonalist bir tutumda ısrar edebilmek için vazgeçilmezdir. Ancak bir ideolojik ilkeyi günlük siyasetin asli ve acil hedefi haline getirmek her zaman doğru değildir. “Sağı boş verelim, asıl Kemalizm’e vuralım” yaklaşımı, geçmişte sadece liberallerin değil, kimi iyi niyetli sosyalistlerin de içine sürüklendiği “Yetmez ama evet” tavrının altında yatan temel politik hataydı. Bu hatanın tekrarına izin verilmemelidir.
Şimdi Türk Sağının tarihsel oluşum sürecine geçelim.
TÜRK SAĞININ TARİHSEL-GENETİK KODLARI: “BULGUR, MERCİMEK APARTMANLARI” VE KOMŞUSUNUN EVİNE, MALINA, AİLESİNE GÖZ DİKENLER
Marx Kapital’de kapitalizmin kanunlarını, onun ekonomik aklını ortaya koyarken onun ortaya çıkması için gerekli 3 ön koşuldan biri olan “ilkel birikim”e değinir, ve bu birikimin çoğunlukla “ekonomi dışı” yöntemlerle, şiddet, baskı ve zorla elde edildiğini gösterir. İngiliz toprak sahiplerinin köylüleri açlığa mahkum ederek topraklarından asker zoruyla sürmeleri, Liverpool şehrinin zenginliğinin kaynağı olan köle ticareti, Güney Amerika’nın zenginliklerini Avrupa’ya aktarılırken uygulanan ve Bartolomeo de las Casas’ın “Yerlilerin “Gözyaşları” kitabında ifşa ettiği vahşet,,. bütün bunlar ilkel sermaye birikiminin çıkış noktalarıdır.
Peki Türk sağının ve onun ayrılmaz parası Türk burjuvazisinin “ilkel” birikimi” nasıl sağlandı? İstanbul burjuvazisinden başlayalım: Burjuvazinin ezici oranda gayrimüslim olduğu 1910’larda İttihat ve Terakki bir “müslüman-Türk” burjuvazi yaratmak istedi; ancak bu hedefe varmak için gerekli birikim ve tecrübeden yoksun olan “bizim” müstakbel burjuvaların önünü açmak için daha kaba, direkt ve kestirme bir yol buldu: Savaş esnasında erzak ticaretinin tekelini bazı Türk ve Müslümanlara vermek! Bu, halkın açlıktan kırıldığı bir dönemde yapılan alçakça bir spekülasyondu, ve “vagon ticareti” olarak adlandırılan bu yöntem çok sayıda zengin yetiştirdi. Öyle ki, bu zenginler, zenginliklerine kaynak teşkil eden gıda maddelerine olan minnettarlıklarını ifade etmek için, sonradan yaptırdıkları apartmanlara “Bulgur Palas”, “Mercimek Apartmanı” gibi isimler vermekte beis görmediler.
Anadolu’daki durum ise farklı oldu. Burada ekonomik gelişme ve zenginlik Rum ve Ermeni halkında yoğunlaşmıştı. Düzenli sürdürülen ticaret ve zanaatla bu halklar daha moderndi, daha iyi eğitimliydi, daha güzel evlerde oturuyordu ve çocukları ve kadınları daha bakımlıydı. 1915 Ermeni Tehciri ile başlayıp 1924 Mübadele ile süren Anadolu’nun “hristiyansızlaştırılması” sürecinde devasa bir mülkiyet değişimi gerçekleşti. 1915 Ermeni Tehciri ve ona eşlik eden utanç verici katliam sürecinde, geri döneceklerini umarak yola çıkan ailelerin bir kısmını Türk komşuları göz yaşları ile uğurladılar, yolculuğa dayanamayacak çocuklarına bakma sözü verdiler; ancak daha fazla örnekte başkaları Ermeniler mekânı terk eder etmez evlerine yerleştiler, dükkanlarına el koydular, arazilerine silahlı adamlarla çevirip gasp ettiler; bununla da yetinmeyip Tehcir edilen kafilelerdeki kadın ve kızları zorla haremlerine kattılar. Anadolu’da çok sayıda zenginin servetlerinin kökeninde Ermeni tehciri olduğu, ülke çapında hala meşhur ve ismi “kara”lı ve “yeşil”li ailelerin buradan servet peydahladığı bilinmektedir. 1920 Ankara Birinci Meclisinde, terk edilmiş (ve sahiplerinin artık geri gelmeyeceği belli olmuş) Ermeni mallarının şehit ailelerine, erkekleri Birinci Dünya Savaşı’nda ölüp fakir düşmüş Müslüman ailelere dağıtılması için teklif verilir; ancak teklif reddedilir! Çünkü o mallar “çoktan” paylaşılmıştır, yeni sahipleri ise Meclis’tedir! Tarihimizin belki de en idealist ve yurtsever Meclisi olan Birinci Meclis’te dahi Türk sağının embriyosu, yani “komşusunun malına göz dikenler” ciddi bir güç sahibi olmayı başarmıştır.
İlkel birikimin bizdeki hikayesi budur. “Yerlilerin gözyaşlarının” bizdeki karşılığı, sırtından milyonlar vurdukları açlık çeken Türk-müslüman halkın ve bin yıllık toprağından kanla sürülen gayrimüslim halkın gözyaşlarıdır. Bu “hazır üretilmiş zenginliğe el koyma”, bugünkü deyimiyle “çökme”, bizim burjuvazinin ve onunla etle tırnak gibi bütünleşmiş temsilcisi sağın 100 yıllık refleksi, “temel içgüdüsü”dür. Gayrimüslimlerin mülksüzleştirilmesi 1934 Trakya pogromu, 6-7 Eylül olayları ve Kıbrıs hadiseleri ile sürmüş, ancak malına çökülecek gayrimüslim kalmayınca bu aç gözlülük bu sefer ülke toprağına, doğaya, hazine arazilerine, halkın parasıyla kurulmuş devlet işletmelerine yönelmiş, ve bunların hepsine “ekonomi dışı” yöntemlerle, yani siyasi iktidar desteğiyle el konulmuş, yağmalanmıştır. Menderes’ten RTE’ye kadar olan süreçte Türk sağı bu yağmanın fikir babası, planlayıcısı, uygulayıcısı ve moderatörü olmuştur. Bugün bile, kimi gergin bölgelerde mallarına çökebilmek için Alevilere ve Kürtlere yönelik bir “temizlik” hareketini içten içe arzulayan bir “sırtlan refleksi” Türk sağında bir yerlerde mevcuttur.
