Sinan Dervişoğlu yazdı | Sosyalistler ve ülkeye sahip çıkmak

Sinan Dervişoğlu yazdı | Sosyalistler ve ülkeye sahip çıkmak

Sinan Dervişoğlu

Geçtiğimiz yazımızda (bkz. Tüm Emekçilerin Partisi Olmak) sağı desteklemiş emekçilere yönelmenin ve burada mevzi kazanmanın pratik-politik çalışma düzlemi boyutuna değinmiş, bunun zenginleştirilmiş bir ideolojik söylemle bütünleşmesi gerektiğini söylemiştik. Bu yazımızda bu ideolojik söylemin birinci bileşenini, ülkeye sahip çıkma görevini ele alacağız.

Sağın Türkiye emekçileri üzerindeki ideolojik hakimiyetinin iki temel bileşeni vardır: Milliyetçilik ve din. Bu unsurlar karşısında “sosyalistler milliyetçiliğe karşıdır ve halkların kardeşliğini savunurlar” ve “din kitlelerin afyonudur” şeklindeki temel önermelerle yetinen bir tavır, ülkenin %60’ını etkileyen gerici söylemin gücü karşısında hiçbir şey yapmamak, bu etkiyi bir blok olarak baştan kabullenmekle aynı şey demektir. Sosyalistler bu iki temel ideolojik payandayı hedef almak, zayıflatmak, bunların zaaf ve iç çelişkilerini teşhir etmek, bu payandalarda çatlak yaratmak ve yıkmakla yükümlüdür. Bu konuda hiçbir etkili söylem ve çaba geliştirmeden, bizim hedef kitlemizin parçası olan sağın tabanındaki dürüst emekçilere ulaşma hedefimiz, en fedakâr sınıf çalışmasıyla bile son derece sınırlı kalacak, sosyalistler gene CHP’nin %25’lik tabanının etrafına kilitlenmekten başka bir konuma varamayacaktır. “Sağcılar CHP’li olsun, CHP tabanı da bize gelsin” şeklindeki “kompartıman” mantığının ilkelliğine önceki yazımızda yeterince değinmiştik. Dolayısıyla bu yazımızda, burjuvazinin şoven milliyetçiliğini etkisizleştirmek için geliştirmemiz gereken ideolojik söylem üzerinde yoğunlaşacağız.

Milliyetçilik, tıpkı din gibi, aslında son derece basit, doğal ve kendiliğinden hislere dayanır ve onları istismar ederek ve çarpıtarak kendini inşa eder. Nedir bunlar? “Ülkemiz gelişkin ve zengin bir ülke olsun, halkımız mutlu ve zengin bir yaşam sürsün, yabancı güçler bu ülkeyi manipüle edip at oynatmasın, ülkemizi gene bizim insanlarımız onurlu bir şekilde yönetsin, bu ülkenin vatandaşı olarak yabancı ülkeler karşısında daha geri bir seviyede kalmanın üzüntüsünü ve utancını yaşamayalım”. Burjuvazi bu temel ve haklı duyguları çarpık ve zararlı ideolojik öğelerle birlikte yoğurur, bunları ulusal üstünlük, “öteki” olan herkese düşmanlık, ırkçılık, “askeri zafer “edebiyatıyla militarizm ve devlete (yani kendi sınıf iktidar aygıtına) sadakatle birleştirerek milliyetçiliği inşa eder ve egemen kılar. Buna karşılık hareket noktası olan bu saydığımız temel duygular, sosyalistlerin de Türkiye gibi bağımlı bir ülkede on yıllardır savunduğu ve sahip çıktığı düşünceler ve özlemlerdir; ancak bu konudaki duyarlılığımız son 30 yılda ciddi bir gerileme içindedir. Açalım:

