Sorun ve kriz arasında: Barınma ve konut
Hem krize hem soruna barınma ve konut hakkı çevresinden bakılmalı, bu düzende sosyalist politikanın göbeğine bu kavramlar yerleştirilmelidir.
Fotoğraf: Fetihtepe kentsel dönüşüm direnişinden...
Sinem Yıldız
Son 24 yılın en yüksek enflasyon oranı, Ağustos ayında %80,21 olarak açıklandı. Bunun en sert biçimde hissedildiği alanlardan biri olan barınma sorunu, karşımıza konut krizi olarak çıktı. Özellikle Covid salgını sonrasında artan oranda bir “barınamama” durumu deyim yerindeyse hepimizin “ocağına” incir ağacı gibi çöktü. Bu durumun nedenleri, ekonomistler, sosyal bilimciler, şehir plancıları, siyasetçiler tarafından çeşitli başlıklar altına hala tartışılmaya devam ediyor. Barınma ve konut “sorunu”, barınma ve konut “krizi” gibi kavramlarla ele alınan konunun bu iki kullanım özelinde nedenlerinin ve bu nedenlerle ilişkili olarak çözüm yollarının farklılaştığını söyleyebiliriz. [1]
SORUN
Kapitalizmin temelinde duran karşıtlıklardan birini kır-kent ikiliği olarak tanımlayabiliriz. Öyle ki Engels, Konut Sorunu adlı kitabında, kır-kent karşıtlığının ortadan kaldırılmasıyla mülkiyet tek elinin ortadan kaldırılmasını birlikte değerlendirir. Bu yaklaşımla, kentsel sorunların toplumsal sınıflarla ilişkisi incelenerek Marksist kent kuramının temelleri atılmıştır. Sanayileşmeyle beraber, kırdan kente iş bulmak amacıyla yoğun bir biçimde göç hareketi başlamış, kent nüfusu hızlı bir artış göstermiştir. Kırdan mülksüzleşme yoluyla kente gelen işçiler, iş zamanından kaybedilmemesi amacı güdülerek yoğunlukla fabrika çevresindeki işçi mahallerine yerleştirilmişlerdir. İşçiler, nüfus yoğunluğunun çok yüksek olduğu, kanalizasyon yapısının yetersiz, hatta bazı durumlarda hiç olmadığı, bundan kaynaklı olarak kolera gibi salgın hastalıkların kol gezdiği alanlarda yaşamak zorunda kalmışlardır. [2] Bu, sanayi kentinin ilk görünümlerinden biri olmakla beraber, barınma sorununun bu yoğunlukta ilk ortaya çıktığı zamanlardır. Mekan, kent ve üzerindeki yapılar, henüz yoğunlukla üretimin gerçekleştiği alanlar olarak tanımlanmıştır.
İki dünya savaşının ardından, 60’lı yıllara gelindiğinde ise mekanın, artık yalnızca üretimin yapıldığı alan olarak değil, direkt olarak üretime konu olan bir ürün olarak incelenmeye başlandığını görürüz. Yani artık yalnızca mekanın üzerindeki fabrikalar içinde yapılan üretim sürecinden artı değer elde edilmez, bizzat fabrikanın inşa edilmesi, ayrıca artı değer oluşturması beklenen bir sürece dönüşmüştür. Öyle ki neoliberal dönem olarak tanımlanan kapitalizmin yeni birikim biçiminde, konut artık neredeyse yalnızca değişim değeriyle açıklanan bir meta olarak karşımıza çıkar, konut sunumu, piyasanın insafına bırakılır.
Refah dönemi politikalarının da çözünmesiyle beraber, sorun can alıcı bir noktaya doğru evrilmeye ve dünyanın pek çok coğrafyasında bir krize dönüşmeye başlamıştır. Refah devletinin 1970’lerle birlikte içine girdiği kriz, sermaye lehine daha fazla kuralsızlaşma ile aşılırken, borçluluk özellikle bu dönemde işçi sınıfının kontrol ve disipline edilmesi için kullanıldı. Eğitim, sağlık, barınma gibi kamusal hizmetler için bu dönemde yükselişe geçen özelleştirme furyasıyla sermayeye yeni birikim alanları elde etti. Özellikle bu dönemde konutlar aynı zamanda finansal varlıklar haline geldi.