CUMHURİYET VE TÜRK SAĞI
Bu siyasi güç sahibi zenginler, yeni Cumhuriyet yönetimini ve onun ”inkılap”larını hızla benimsediler. Fesi ve kalpağı atıp fötr şapka ve takım elbiseyi ilk giyen onlar oldu. Bunu yaptılar, çünkü siyasi güç buradaydı ve onlar (bugün de olduğu gibi) siyasi gücün hep yanında olmayı ve ondan nemalanmayı bir yaşam ilkesi yaptılar. Burada bir düşmanın, ünlü oryantalist tarihçi ve CIA’in Ortadoğu danışmanı Bernard Lewis’in şu zekice yorumunu hatırlamak gerekir: “Batı’da burjuva bağımsız bir güç kazanır, ve bu bağımsız gücüyle siyaseti şekillendirir. Doğu’da ise burjuva siyasete yapışır, ve siyasi güç üzerinden kendi zenginliğini, ekonomik gücünü artırır” (“What Went Wrong”, Bernard Lewis, Harper-Colins Publishers, s.63) Ancak bu siyasi güç sahibi burjuvaların, Türk sağının atalarının bu “cumhuriyet”çiliği doğru okunmalıdır. Onlar, cumhuriyetin kurucu kadrosu olan Kemalistlerin samimiyetle arzuladıkları “aydınlanma”yı hiçbir zaman içselleştirmediler. Geçtiğimiz günlerde yitirdiğimiz değerli Marksist düşünür, hepimizin abisi olan Metin Çulhaoğlu yoldaşımızın sık sık yaptığı şu tespit anlamlıdır: “1789’un aksine, geç dönem burjuva devrimleri ilerici potansiyellerini daha hızlı yitirirler ve gericilik daha hızlı bir şekilde buralarda güç kazanır” Bizde de olan bu olmuştur. Aydınlanmanın temel değerleri olan bilimsel düşünce, hurafelerin yok edilmesi, arkaik kalıpların yıkılması, kadının özgürleşmesi, dinin potansiyel bir tehlike olarak kişisel yaşama geri tıkılması, asla bu yeni zenginlerin uğruna aktif olarak savaştıkları hedefler olmadı; onlar sadece iktidarın yanında olabilmek için bu ilkelere uyum göstermekle yetindiler. Kendileri güç kazanıp kendi kanatlarıyla uçmaya başladıkları zaman bu değerlere (hele kendi statükolarını tehdit etme riski taşıdığında) sırt çevirmekte, ve Köy Enstitülerine yaptıkları gibi onları ezmekte tereddüt etmediler.
Cumhuriyetin kurucu iradesinin (kendi açısından) temel yanılgısı, sonuna kadar gidecek bir aydınlanmayı, burjuvazinin belirleyici olduğu bir yapıyla gerçekleştirme hayali olmuştur. Çağımızda her türlü aydınlanma (sosyalist veya demokratik) aydınlanma, ancak halk kitlelerini harekete geçirerek, onları sürecin öznesi haline getirerek mümkün olabilir. Ekonomisi ve siyaseti burjuvaziye bırakılmış bir ülkede aydınlanma atılımı sınırlı kalmaya mahkumdur; zira yeni siyasi sınıf, aydınlanmanın değerlerini aşağıya iletmek ve yaymak için hiçbir çıkara ve motivasyona sahip değildir. Bizim cumhuriyet aydınlanmamızın ışığının aşağıya ulaşamamasının, geniş yığınları kavrar hale gelememesinin temel sebebi budur. Türk Sağı, cumhuriyetin aydınlanmacı yönelimi ile burjuvazinin politik belirleyiciliği arasındaki bu mantık dışı evliliğin gayrimeşru çocuğudur. Her gayrimeşru çocuk gibi babadan nefret eder, ama (çoğu gayrimeşru çocuk gibi) ondan yararlanmaktan, onu kendi çıkarı için kullanmaktan asla imtina etmez.
DEVLET VE TÜRK SAĞI
Bu noktada, son 60 yıllık tarihimizde yaşanan büyük trajedilerin, katliam ve darbelerin ardındaki “olağan şüpheli”, yani devlet cihazı ve onun içindeki faşist oluşumlar göz önüne alındığında, “Sivil sağı bu kadar teşhir etmek, devlet içindeki gericiliği göz ardı etmeye yol açmaz mı?” sorusunu gündeme getirebilir. O yüzden Sağın, Türkiye Cumhuriyeti devlet aygıtı ve devlet aklıyla olan bağını ortaya koymak gerekir.
Başta bir toprak ağası olan Menderes olmak üzere bu yeni sınıf CHP kanatları altında zenginleşip palazlandıklarında, onun devletçi, lafta dahi kalsa kamucu ve sosyal adaletçi vurgularından kurtulmaya karar verdiler ve içinde büyüdükleri CHP kozasını yırtarak bağımsız bir güç haline geldiler. Bu aynı zamanda yeni bir uluslararası konjonktürün, Soğuk Savaşın başlangıcına denk geldi ve Demokrat Parti ülkeyi ABD emperyalizminin etki alanına sokmanın taşeronluğunu yaptı. Bu, 1923’en beri anti-komünist olmakla birlikte belli bir tarafsızlığı ve bağımsızlık fikrini koruyan TekPparti yönetiminin aksine, emperyalizmi ülkenin bir dahili gücü, bir iç olgusu haline getirdi ve başta silahlı kuvvetler olmak üzere devlet bu yönde bir dönüşüm geçirdi. Sonuçta TC devletinin (geçmişten de devraldığı mirasla birlikte) resmi kimliği şu şekilde somutlaştı: ABD yanlısı, emperyalist politikaların destekçisi, (ve eskiden olduğu gibi) işçi düşmanı, sol düşmanı, Kürt düşmanı, Alevi düşmanı.. Bilim düşmanlığı ve kadın düşmanlığı ise, tam gaz desteklenen dinsel gericilik sayesinde hızla büyüyecek ve 1990’larda dişini göstermeye başlayacaktı.