SOSYALİSTLERDE ‘YURTSEVERLİK’ VE ‘TÜRK’ FOBİSİ

12 Eylül faşist darbesi sadece sol hareketi dağıtmak ve örgütsüzleştirmekle kalmadı, aynı zamanda hem cunta, hem de ondan sonra gelen sağ iktidarlar kendi halk düşmanı politikalarına meşruiyet kazandırmak için Türkiye’ye ait olan (ve halkta bir saygı uyandıran) tüm motif ve sembolleri utanmazca kullandılar, sömürdüler ve kirlettiler. 1960’larda burjuva öğeler içermekle birlikte devrimci gençlerin saygıyla söyledikleri İstiklal Marşı, 12 Eylül faşist kudurganlığının sembolü haline getirildi ve hapiste sadece Kürt devrimcilerine değil, Türk devrimcilere de zorla ve işkenceyle ezberletildi. Nazım’ın hüzünle karışık bir gururla “Ay yıldızlı esir bayrağımız” diye selamladığı ulusal bayrak Kürt düşmanlığının, devlete itaatin, orduya yaltaklanmanın motifi haline geldi; milyonların nezdinde hala ulusal bağımsızlığın sembolü olmaya devam eden bu bayrak, cinayetlerin, infazların, katliamların üzerine çekilen bir örtü olarak kullanıldı. Türkiye’de sosyalistlerin 1930’den beri en önemli değerlerinden biri olan anti-emperyalist duygular dahi, bu süreçte (emperyalizmin yeminli uşakları olan) generaller ve sağ politikacılar tarafından hayasızca sömürüldü: Kemalizmi kullanan “seküler” faşistler “Batı güçlü bir Türkiye istemiyor; Kürtleri kullanıp bizi bölmek istiyor” yalanını fütursuzca yayarken, yıllar sonra İslamcı faşistler aynı yalanı “ABD ve Avrupa Reis’i devirmek istiyor” versiyonuyla sürdürdüler; hala da sürdürüyorlar. Böylece, bir zamanlar değerli devrimci Mahir Çayan’ın yazılarında “devrimcilerin elinde güçlü bir silah” ve devrimi yakınlaştıran bir unsur olarak zikrettiği “halktaki doğal gavur düşmanlığı”, 12 Eylül sonrasında gericiliğin kendi lehine çevirdiği bir silah haline getirildi. Başka bir deyişle 12 Eylül sonrası gericilik, solu sadece fabrikalardan, sendikalardan, gecekondu mahallelerinden ve kırsal kesimdeki politik mevzilerinden değil, halkın zihnindeki geleneksel ideolojik mevzilerinden de söküp attı.

Bu sürecin sosyalistlere etkisi ne oldu? 12 Eylül sonrası 40 sene boyunca (ve hala) sistematik baskıyla Türkiye sosyalistlerinin ağzının ve ellerinin bağlandığı, kitlelere ulaşmak için kullandığı tüm kanalların vahşice bastırıldığı bir ortamda, bu sözde “vatansever” yalanlar kitleler tarafından daha kolay kabul gördü ve absorbe edildi. Öte yandan burjuvazinin iktidarını sağlamlaştırmak ve kitleleri uyutmak için sonuna kadar kullanılan ve kirletilen, Türkiye’ye ve Türk kimliğine ait tüm bu motifler, sosyalistlerin gözünde bir zulmün ve aldatmacanın unsurları olarak algılandı ve birer nefret objesi haline geldi. 12 Eylül sonrasında sürekli ve gitgide şiddetlenen ekonomik yıkım ve baskı politikalarını dengelemek için ideolojik hegemonyaya dört elle sarılan gericilik, bu furyada (ülkemizde siyasi bilincin önemli bir bileşeni olmaya devam eden) tarihi ve tarih bilincini de kendi arasında “parselledi”: Kemalist resmi ideolojiyi kendine kalkan edinen (hem asker, hem sivil) faşistler Kurtuluş Savaşı’nı, özünde Mustafa Suphi’nin deyimiyle “Anadolu’nun mazlum amele ve rençperlerinin” emeği ve kanıyla kazanılan bağımsızlığı sahiplenerek onu bir “Paşalar destanı”na indirgediler; Türk-İslam sentezci gericilik ise 1920 öncesi Türk halkının 1000 yıllık tarihini, Kürtler, Ermeniler, Rumlar ve diğer halklarla olan ortak yaşanmışlığını tek kalemde silerek, Türk ve Müslüman olmayan her şeyi yok sayarak onu bir “yüce padişahlar ve askeri zaferler” silsilesine çevirdiler. Tarihimizin bu gözü dönmüşçesine yağmalanması sürecinde sosyalistlere “bırakılan” tarih ise 1960 sonrası devrimcilerin, Deniz’lerin, Mahir’lerin, Behice Boran’ların anılarından ibaret kaldı. Burada şu ilginç gözlemi yapmak gerekir: Sosyalistlerin hakkında yegâne söz söylediği ve fiilen hapsedildiği bu 60 yıllık tarih şeridinin Türk halkının bu topraklardaki 1000 yıllık, bir bütün olarak Anadolu halklarının 3000 yıllık tarihinin içindeki oranı, aynı sosyalistlerin Türkiye siyaseti içindeki kitle desteği oranına neredeyse eşittir; hiç de tesadüf olmayan bu “eşitlik” üzerine biraz düşünmek gerekir.