KRİZ
Konunun yapısal sorunlarından sonra, Türkiye’de özellikle son bir yıl içinde bir kriz içinde olduğumuzu sanıyorum artık söyleyebiliriz; bir barınma ve konut krizi. Son bir yılda yaşananları “kriz” tanımlamasıyla değerlendirmemizin nedenlerine biraz örnekler üzerinden bakalım.
Özellikle İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük kentlerde ve Antalya, Muğla gibi turizm sektörüyle öne çıkan kentlerde kiraların 2-3 kat artışını gün be gün hep beraber gördük. Kira sözleşmeleri dolan kiracıları evden çıkarmak için tahliye süreçleri başlatıldı ve özellikle sıfırdan belirlenen kira bedellerinde herhangi bir sınırlama olmadı. İstanbul’da 10 bin liradan az bedelde konuta rastlanamadığı bir ortamda, emlak sitelerinde banyosunun, mutfağının harap olduğu, sağlıklı konut tanımının yakınından geçmeyen evler, bize lütuf olarak sunuldu. Tüm bunlardan en çok etkilenenler öğrenciler ve emekçiler oldu. Özellikle üniversite yerleştirme sonuçları açıklandıktan sonra en temel hakkımız olan barınma ve konut hakkına erişemeyen yaklaşık 105 bin öğrenci kazandığı üniversitelere kayıt bile yaptıramadı. Birkaç gün önce ise, Koç Üniversitesi’nin lisansüstü öğrencileri için sunduğu tek kişilik yurt odalarının paylaşımlı odaya döndürülmesi için girişimde bulunduğunu öğrendik.
Bununla beraber, emekçi ve yoksul mahallelerinde kentsel dönüşüm projeleriyle evinden edilenlerin direnişlerini tanık olduk. Daha önceden Tozkoparan şimdilerde Fetihtepe ve Tokatköy mahallelerinde başlayan kent hakkı, barınma hakkı mücadeleleri hala devam ediyor. Elektriği, suyu kesilen mahallelerde insanlar, en temel haklarından mahrum bırakılarak rant projelerinin kurbanı oldu.
Bu yaşananlar, bize artık bir barınma ve konut krizinin içerisinde olduğumuzu gösteriyor. Hatta henüz daha başında olduğumuzu. Elbette bu krizler, kapitalist bir düzende, yapısal sorunların doğal birer sonucu olarak görülür. Hatta kapitalizmin krizlerini evrenselleştirerek ve doğal göstererek yapısal sorunlarını aşmayı hedefler, buradan yola çıkarak “çözümler” sunaar. Peki biraz da bize sunulan bu müthiş çözümlere göz atalım.
Tüm bunların nedeni elbette “konut yetersizliği” olarak sunuldu ve yeni inşaat projeleriyle iktidar yine “inşaat ya resullullah”[3] dedi. Burada AKP’nin önerdiği bir konut paketinden bahsetmeden olur mu; emekçilerle, öğrencilerle ve bu krizden en derin bir biçimde etkilenen gruplarla dalga geçercesine, yalnızca zenginlerin, emlakçıların, inşaat şirketlerinin yararlanabileceği, onların servetlerine servet katabilecekleri yeni bir paket açıklandı. [4] İktidar cephesinde bunlar önerilirken konut “piyasasının” bilinen sivil toplum kuruluşlarından olan KONUTDER, GYODER ve İNDER, “arz fazlası” nedeniyle kullanılmayan ofislerin konut olarak kullanılmasını önerdi. Konunun “sözde” öznelerinden geldiği için iktidar tarafından sevinçle karşılanan bu talebe yönelik yasal düzenleme, ofis alanlarının konut olarak kullanılmasıyla mahallelerde artacak nüfusa yönelik eğitim, sağlık, yeşil alan gibi ihtiyaçlar görmezden gelinerek Planlı Alanlar İmar Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik ile Ağustos ayında yürürlüğe girdi. Son günlerde ise, özellikle öğrencilere “konut edindirmeyi” amaçlayan, 240 aya varan vadelerle sistem içinde sürekli borçlu olarak kalmamızın amaçlandığı konut projeleri, TOKİ tarafından duyuruldu. Yani yeni inşaatlar, yeni rantlar, yeni borçlar bir kez daha iktidarın ve onun inşaat baronlarının avuçlarını ısıttı.