Devlet cihazının bu resmi kimliğine siyasal yelpazede denk düşen konum bellidir; ve bu açıkça “sağcılıktır”; sağ partilere, Türk Sağı’na düşen ise bu halk düşmanı politikalara halk nezdinde meşruiyet kazandırmaktır. O yüzden 1950 sonrasında devlet Sağı, Sağ da devleti sever, aralarında bir iç içelik, biyolojik deyimle bir “symbiose” (ortak yaşam) söz konusudur. Sivil Sağ devleti sever, çünkü onun kendisine sağladığı iltimaslar, gayrı meşru destekler olmazsa sola karşı mücadelede hızla tükenir. 1960’larda beri sola karşı girişilen terör eylemlerinde polisin sağcı faşistlere sağladığı desteğe verilecek binlerce örnek vardır. Bu desteği yanında hissetmeden adım dahi atmayacak kadar karaktersiz bu insan malzemesini her sosyalist yakından tanır. Devlet de sivil sağı sever, çünkü bu sağ onun politikalarını Mecliste haklı göstermekle kalmaz, onun derin organlarının planladığı cinayet ve katliamların meşru zeminini (“sağ-sol çatışması”, “Alevi-Sünni çatışması”, dindar vatandaşların patlayan öfkesi” ) sağ sivil güçler sağlar. 12 Eylül faşist cuntasının lideri Kenan Evren bu sağ sevgisini şu veciz ifadeyle dile getirmişti: “İdeal bir siyasi yapıda 1 sol parti karşısında 1 değil 2 sağ parti olmalıdır. Sağ partinin kaybetme durumunda onu tek alternatifi sol olmamalı, bir sağ alternatif de mevcut bulunmalıdır” Bu, sözün bittiği yerdir.
Öte yandan sağ ile devlet cihazı arasındaki ilişkiler her zaman pürüzsüz olmamış, ancak gene de sağ, devlete olan “hizmetlerini” asla aksatmamıştır. 12 Eylül sürecinde “aşırı sağa da karşıyız” imajını inandırıcı kılmak uğruna çok sayıda MHP üyesi de işkence görmüş, bazıları infaz edilmiş; Kahramanmaraş’ın eli kanlı katili BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu devletin kendisine koyduğu kulvarın dışına çıkıp muhalefetle bağ kurmak istediğinde devlet eliyle bir “helikopter kazası” ile yok edilmiştir. Ancak bütün bunlara, devletten yedikleri bu yumruklara rağmen hem MHP, hem de BBP, “bizi Kürtlere, sola, Alevilere karşı kullanın” diye devlet kapısında “iş dilenmekten” geri kalmamıştır. Sağın en militan, en “delikanlı” geçinen kesiminin dahi onur duygusu bu kadardır.
O zaman sivil Sağ’a odaklanmanın anlamı nedir? Anlamı açıktır. Bu onursuz siyasi gücün geriletildiği, marjinalleştiği, en azından belirleyici olmaktan çıktığı bir ortamda, devlet içi gericiliğin manevra alanı daralacak, provokasyon zeminleri azalacak, geleneksel devletin halk düşmanı politikaları (sürdürüldüğü takdirde) olası bütün meşruiyet maskeleri düşeceği için tüm çirkinliği ile ortaya çıkacak, darbelerini “demokrasi ve huzuru koruma eldiveniyle” değil çıplak elle vurmak zorunda kalacak, halkın ezici çoğunluğunu açıkça karşısında alan gayrı meşru bir diktatörlüğe dönüşecektir. Bu ise, belki daha sert, ama çok daha kitlesel ve meşru bir mücadelenin başlangıcı olacaktır. Eskiden faşist generallerin (Mao’dan alıntı yaparak !) devrimciler ve halk için yaptığı ”su ve balık” benzetmesini kullanmanın tam yeridir: Devlet gericiliğini balığa benzetirsek, sivil Türk sağını geriletmek “balığı sudan mahrum bırakmak” anlamına gelecektir.
TÜRK SAĞI’NI BİR BÜTÜN OLARAK DÜŞÜNMEK DOĞRU MUDUR?
Doğrudur. Maalesef doğrudur, Türkiye’de kesinlikle doğrudur. Batı Avrupa ve ABD’ye has olan “merkez sağ”, “liberal sağ”, muhafazakâr sağ”, aşırı sağ” gibi ayrışmalar Türk Sağı için geçerli değildir; ve bizim sağda yapılacak bu tarzda kategorileşmeler, şayet açık sahtekârlık değilse, düpedüz gülünçtür ve ciddiye alınamaz. İngiltere’de Muhafazakâr Partinin yanında, kökü eskiye dayanan ve hep farklı bir “Liberal Parti” olmuştur ve vardır. Almanya’da Hristiyan Demokrat CDU’nun yanı sıra bir de merkeze yakın FDP (Hür Demokrat Parti” varlığını sürdürmüştür. ABD’de Cumhuriyetçi Parti’nin yanı sıra nispeten liberal Demokrat Parti yıllardır mevcuttur. Türkiye’de ise Sağın içi akışkandır, herkes her yere gidebilmekte, Sağın tarihsel kodları içinde kalmak kaydıyla farklı bir pozisyon alabilmekte, sonunda hepsi birbirine benzemekte, birbiriyle özdeşleşmektedir. “Merkez sağ” diye lanse edilen Tansu Çiller, beyaz Toros’lu cinayetler döneminin eli kanlı kraliçesi olmakla kalmamış, İslam’ın “İ”sinden dahi haberi olmamasına rağmen tarikatların önünün alabildiğine açmış, 60’ların “liberal” Demirel’i (kendisi kayıtlı bir mason olmasına rağmen) elinde Kuran’la kürsülere çıkmış, o yılların “yollar yürümekle aşınmaz” hoşgörüsü yerini, 70’lerde faşist cinayetler ortalığı sararken insanların suratına tükürürcesine “bana milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz” küstahlığına bırakmış, RTE’ye etmediği hakaret kalmayan MHP onu sadık müttefiki haline gelmiş, AKP’ye düşmanca ve “liberal” etiketlerle kurulan bir sağ partinin liderleri olan N.Kurtulmuş ve S.Soylu, bu partinin en kösele yüzlü savunucularına dönüşmüştür. Sağın belkemiği, prensibi, ilkesi, onuru yoktur. Dini istismar, şovenizmi körükleme, patron uşaklığı, sol, Kürt ve Alevi düşmanlığı, ve ABD destekçiliği Türk sağının bir bütün olarak paylaştığı ve onu tanımlamak için yeterli geleneksel kodlardır. Bu kodlar içinde hepsi bir bütündür ve aralarındaki ayrım; hatta düşmanlıkların dahi bir anlamı yoktur. Yakın zamana kadar sağın içinde “kapalı bir cep” gibi duran islami sağ, AKP ile birlikte sağın geleneksel partisi haline gelmiştir. Geçmişin ANAP, DYP, ..vs kadroları şimdi bu partinin içindedir. İslami referanslar ise sadece güce biatın parçasıdır: Milletvekili seçilmek için kendisinin (veya karısının) başını örtenler, bu olanak kalktığı zaman “laik” kıyafetlere bürünebilmektedir.