KİMLİKÇİLİK ÇIKMAZI

Gericiliğin iktidarını sağlamlaştırmak için estirdiği bu “yalan rüzgârı”nda, bu ideolojik sahtekarlık fırtınasında solun bir kısmı resmi ideolojiye teslim olup CHP kuyrukçuluğuna kapılırken, diğer bir kesimi de zıt bir noktaya savrularak, “yüzüne ışık tutulan canlıların ışığın dışına kaçamaması” türü bir refleksle kendilerini burjuvazinin işine gelen başka bir yanlışa, kimlik siyasetine hapsettiler. Kürt Özgürlük Hareketinin 1980 sonrasında büyük bedeller ödeyerek kazandığı başarı (Kürtleri kıskançlıkla karışık bir kompleks ve düşmanlıkla izleyen hastalıklı bir kesim dışında); solun geniş kesimlerinde haklı bir hayranlık ve saygı yarattı. Ancak bu hayranlık, 60 milyona yaklaşan nüfusuyla ülkemizde hala devasa bir çoğunluğu teşkil eden Türk halkı içinde hiçbir kalıcı ve anlamlı devrimci mevzi kazanamamanın, fark yaratan bir siyasi başarı oluşturamamanın iç kırıklığıyla birleşince başka bir yanlış, bir savrulma gündeme geldi: “Enternasyonalizm” adına kimlik politikalarını başa koymaya, kimlikçi politikaları ilkesizce ve hiçbir sınıfsal analize tabi tutmadan alkışlamaya, gene enternasyonalizm adına (gericiliğin politikalarına karşı ilkel bir tepki olarak) “Türk” olan her şeyi gericilikle damgalamaya varan tavırlar gelişti. Coğrafyamızın yüzyıllardır ezilen diğer kimliklerinin, Ermeni, Rum, Çerkes, Laz kimliklerinin son dönemlerde bilince çıkması hem demokrasi mücadelesine yeni boyutlar katan, hem de sosyalistlerin ülkeye ilişkin kavrayışlarını geliştiren son derece olumlu bir gelişme olmuştur. Ancak bu gelişme karşısında yukarda değindiğimiz bu hatalı tavır, bu sefer “Kürtten daha Kürtçü, Ermeniden daha Ermeni milliyetçisi” bir tepkisel refleks geliştirdi (bu furyada Mustafa Suphi’in dahi “sosyal şoven” olduğu iddia edildi !). Sosyalist hareketin bütününde saygın bir yeri ve geçmişi olan bazı liderlerimizin, kendilerini son dönemde “Çerkes Solu”, “Laz solu” olarak tanımlamakla yetinmeleri de bu resmin hazin bir parçası oldu. Resmi ve şoven Türkçü ideolojinin ezdiği ve yok saydığı bu kimliklerin gelişmesini, serpilmesini, bu kimlikleri taşıyan yurttaşların başı dik ve onurlu bir şekilde ülkenin siyasetinde yer alması sadece sosyalistlerin değil, tüm ilericilerin en temel demokratik görevidir ve halklarımızın ortak özgürlük mücadelesinin vazgeçilmez parçasıdır. Ancak bu kimlikler, gericiliğin pençesine düşmüş Türk halkı ve emekçileri arasında kayda değer bir güç yaratamamanın üzüntüsünün teselli bulduğu birer “güvenli liman”, başarısızlık yaralarının