Bununla beraber, sosyal medyada “mimari deha” olarak nitelenen, küçük alanların tasarım projeleriyle kullanıma sunulduğu projeler pazarlanmaya, binlerce beğeni almaya başladı. 10 metrekarelik alanlara yaşamlarımızı sığdırma amacı taşıyan bu projelerle, tüketimin özendirildiği bir yaşam biçimi hepimize “estetik güzellik” altında sunuldu. Hepimiz günde en az 2-3 defa sosyal medyada önümüze düşen bu projeleri güzelledik, iş arkadaşlarımıza, sınıf arkadaşlarımıza göstererek oralarda yaşama hayalleri kurduk. Bunun yanında tek başına ödemenin imkanı bulunmayan kira bedelleri için, hiç tanımadığımız insanlarla sosyal medyada tanışıp kira sözleşmesine birlikte imza atmayı da, tahmin edersiniz ki, çok normal bulmaya başladık. Yani krizler birer birer çözülürken, konut ardına konut inşa edilirken bir de bütünüyle yeni yaşam biçimlerinin temelleri atıldı.
Görüleceği üzere, krizler yine yamalarla aşılmaya, hatta bu kriz ortamından faydalanılmaya çalışılıyor. Her ne kadar krizlerle başa çıkacak çözümleri geliştirmek, evlerinden edilerek, insan onuruna yakışmayan şartlarda yaşamak zorunda bırakılarak, kazandığı gelirin neredeyse tamamını barınma için ödeyerek bundan yakıcı bir şekilde etkilenen emekçi sınıflar için somut bir çözüm sunsa da bunların arkasındaki yapısal sorunları görmemek; soruna yönelik bütüncül bir politika geliştirmemek, yalnızca sistemi yamamıza sebep olacaktır. Ancak yukarıda aktarmaya çalıştıklarımı görmezden gelmek, hayatlarımızın, emeğimizin ve zamanımızın değersizleştirildiği, ayrıştırıldığımız, yoksullaştırıldığımız, evlerimizden edildiğimiz, yaşama alanı bırakılmayan bugünde, bu krizlere yönelik bir politika geliştirmemek, yeni direniş alanları yaratmamak, var olan direnişlere destek vermemek bizi mutlu günlere ulaştırmayacaktır. Hem krize hem soruna barınma ve konut hakkı çevresinden bakılmalı, bu düzende sosyalist politikanın göbeğine bu kavramlar yerleştirilmelidir. Türkiye İşçi Partisi’nin konuya yönelik verdiği kanun teklifini, işte bu “kriz” ve “sorun” kavramlarının arasında durarak, kent hakkını emekçiler lehine temellük etmeyi amaçlayan çözüm önerileri olarak değerlendirmek daha uygun olacaktır. [5]
Bir sonraki yazıda, sosyal konut sunumunun imkanları tartışılacak, TOKİ’nin altı sınıflara yönelik konut sunma iddiası değerlendirilecektir.
[1] Bu kavramlaştırmanın hukuki bir boyutu da bulunmaktadır. Bunun için bakınız: Jessie Hohmann (2013), The Right to Housing: Law, Concepts, Possibilities
Ancak biz kent hakkından yola çıkarak “hak”ı, hukuki yaklaşımın aksine, verili bir hak olarak değil; kollektif bir hak olarak kabul ediyor ve onun temellük yoluyla alınacağını söylüyoruz.
[2] Dünyada mekânsal veri adına yapılan ilk çalışmalar, John Snow adında bir tıp bilimcisinin kolera salgınının kentin hangi bölgelerinden yayıldığını anlamak adına yaptığı haritalarda ortaya çıkmıştır. Bu durum daha sonra kentin sağlıklaştırılması adına geliştirilecek pek çok kent yaklaşımının ve planlarının temelini oluşturmuştur.
[3] İnşaat Ya Resulullah (2021), Derleyen: Tanıl Bora
[4] Konut krizine AKP’nin sunduğu teklifin değerlendirmesine bakmak için: https://ilerihaber.org/icerik/erdoganin-konut-paketi-bize-ne-soyluyor-140422
[5] Türkiye İşçi Partisi’nin sunduğu kanun teklifinin detaylarına bakmak için:
https://ilerihaber.org/icerik/tipten-konut-krizine-karsi-kanun-teklifi-140762