Bu akışkanlık her yöne işlemektedir. Faili meçhuller döneminin İç İşleri Bakanı Akşener, ve 10 Ekim katliamının başbakanı Davutoğlu bugün “demokrat” kılıklara ve iddialara bürünebilmektedir. Yarın iktidar olup da halk muhalefeti karşısında zorlandıkları zaman fabrika ayarlarına dönmeleri işten bile değildir.
Gelecekte Türkiye’de, Fransa’daki gibi (sadece anti-Nazi değil, aynı zamanda anti-ABD olan) De Gaulle benzeri gerçekten yurtsever bir sağ, ya da ABD’deki (en azından ülke içinde) özgürlükleri savunan Demokrat Parti gibi liberal bir sağ olabilir mi? Bunun cevabını tarihsel gelişme verecektir. Sola, sosyalistlere tahammüllü bir sağ, ancak sosyalist ve ilerici güçlerin Kürtler dışında %20-30’luk bir kitle gücüne ulaştığı zaman, belki fiili bir durumu kabullenme babında mümkün olabilir. Bu hedefe ulaşmanın son derece çetin ve acılı bir süreç olacağı şimdiden ortadadır; bu noktaya ulaştıktan sonra da, yıllar boyu sola tahammül etmemiş bir sağa bu sefer bizim tahammül edip etmeyeceğimiz de ayrı bir sorun olacaktır.
SAĞIN ELİ VE AYAKLARI: CUMHURİYETİN KÜSKÜN YOKSULLARI
Tüm yıkıcılığına ve ülkeye verdiği zarara rağmen, sağın kitle desteği 70 yıldır %50’nin altında değildir. TV’de kimi düzen yanlısı yorumcuların gevrek gevrek sırıtarak “görüldüğü gibi Türk halkı sağı seviyor” yorumlarının ardındaki hazin gerçek budur. Bu utanmazca sırıtışı suratlarında dondurmak boynumuzun borcudur; ama bunu başarmak için bu desteğin tarihsel süreçte nasıl ortaya çıktığını iyi analiz etmek gerekir.
Bu %50’lilik kitle içerisinde sadece tüccarlar, zenginleri burjuvalar değil, aşağıda ayrıca ele alacağımız dar, ancak habis bir kesim de mevcuttur. Ancak bu kitlenin hala büyük kısmını sömürülen dürüst yoksullar, köylüler, isçiler, emekçiler ve kadınlar oluşturmaktadır. Çözülmesi gereken “makûs talih” budur, bu makus talihin oluşumu cumhuriyetin kuruluş yıllarına kadar uzanır. Sağın “beyninin” o yıllarda nasıl oluştuğunu ortaya koyduk; şimdi bu yapının el ve ayaklarının nasıl ona eklemlendiğini bulmak zorundayız.
1923’de Cumhuriyeti kuran ekip, halkın fedakarlığı ile sağlanan bir birikimle bir sanayi altyapısı kurmaya yöneldi. Bu yaklaşım, sosyalistlerin de saygı duyacağı bir yaklaşım olabilirdi; tek şartla: Ekonomik gelişmenin meyvelerinin yoksul halka yansıması, halkın bundan direkt yararlanması. Emek odaklı bir kalkınma ile burjuva odaklı bir kalkınmanın temel farkı da buradadır. SSCB 1929’da halktan büyük fedakarlıklar isteyerek bir kalkınma planı başlattı; birinci 5 yılın sonunda ise elde edilen büyüme direkt olarak emekçi halkın yaşamına yansıdı: Sovyet halkları net bir biçimde daha iyi yaşam, beslenme, giyim, eğitim, ulaşım, eğlence olanaklarına kavuştu ve bu sonuç, halklarda rejime yönelik büyük coşku ve bağlılık yarattı. Türkiye’de ise halkın vergileri ve SSCB desteği ile kurulan fabrikalar, ve ona eşlik eden büyüme hiçbir şekilde yoksul halka yansımadı. Cumhuriyetin ilerici reformları şehirlerin aydın kesimlerinde ve kadınlarda haklı bir coşku yaratırken, yoksul emekçiler, yani işçiler ve ülkenin ezici çoğunluğunu oluşturan yoksul köylülerin yaşamında hiçbir hissedilir iyileşme olmadı. Büyük Nazım’in Kurtuluş Savaşı’nda savaşan bir emekçiyi anlattığı “Kartallı Kâzım’ın Öyküsü” şiirindeki şu dizeler, bu gerçeğin en yalın anlatımıdır:
“… Kavgadan önce Kartal’da bahçıvandı.
Kavgadan sonra Kartal’da bahçıvan…”
Oluşan büyüme ile sağlanan zenginlikler halka yansımak yerine yeni gelişen ve önü açılan burjuvazinin elinde toplanınca, yoksullar ülkede Cumhuriyet adına yaşanan bu büyük dönüşümde dışlanmış hissettiler. O dönemki TKP raporlarında “Cumhuriyet halkı yeni rejimin nimetlerinden yararlandırmak ve kendine bağlamak için hiçbir şey yapmıyor” diye değinilen gerçek tamı tamına bu oldu.