sarıldığı birer “sığınma evi” haline getirilmemelidir. Başta binlerce ölü veren ve hala ağır bedeller ödemeye devam eden kardeş Kürt halkı olmak üzere tüm bu halkların en büyük ihtiyacı, sadece övgü, alkış ve pohpohlama değil, esas olarak kardeş Türk halkı içinde kendilerine destek olacak etkili bir devrimci gücün yaratılmasıdır. Temel görev budur; ancak devrimciliği salt ezilen kimlikleri desteklemeye indirgeyen ve ülkesinin kültüründen ve tarihinden ya habersiz, ya da ona ait tüm motifleri “potansiyel olarak gerici madde” olarak algılayan bir sol tavırla bu görevin yerine getirilmesi mümkün değildir. Dahası, böylesi bir tavırla, yazı dizimizin temel konusu olan “sağın etkilediği emekçileri sosyalist mücadeleye kazanma” görevini hayal dahi etmek imkansızdır. Kendi halkından ve ülkesinden uzaklaşan bu tavır, anlaşılır tarihsel sebeplere dayansa dahi sonuçta travmatik bir tavırdır, 12 Eylül ve sonrasındaki gerici hegemonyanın yarattığı “travma sonrası sendromudur”.  Bu travmatik tavrı temsil edenler sol hareket içinde bir azınlık dahi olsa, bu konularda yarattıkları “mahalle baskısı” ile sağlıklı düşünmeye açık sosyalistleri de etkiledikleri, onların Türkiye’yi kavramak ve kucaklamak konusundaki çabalarında bir tür manevi korku ve çekingenlik yarattığı ortadadır. Travma ile değil devrim, hiçbir ciddi işi başarmak mümkün değildir, ve doğru olan, bilimin ve somut gerçeklerin ışığında travmanın üzerine gitmek ve onu aşmaktır.

Gene 80 sonrasında “ortodoks” ve “saf” bir “Marksizm” adına “yurtseverlik milliyetçilikle aynı şeydir; 2.Enternasyonalin hain ve şoven reformistleri de “yurtseverlik” adına hareket ettiler” tarzında yaklaşımlar yer yer savunulmuştur. Yakın geçmişte Kemalist güçlerin teveccühünü kazanmak için “Yurtsever Cephe” kuran kimi tanıdık “komünist”lerin ilkesiz politikaları da bu argümanı destekler görünmektedir. Ancak bu çarpık tespitin yanlışlığı  ortadadır: “Proletarya diktatörlüğü” kavramından hareketle Kamboçya’da milyonlarca insanı katleden Pol Pot ve şürekâsının sapık politikaları nasıl “proletarya diktatörlüğü” kavramını tarihsel olarak geçersiz kılmıyorsa, 2.Enternasyonal hainlerinin ”yurtseverliği” de, 20.yüzyılda komünist hareketinin kitlesel başarılarında önemli bir yere sahip olan “devrimci yurtseverlik” anlayışını geçersiz kılmaz (başta Fidel ve Che olmak üzere tüm Latin Amerikalı devrimci ve komünistlerin ortak sloganı olan ve bugün dahi bu halkları hala ateşlemeye devam eden “Patria o  Muerte”, “Ya Vatan, Ya Ölüm” şiarını hatırlamak yeterlidir)

Tespit yanlış, ama temel kaygı haklıdır: Sosyalistler sınıf mücadelesi ekseninin yanı sıra kendilerini bu ülkenin halkına ve ruhuna bağlayan bir söylemi düşünürken, kendilerini hiçbir burjuva ideolojisinin, ne Kemalist resmi ideolojinin, ne de gerici Türk-İslam sentezinin kucağına düşürmeyecek, yalnızca devrimciliği ve sosyalizmi güçlendirecek bir ideolojik platformu tanımlamak göreviyle karşı karşıyadır. Nedir bu tanım?

COĞRAFYAYA VE ÜZERİNDEKİ TARİHSEL EMEK BİRİKİMİNE SAHİP ÇIKMAK

Önce coğrafyadan başlayalım. Son yıllarda bir klişe haline gelen “Coğrafya kaderdir” sözü, on yıllardır yaşadığımız utanç verici siyasi ve sosyal duruma tepki olarak dile getirilmiş bir kötümserliğin ifadesidir. Dünyayı değiştirmeye soyunan hiçbir devrimci kötümserlikle ve kadercilikle yola çıkamaz; bu yüzden sosyalistler için doğru tanım şudur: “Coğrafya görev alanıdır”. İnsanlığa katkıda bulunmak, her alanda (siyasi, kültürel, bilimsel, sanatsal..) insanlığın ortak hazinesine bir eser vermek, ve evrenselliğe varmak için bize verili görev bölgesi, bize eser yaratmak için kullanmak üzere sunulan temel malzemedir. Büyük Nazım, bu toprakların dilini, tarihini, kültürünü kullanarak evrenselliğe vardı ve insanlığın şairi oldu. Bolşevikler Rusya gerçeğini kavrayarak yarattıkları eserle insanlığı sarstılar. Che, Latin Amerika’nın ruhunu kavrayarak o bölgede yarattığı başarı öyküsüyle insanlığın kahramanı oldu. Son yüzyılda “Türkiye” adını alan Anadolu ve Trakya coğrafyası da bu açıdan orada yaşayan bizler için tüm bir bölgeyi tahrip etmeye ve zehirlemeye devam eden gerici bir siyasi iktidar yapısını yıkarak ve özgürlükten, sosyalizmden yana bir yapı kurarak insanlığa katkıda bulunacağımız alandır, bizim “görev bölgemiz”dir. Bu hedef için öncelikle görev bölgesi”ni, ondaki tüm tarihsel, siyasal, kültürel malzemeyi iyi tanımak, analiz etmek ve ondaki ilerici unsurları kucaklamak esastır.

Nedir bu malzeme? Anadolu coğrafyası, sadece 200 yıllık tarihi olan Amerika’ya değil, “eski kıta” denilen Avrupa’ya dahi fark atacak kadar eski ve zengin bir medeniyetler beşiğidir, ve hepsi birbirinin üzerine katmanlanarak yükselen bu medeniyetlerin en eskilerinin dahi günlük yaşamda şu ya da bu oranda izlerini bulduğumuz bu yapılanma, kavranmayı ve analiz edilmeyi bekleyen ana malzememizdir. Bu malzeme sadece kralların, komutanların, sultanların ve paşaların tarihini değil, aynı zamanda güzellikten, gelişmeden, özgürlükten, sevgi ve kardeşlikten yana devasa bir birikimi içinde barındırmaktadır. Bu toprakların binlerce yıllık tarihinde güzellik, toplumsal gelişme, özgürlük ve insan sevgisi için yazılmış her satır, bestelenmiş her nota, dikilmiş her taş parçası, verilmiş her mücadele Türkiye sosyalistlerinin kendi eserlerini üzerinde kuracağı pozitif birikimi oluşturmaktadır. Büyük Lenin’in “sosyalizm, ancak insanlığın ilerici tarihsel birikimini değerlendirerek ve onu özümseyip ondan yararlanarak kurulabilir” derken kastettiği de tamı tamına budur. Sosyalist mücadelemizi ve gelecekte kuracağımız sosyalist binayı, onun temellerini ve “taşıyıcı kolonlarını”, sosyalizm biliminin ışığında, bu malzemenin içinden alacağımız yapı taşlarıyla örecek, sosyalist bir ülkeyi bu malzemenin harcıyla inşa edeceğiz.