Bu dışlanma hissine, inkılapların yarattığı kültürel-ideolojik travmaları de eklemek gerekir. 200 yıldır Batı ile, bayağı bir deyimle “gâvur” ile mücadele eden bir coğrafyada, insanların Batılı gibi giyinmeye zorlanmasının yarattığı tepkilerin de kolay kolay sindirildiği söylenemez. Buna rağmen, insanların yaşamında anlamlı bir iyileşme olabilseydi, bu kültürel sürtüşme ve travmalar daha rahat aşılabilirdi. Bunun yapılmadığı bir ortamda, ekonomik ve kültürel yabancılaşma üst üste binerek Anadolu yoksullarında ciddi bir dışlanmışlık ve küskünlük hissi yarattı.
O dönem her şehir ve ilçe merkezinde sık sık değişik gerekçelerle düzenlenen “cumhuriyet baloları” ve halkın buna bakışı, bu hissin en somutlaştığı olaylardan biri oldu. Aydınlanma davasına ve Cumhuriyete yürekten bağlı, ancak eleştirel bakışını da yitirmemiş değerli yazar R.N.Güntekin, Anadolu’da görev yaptığı dönemdeki anılarını içeren “Anadolu Notları” kitabında şu ilginç olayı aktarır: Bir ilçede Cumhuriyet balosu düzenlenir. Bu kutlama kadınlı-erkekli, birlikte dans edilen, şarkı söylenen, içki içilen, tam anlamıyla modern yaşamı simgeleyen bir eylemdir. Ancak ilçenin (yoksul) gençleri, bu baloyu pencereden ve kapı arasında izlemek istediklerinde jandarma tarafından yakalanıp karakolda sabahlamak zorunda kalırlar. Gerekçe “elalemin karısını kızını gözlemek”tir ! (“Anadolu Notları”, R.N.Güntekin, İnkılap yay. S.105) Cumhuriyetin jandarması için dahi, bu balolar bir “mahremiyet” unsurudur. Bu olay belki münferittir, ama anlamı geneldir ve resim açıktır: Bu balolar, bugün algılanmak istendiği gibi “modern yaşamın tomurcukları” değil, aynı zamanda yeni siyasi elitlerin ve onlarla bütünleşmiş burjuvazinin kendilerine kurduğu “kapalı bir dünya”dır; bu dünyada sıradan vatandaşlara yer yoktur; bu dünyada o an için kendilerini mutlu ve güvenli hissetmektedir, ancak bu dünyanın dışında onlara düşmanca bakan devasa bir yoksullar denizi yer almaktadır. Bugün resmi Kemalist söylemin “halkın yobazlığı” diye kestirmeden etiketlediği bu tepkide, sınıfsal bir boyutun olduğunu görmemek için kör olmak gerekir.
Trajedi de burada başlamaktadır. 1945 sonrası palazlanan burjuvazi kendi sağ politikasını açıkça ve bağımsız olarak DP yoluyla inşa etmeye başladığında, rakip CHP’yi sıkıştırmak ve güç kazanmak için bu tepkiyi sonuna kadar kullandı ve sömürdü. Bu tepkinin sınıfsal yönünü ucuz popülist bir söylemle geçiştirirken, bu küskünlüğün asıl ideolojik boyutuna abandı ve halkın (cumhuriyetin yukarıdaki sebepler yüzünden eritemediği) muhafazakârlığını körükleyerek sadece CHP’yi değil, Cumhuriyet’in pozitif kazanımlarını da tehdit eden bir politik gücün temellerini attı. Sonrası malumdur. Sonuçta, burjuva odaklı bir modernleşme projesinin yarattığı tepkilerden gene burjuvazi yararlanmış oldu.
Bu noktada sosyalist hareketin de ciddi bir hatasını ortaya koymak gerekir. O dönem boyunca ağır baskılar altında az sayıda kadroyla yiğitçe mücadele eden TKP, nüfusun %70’inin köylü olduğu bir ortamda bir şehir partisi olarak kaldı. İşçiler ve aydınlar arasında az da olsa kazandığı mevziler yıllar sonra TİP’de ve DİSK’de çiçeklenmekte gecikmedi; ancak köylülük arasında hiçbir güç, hiçbir birikim, hiçbir mevzi kazanmadı. Partinin bir tek köylü hücresi dahi olmadı; muhtemelen Parti yönetimi de (tıpkı Kemalist iktidar gibi) köylülüğü “kayıp alan” olarak değerlendirdiler; köylü örgütlenmesi konusunda dışardan (Komintern) gelen uyarı ve eleştirilere rağmen, bu konuya el atacak insiyatifi göstermediler. Sonuçta, geniş yoksul köylü yığınlarının sınıfsal bir boyut da içeren CHP’ye karşı tepkisini yeni oluşan sağ tekeline almayı başardı. Köylülük içinde cephe açmayı ise yıllar sonra TİP, sonra THKP-C ve THKO, daha sonra da Devrimci Yol başardı; ancak 12 Eylül yenilgisinden sonra sosyalistler bu mevzilerinde ciddi kayıplara uğradılar.