Bu ne demektir? Bu, bir mimari şaheseri olan Süleymaniye’ye, ama aynı zamanda Hristiyan Doğu Roma dehasının bir ürünü olan (ve bugün gericiliğin cami yaparak gasp ettiği) Ayasofya’ya; hem Orta Anadolu’da taşın bir dantel gibi işlendiği Selçuklu eserlerine, ama aynı zamanda kardeş Ermeni medeniyetinin parlak eseri olan Ani Harabelerine; hem Doğu Beyazıt’taki harika İshak Paşa sarayına, ama aynı zamanda Kürt ve Süryani kültürlerinin damgasını taşıyan güzelim Mardin şehrine, hem bize sosyalizmi öğreten Nazım’a, Ahmet Arif’e, ama aynı zamanda bu topraklarda özgürlük ve gelişmenin ilk ateşini yakan Tevfik Fikret’e, Namık Kemal’e; hem Pir Sultan’ın ve Dadaloğlu’nun isyanı haykıran türkülerine, aynı zamanda resmi ideolojinin “saray müziği” diye damgalayıp yok saydığı (acaba Bach ve Mozart ne müziğiydi?) ve sayısız Rum, Ermeni, Yahudi bestekarın da katkısıyla yaratılan ve muazzam bir estetiği barındıran klasik müziğimize sahip çıkmak demektir.

Bu yaklaşım, daha baştan tanım itibariyle hem Türkler dışında hiçbir kardeş halkın bu topraklardaki varlığını görmek istemeyen ve bize yaptığı katkıyı yok sayan Kemalist resmi ideolojiye, hem de bu kısırlığa İslamiyet’in gerici yorumunu eklemlendiren Türk- İslam sentezine ters düşmekte, onların çarpık ve fakirleştirici çerçevelerini delip geçmektedir. Bu yaklaşım, hem emeği, gelişmeyi ve özgürlüğü başa koyan sosyalist özüyle, hem de tüm paydaşların emeğini yücelterek halkların kardeşliğini bilince çıkaran yönüyle ülkemiz sosyalistlerinin benimsemesi gerek tek sağlıklı yurtseverlik anlayışıdır.

İŞGAL ALTINDAKİ TÜRKİYE

Bugün Türkiye tam bir işgal altındadır. Yabancı bir ordunun değil, her türlü yabancı güçten çok daha açgözlü, acımasız, küstah, vahşi ve ilkel bir siyasi çetenin, ve onu her ne pahasına desteklemeye yeminli karanlık ve habis bir kitlenin işgali altındadır. 11.yüzyıldaki Moğol istilası hakkında net bilgilere sahip değiliz; ancak Anadolu ve Trakya toprakları o günden bugüne bu çapta bilinçli ve sistemli bir yıkıma şahit olmamıştır dersek, sanırız yanlış söylemiş olmayız. Ne 1877’de Kars’ı, 1915’de de Erzurum’u işgal eden Çarlık orduları, ne 1912’de Edirne’yi işgal eden Bulgar orduları, ne de 1920’de İstanbul’u işgal eden İngiliz ve Ege’yi işgal eden Yunan orduları, direniş gösteren halka yaptıkları zulüm dışında (ki benzer bir zulmün fazlasını mevcut iktidar yıllardır yapmaktadır) ülkeye, yani doğaya, tarihsel dokuya ve ülkenin ekonomik kaynaklarına bu kadar korkunç bir zarar vermediler; aksine (kendi topraklarına kattıklarını düşündükleri) bu bölgelerdeki zenginliği, kendi gelecekteki ulusal emelleri için korudular. Şu andaki siyasi iktidar ise, bu işgalciler kadar dahi kendini bu ülkeye ait hissetmeyen, gidici olduğunu bildiği için “cebime ne atarsam, ve benden sonrakilere ne kadar zarar versem kârdır” mantığıyla ülkeyi gözü dönmüşçesine yıkıma sürüklemiştir ve bu yıkım her an devam etmektedir. Sola ve ilerici güçlere karşı ülkemizin 90 yıllık gerçeği olan baskıyı bir tarafa koyarsak, kadınlar öldürülmekte, çocuklara tecavüz edilmekte, doğa yok edilmekte, ormanlar cayır cayır yanarken alçakça rant yasaları çıkarılmakta, şehirlerimiz beton mezarlığına çevrilmekte, Anadolu’nun efsanevi tarımı tam anlamıyla bitirilmekte, bakanlıklar bizzat bakanları eliyle soyulmakta, ülke yurt dışında aptalca askeri maceralara itilmekte, devlet kasası yağmalanmakta ve hesap dahi verilmemektedir. Dahası, 1923 ‘de burjuva bir temelde kurulan ve içerdiği çarpıklıklar dolayısıyla sol tarafından haklı olarak eleştirilen; ancak gene de içindeki iyi niyetli insanların 60 yıllık emeğiyle ülkeye olumlu değerler katabilen resmi kurumlar; eğitim, maliye, ve adalet kurumları tümüyle yok edilmiş, iktidardaki karanlığın emrine verilerek içi kurutulmuştur. İktidardaki İslamcı-faşist güruh ve onlara kader birliği etmiş olan 90 yıllık devlet içi cinayet odakları, sadece sola değil, tüm ülke ve tüm insanlarımız için herhangi bir işgal ordusunun verebileceğinden çok daha fazla zarar veren bir şer gücüne dönmüştür; ne yazık ki verdikleri zarar, baştaki partinin ve onun liderinin iktidardan gitmesiyle temizlenemeyecek kadar devasa boyutlardadır. Bu noktada Gramsci’yi anmamak elde değildir: Kendisini 1926’da mahkum eden faşist mahkemede yargıçların yüzüne şu sözleri haykırmıştır Gramsci: “Siz faşistler bu ülkeyi yıkıma sürüklüyorsunuz; onu kurtarmak da biz komünistlere düşecek !”

Gramsci bugün için ve bizler için de konuşmaktadır. Gerçekten de 15 yıldır ülkemize dayatılan bu gözü dönmüş yıkım karşısında her alanda en ön safta savaşan, doğa için, kadın için, tarih için, kentlerimiz için, ve emekçiler için tepki veren, karanlığı geriletmek için mücadele eden esas olarak bu ülkenin sosyalistleri ve ilerici güçleridir. Ne bu saldırı karşısında mırıldanmakla yetinen ve tek çözüm olan halkın sokağa dökülmesini bilinçli ve sistemli olarak engellemeye çalışan CHP yönetimi, ne de muhalefetteyken (tıpkı bir zamanlarki AKP gibi) “demokrat” kesilen, ama iktidara geçtiğinde neler yapacağı şimdiden belli olan sağcı sözde “muhalefet” bu yıkımın sessiz ve işbirlikçi seyircileri olmaktan öteye gidemediler, gidemezler de. Bu durum sosyalistler için hem tarihsel bir fırsatı, hem de bir görevi önümüze koymaktadır: İçi boşaltılmış, kirletilmiş ve şovenizme alet edilmiş sübjektif motiflere değil, ülkenin değerlerine sahip çıkmayı başa koyan bir yurtseverliğin bayrağını yükseltmenin, ve bunu sosyalizm ile birleştirmenin tam vaktidir. Hiçbir “doktriner” kaygı, hiçbir “ne derler” kompleksi, bizleri ülkeye sahip çıkma görevinden ve netliğinden alıkoymamalıdır. Anadolu’da açlık ve zulme karşı 200 yıl sürmüş köylü isyanlarının, 19.yüzyılda özgürlük ve aydınlanma için fedakarca mücadele etmiş aydınların, 1920’de kimseden emri beklemeden bağımsızlık için dağa çıkan efelerin, Demirci Mehmet’in, Yörük Ali’nin, Karayılan’ın, ve Mustafa Suphi’den Gezi şehitlerine kadar tüm devrimci kahramanlar silsilesinin mirasçısı olan Türkiye sosyalistleri, tüm emekçilerin önünde şu gerçeği olanca netliğiyle haykırmalıdır: ”Yurdumuza, onun değerlerine sahip çıkalım! Ülkemiz bir çetenin elinde adım adım yok ediliyor!. Ülkemiz Emeğin Türkiye’si, Halkların Kardeşliğinin Türkiye’si, Kadınların Türkiye’si olmadan bu yıkımdan kurtulmak mümkün değildir!”