SAĞCILIĞI MUHAFAZAKÂRLIKTAN AYIRMAK
Önce bu başlığın yol açabileceği bir yanlış anlamayı düzeltelim: Vurgulanan fikir “sağcılık kötüdür, muhafazakârlık iyidir”; ya da “sağcılık zararlıdır, muhafazakârlık zararsızdır” şeklinde bir görüş değildir, olamaz. Sağ politikalar her zaman gelişmek için en elverişli zemini muhafazakâr ortamlarda bulurlar. Yenilikçi, tartışmacı, sorgulayıcı ortamlarda sağ düşüncenin gelişmesi ve kök salması mümkün değildir. Bu olguya, yani sağcılık ve muhafazakârlık arasındaki bu tarihsel ittifaka rağmen, bu 2 olgunun tanımı ve teşhisi net yapılmalıdır. Sağcılık, burjuvaziye hizmet için emeğin ve ülkenin yağmalanmasıdır. Muhafazakârlık ise, geçmişten devralınan geleneksel değerlere, dine, örf ve adetlere ve ulusal-bölgesel kimliğe bağlılıktır. Bu tanımların ışığında, aralarındaki içiçeliğin derecesi ne olursa olsun, ikisini özdeş saymak, her muhafazakâr emekçiyi sağcı politikacılar gibi bir sınıf düşmanı olarak algılamak, sosyalistler için sadece pratikte bir intihar olmakla kalmaz, aynı zamanda bilimsel planda da yanlıştır. Sosyalist düşünceye göre bir insanın objektif konumunu belirleyen içinde yaşadığı maddi ortam ve üretim ilişkilerindeki yeridir. Sömürülen bir emekçi düzen yanlısı sağ görüşleri benimsiyorsa, bu yaşadığı maddi koşullarla fikirsel dünyası arasındaki bir eşitsiz gelişmenin sonucudur ve Sağ siyaset bu eşitsiz gelişmeyi kendi lehine kullanıyorsa, sosyalistler için de maddi temele dayanarak, sağlıklı bir çalışmayla bu olumsuz dengeyi değiştirip bükülen bileği terse çevirmek, o emekçiyi sağ politikaya karşı hale getirmek sadece teorik olarak değil, dünya devrimci deneylerinin de sayısız örnekle gösterdiği gibi pratik olarak da mümkündür. Daha önceki yazılarımızda da defalarca vurguladığımız gibi, dürüst ve haksızlığa isyan edebilen muhafazakâr emekçileri orta ve uzun vadede ilerici harekete kazanmanın 2 belirgin kanalı vardır:
- Günlük pratik mücadele kanalı: Hiçbir sol ya da sosyalist kimliği baştan dayatmadan, hiçbir ideolojik söylemi baştan empoze etmeden haksızlığa karşı ve daha iyi bir hayat için mücadele pratiğinde bir araya gelmek, hiçbir ayrışmaya ya da ötekileştirmeye izin vermeden bu emekçilerin bizzat kendilerini böyle bir mücadelenin bilinçli öznesi haline getirmek. Bu kanal bugün grevlerde, direnişlerde, mahalle çalışmalarında fiilen başlamış durumdadır; bunu bir genel çizgi olarak yükseltmek ve genişletmek başarının önünü açacaktır. Bu uzun vadeli bir çalışmadır ve 50 yıldır kafalara sokulan önyargıları birkaç günde ya da ayda silmeyi beklemek saflıktır. Ancak bu mücadelenin uzun soluklu niteliği asla bizim “soluğumuzu” kesmemeli, bu ortak pratik mücadele çizgisinde ısrar ve inat edilmelidir.
- Düzgün ve kucaklayıcı bir ideolojik söylem: Sağın emekçileri manipüle etmek için kullandığı 2 faktörü, milliyetçilik ve dini, sağın silahları olmaktan çıkarmanın yolu, soyut ve hamasi milliyetçiliğe karşı, emeği ve tarihsel emek birikimini başa koyan bir coğrafya sevgisi, coğrafyamızdaki tüm milli ve etnik kimliklerin renklerini kapsayan halkçı bir yurtseverliği çıkarmak, öte yandan da dürüst bir muhafazakâr emekçinin dini inancında somutlaşan ahlaki değerlerin, Sağ politikanın kimliğini belirleyen çürümüşlük ve ahlaksızlıkla olan bariz çelişkisini vurgulamak, bu pozitif ahlaki değerlerle sosyalistlerin sahip olduğu değerler arasındaki ortak noktaları vurgulayarak sosyalizmin din düşmanlığı değil, sömürü ve aldatmaca düşmanlığı olduğunu somut olarak göstermek.
TİP’in başarılı kitle mücadelesi ve kitleyle temas kurma söylemi, daha şimdiden bu alanda az da olsa meyvelerini vermeye başlamıştır; AKP çürümüşlüğünde son noktasına varmış olan sağ değerlerin pratikteki kaçınılmaz çöküşü, bu süreci daha da hızlandıracaktır.
Sağı eritmeye yönelik politikanın zorunlu bir üçüncü boyutu da vardır; o da yazımızın son bölümünde ele alınacaktır.
TÜRK SAĞINA KARŞI “SOL” HANGİ SOL?
TİP Milletvekili sevgili Ahmet Şık, şu anda kurulmuş ve yola çıkmış olan “Emek ve Özgürlük İttifakı” çalışmaları esnasında, bu ittifakı isimlendirirken “sol” kelimesini kullanmanın doğru olmayacağını, bunun yanlış kutuplaşmalara yol açacağını belirtmişti. TİP’in yakasından düşmeyen “sol” troller, anında bu lafı dillerine dolayarak “sol sizi niye bu kadar korkutuyor” türünde saldırılarda bulunmakta gecikmediler. Bu saldırılar saçmadır, Ahmet Şık haklıdır. Haklıdır, çünkü anlamamız gereken şudur: Sosyalistlerin kafasındaki “sol” imajı ile halkın, özellikle de muhafazakâr kesimlerin kafasındaki “sol” oldukça farklıdır ve bu alandaki her türlü illüzyon ya da yanlış anlama, emek ve özgürlük mücadelesine kan kaybettirecektir. Biz sosyalistler için “sol” Deniz, Mahir, Behice Boran iken, sağın etkisindeki milyonlarca emekçi için sol, bu isimlerin yanı sıra (hatta onlardan da önce !) Ecevit, Baykal, Kılıçdaroğlu ve daha gerisinde İsmet İnönü’dür. İsmet İnönü CHP’sini dahi “sol” olarak gösterilmesini kimse yadırgamamalıdır; zira sosyalistleri 100 yıldır ezen devletin tanımladığı, ve meşru saydığı yegane sol CHP’dir ve bugün TV açık oturumlarında dahi 1950 sonrası İnönü’nün tavır ve beyanlarını “solun tavrı da buydu” yorumuyla aktarma sahtekarlığı hala sürmektedir. Devlet aklının sol hududu CHP’dir, onun ötesindekiler hayalperest radikaller, teröristler, marjinallerdir ve yok hükmündedir.
Bu isimler gerçekten “sol” mudur? Cumhuriyetin kuruluşundaki katkıları inkâr edilmemekle birlikte Tek Parti diktatörlüğünde sosyalistleri hapse atan, iktidarının son yıllarında Sabahattin Ali’nin sınırda başını taşla ezerek ölümünü planlayan, kuran kurslarını açan, Köy Enstitülerini ise Demokrat Parti iktidarından önce statülerini “Öğretmen Okulu”na çevirip eritmeye başlayan ve kapatılmalarının zeminini hazırlayan bir partinin, CHP’nin lideri İnönü “sol” mudur? 12 Mart sonrası devrimcilerin canlarını feda ederek yarattığı sol dalgayı kullanan, ama 1980’e doğru MHP’nin üzerine gitmek yerine sıkıyönetimi getiren, TÖB-DER gibi devasa kitle örgütlerini kapattıran, 12 Eylül’den sonra da kaşarlanmış bir gerici gibi sola ve Kürtlere karşı vahşeti sürdüren ve Ulucanlar katliamının emrini veren Ecevit sol mudur? Liderliği boyunca CHP’yi sürekli sağa çekip geleneksel (gerici) devlet aklı hizasında tutan, 5 Haziran 2015 seçimlerinden sonra AKP’ye karşı oluşan atılımı soğutmaya çalışıp 10 Ekim katliamının siyasi zeminini hazırlayan, hastalıklı siyasi hırsı yüzünden alay konusu olan Baykal sol mudur? Ve nihayetinde, 2015 atılımı ertesinde Selahattin Demirtaş’ı cezaevine yollamaya bizzat, kendi katkısıyla yeşil ışık yakan, 20 yıllık AKP iktidarına karşı kitle muhalefetini cansiperane biçimde sokağa dökülmekten alıkoyan ve demokrat milyonları 20 yıldır “bekleyin” teraneleriyle uyutup şu an yaşanan yıkımda bizzat sorumluluk taşıyan Kılıçdaroğlu sol mudur?
Yukarda aktardığımız sağın tarihsel kodları gibi, CHP’nin de tarihsel kodları vardır. 1923-50 arasında Türkiye Cumhuriyeti bir parti devletidir; 1950 sonrasında ise CHP bir devlet partisidir. Burada yaptığımız bir kelime oyunu değil, bir misyonu ve rol değişimini vurgulamaktır. 1923’deki Cumhuriyet devleti bir parti devletiydi, çünkü onu kuran politik akıl M.Kemal’in liderliğindeki CHP idi. 1950 sonrasında ise muhalefete düşen CHP, kurucusu olduğu devletin aklının temsilcisi ve koruyucusu olarak kendini tanımladı; ancak devlet Soğuk Savaş ve NATO entegrasyonu ile daha da gericileştiğinde bu bağımlılık sürdü ve yukarıda saydığımız bütün liderlerin yönettiği CHP, her zaman bu devlet aklının en “sol”daki temsilcisi oldu. İnönü’nün TİP’e karşı “ortanın solu”nu tanımlamasından itibaren CHP’nin misyonu kitlelerde sola kaymayı, radikalleşmeyi, kapitalist düzen dışına kayabilecek kitlesel atılımları “sol” dan engellemek oldu; bu misyon bugün de sürmektedir. CHP tabanındaki milyonların samimi demokrat ve ilerici özlemlerine rağmen..
Toplumda kurmak istediğimiz cepheyi “sol” etiketi altında tanımladığımızda, kaçınılmaz olarak bu etiketin altına girecek olan bu kamburları sosyalistler olarak sırtımızda taşımanın anlamı yoktur. Ülkemizde “sol”un gerçek temsilcisi sosyalistler, sırf CHP’nin ilerici harekete vurduğu darbelerle hesaplaşmak için değil, ama aynı zamanda muhafazakâr emekçilerin gözünde Tek Parti Diktatörlüğü döneminin, kaymakam-vergi tahsildarı-jandarma zulmünün simgesi olan CHP’ye duyulan antipatinin taşıyıcısı ve hedefi olmamak için dahi, kendilerini bu sahte “devlet solundan” ayırmalıdır. Böyle bir “solu” sırtımızda taşıyarak ya da kolumuza takarak yukarda nasıl şekillendiğini aktardığımız Türk Sağı’na karşı mücadelenin imkânı da yoktur. Bu baştan kaybedilmiş bir dava olur, zira CHP’nin de 100 yıllık kodları, devlet üzerinden Sağ’ın kodlarıyla kesişmektedir. Bu kördüğümü aşmanın yolu ise direkt ve apolitik bir “CHP’ye cepheden saldırma” değil, ayırt edici çizgilerimizi, yani emeği, emeğin iktidarını, halkların özgür birliğini ve Sağ’dan, onu arkasındaki tekeller ve emperyalizmden hesap sorma, onları ülkemizde yok etme hedefini öne çıkarmakla mümkün olacaktır. CHP tabanındaki (ulusalcı gericiler dışındaki) demokrat tabanı da kazanmanın yolu budur: “Ülkemize 70 yıldır ihanet eden Sağdan nefret ediyor, onun kökünü kazımak istiyor musunuz? CHP yönetiminin böyle bir derdi yoktur. Bunu tek yapacak olan güç biziz: Sosyalistler , ilericiler, emek ve özgürlük güçleri!”
TÜRK SAĞININ ASLA ERİMEYECEK OLAN ÇEKİRDEĞİ: ”KARANLIĞIN YÜREĞİ”
Sosyalistler olarak gerçekçi olmak zorundayız; sağa karşı en başarılı ideolojik mücadeleyi sürdürsek ve sağın etkisi altındaki dürüst muhafazakâr emekçilerin tümünü kazansak dahi (bu dahi iddialı bir hedeftir), Türk sağının toplumdaki ağırlığı %10’un, 15’in altına düşmeyecektir (bu rakam elbette sübjektiftir ve artı-eksi tartışmaya açıktır). Sağın bu kemik tabanını teşhis etmek istersek bunlar sanılabileceği gibi “iş adamları, tüccarlar, sağ parti yöneticileri, toprak ağaları..vs” değildir. Bunların oranı muhtemelen %1’i bile geçmez. O zaman bunlar kimdir?
TİP Milletvekili sevgili Sera Kadıgil, konuşmalarında sosyalistleri ve ilericileri tanımlarken sık sık “Bizler kimiz? Bizler iyi insanlarız; ülkenin ve insanlığın iyiliği için mücadele ediyoruz” demektedir. Bu son derece yürekten, doğru, ve tanımlayıcı olan ifadenin tersi de doğrudur ve yukarıdaki sorunun da cevabıdır: Burjuvalardan değil, sıradan insanlardan oluşan sağın kemik tabanı bizzat ülkemizin “kötü”leridir, cisimleşmiş kötülüktür, ve bunları “kandırılmış emekçiler” olarak görmek büyük bir saflıktır. Her türlü hırsızlığı ve gaspı yapmaya hazır ve istekli olduğu için namuslu insanlardan nefret eden, çıkarı için kişisel onurundan anında feragat etmeye hazır olduğu için onurlu insanlardan, boyun eğmeyi ve köleliği içselleştirdiği için de cesur insanlardan tiksinen, bütün bu namuslu, onurlu ve cesur insanlar kendi kişiliklerindeki sefalete ayna tuttuğu için onlara tahammül edemeyen, onları her türlü zorbalık ve vahşetle ortadan kaldırmaya istekli bir profilden bahsediyoruz. Osmanlı’dan beri coğrafyamızda süregelen cehalet, bağnazlık ve şiddet atmosferinin yarattığı, siyasi plandaki demokratik atılımlar asla halk kitlelerini kucaklayıp tabana inmediğinden varlığını sürdüren, sosyalistlere karşı iktidarların 100 yıldır uyguladığı zulüm politikalarıyla varlığı pekişen ve katmerlenen bir habis varlıktan bahsediyoruz. İngiliz yazar Joseph Conrad’ın, burjuva bir Avrupalı gözüyle Afrika’daki cehaletle birleşmiş vahşeti tanımlamak için romanına koyduğu başlık, “Karanlığın Yüreği”, biz sosyalistler için de bu lanetli kitleyi yeterince tanımlamaktadır. Bunlar, ülkemizdeki “Karanlığın Yüreği”dir
Somut olarak bunlar kimlerdir? Bunlar 90’larda polis ev basıp içindeki devrimcileri (çocuklarının gözü önünde) infaz ederken dışarda İstiklal marşı okuyup alkış tutanlardır. Bunlar 10 Ekim Gar katliamının ertesi günü Keçiören’de olayı kutlamak için havayi fişek atanlardır. Bunlar 6-7 Eylül hadiselerinde gayrimüslim kadınlara tecavüz eden, Kahramanmaraş’ta insanları ellerinden çivileyen, çocuk tecavüzü gibi en iğrenç bir insanlık suçunu örtbas etmekten vicdanı sızlamayanlardır. Bu kitle, birkaç yüzyıllık cehalet, bağnazlık ve zorbalığın, korkaklık ve çıkarcılığın birleşerek yarattığı, son 100 yıldır da sistematik gericiliğin katmerlene katmerlene güçlendirdiği ve kalınlaştırdığı bir kabuktur. Bu kabuğu hiçbir Aydınlanma güneşi, ya da hiçbir sosyalist idealin sıcaklığı eritip yok edemez; bu kabuk ancak kırılarak yok edilebilir.
Bu profili daha iyi anlamak için gözümüzü Türkiye’den dünyaya çevirelim. 1967’de Endonezya’da 20.yüzylın en büyük siyasi soykırımı gerçekleşti ve SBKP ve Çin KP’den sonra dünyanın en kitlesel Komünist Partisi olan Endonezya Komünist Partisinin 1 milyon üyesi ve taraftarı katledildi. ABD, İngiltere ve Avusturalya’nın birlikte planladığı bu katliam karşısında 2 dev sosyalist ülke, SSCB ve Çin (muhtemelen aralarındaki “ihtilaflardan” da ötürü) utanç verici bir sessizlik sergilediler. Bugün dünya kamuoyunun pek az konuştuğu bu insanlık faciası hakkında 2012 yılında 2 Amerikalı yönetmen, J.Oppenheimer ve Christine Cynn “Öldürme Eylemi” (The Act of Killing) adlı dokümanter bir film çevirdiler. Filmde yönetmen, o katliama bizzat karışmış insanlarla röportaj yaptı. Bunlardan biri, artık saçları ağarmış torun sahibi bir aile babasıydı ve filmde şöyle bir diyalog geçti:
(Adam-bir binayı göstererek): “O günlerde komünistleri şu binada topladık ve hepsini tek tek öldürdük”
(Rejisör-dehşet içinde) “Niçin öldürdünüz? Sizce kötü insanlar mıydı?”
Cevap kan dondurucudur:
(Adam) “Yoo. Onları yakından tanıyorduk. Aksine çok iyi insanlardı….Öldürdük işte..”
Budur. Ülkemizde de karşımızdaki profil budur. Aynı zamanda yukarda zikrettiğimiz, sağa karşı mücadelenin tamamlayıcı, üçüncü boyutu da burada karşımıza çıkmaktadır. Son zamanlarda klişe haline gelen “namuslu insanlar cesur olmalıdır” sözünü bir ileri seviyeye yükseltmek şarttır: “İyi” insanlar, aynı zamanda “güçlü” insanlar olmayı bilmelidir. Bedel ödeme fedakârlığını gösteren insanlar bedel ödetmeyi, karşısındakini caydırmayı da bilmelidir. Güce tapan ve önüne sunulan rahat hedeflere saldırmaktan başka hiçbir cesareti olmayan bu yoz kitleyle baş etmenin tek yolu budur. Emperyalizmin ve gericiliğin elindeki hazır kıta olan, ve nihai kavgada göz göze, diş dişe mücadele etmemiz kaçınılmaz olan bu kitle dağıtılmadan, TV programlarının diliyle söylersek “etkisiz hale getirilmeden” ülkemizde kalıcı ve sürekli hiçbir ilerici kazanım söz konusu olmayacaktır. Bu gerçek, yalnızca belirsiz bir geleceğin değil, uzun sakallı ve “cübbeli” kimi soytarıların “temizlik”ten bahsettiği bu günlerin de somut gerçeğidir.
Mücadelemizin en barışçı anları dahi, sosyalistlere bu konuda kendilerini bekleyen görevleri ve yapmaları gerek hazırlığı unutturmamalıdır. Bu karanlığın uşaklarına karşı geçmişte verilen mücadelelerin, 31 Mart gericiliğini ezen Hareket Ordusu gönüllülerinin, işgalcilerin ve padişahın kuklası Anzavur ihanetini yok eden Kuvayı Seyyare kahramanlarının, ve 1973-80 arasında (ilerde Kenan Evren sayesinde canlarını kurtaracak olan) faşistlere kök söktüren, onların kafalarına şimşek gibi inen ve yuvalarını başlarına yıkan yiğit devrimci ağabeylerimizin anıları bizlere yol gösterecek, ışık tutacaktır.