Sosyalistler eylem olarak tüm güçleriyle çalışmaktadır, bu eylemi daha etkin hale getirmenin yolları elbette düşünülmelidir; ancak şu gerçek öncelikle bilince çıkmalıdır: Bu eylem, etkili bir söylemle birleştirilmelidir. Sosyalizmin haklılığını kategorik olarak aktaran formüller yeterli değildir; bu argümanlar emekçilerin hassasiyetleri, kaygıları, kendi tarihsel değerleri, onların kalbinde yeri olan motifleri göz önüne alarak, ve onlara monte edilerek iletilmeli ve etkinleştirilmedir. Eylemle at başı gitmesi gerek bu söylem üzerinde biraz durmamız gerekir.

ÜLKENİN RUHUNU KAVRAMAK

Che’nin meşhur motosiklet gezisi herkesçe bilinmektedir. Sosyalizmi seçmeden önce, kendi deyimiyle “ben olmadan önceki ben” döneminde Che, arkadaşı Alberto Granada ile tüm Latin Amerika’yı baştan başa dolaşmış, çiftliklerde çalışmış, sadece emekçilerle değil, askerlerle de sohbet etmiş, buradaki emekçilerin İspanyol istilasından bu yana edindikleri tüm değerleri, kaygıları, emelleri, özlemleri, sevgi ve nefret motiflerini, kafasına kazımış, kısaca bu kıtanın ruhunu kavramıştır. Yıllar sonra bir komünist olarak eyleme geçtiğinde, bu ruhun üzerine monte ettiği devrimci söylemin, onu önce tüm Latin Amerika’nın, sonra da insanlığın bir kahramanı haline getirmiş olması bir tesadüf değildir.  19. Yüzyıla ait olan, ve onun sosyalizm mücadelesi içine soktuğu “Patria o Muerte” sloganındaki Patria, yani Vatan, üç beş egemenin ya da generalin çok renkli bir kumaş parçasını egemen kılmak için çizdiği suni sınırlar değil, emekçilerin yüzyıllardır çektiği acıların son bulacağı ve emeklerinin ürünlerinden serbestçe yararlanacakları geleceğin özgür toprağıdır; başka bir deyişle Che’nin “Patria”sı devrimdir, sosyalizmdir.

Che kadar bilinmeyen, benzer bir macera da Mao’ya aittir. Ömrünün son döneminde yaptığı hatalar ne olursa olsun Mao, %80’i köylü olan aşırı yoksul ve eğitimsiz bir kitleye, Marksizm gibi Avrupa kökenli bir öğretiyi benimsetmek, ve 1 milyar insanı sosyalizm bayrağı altında birleştirip iktidara geçirmek gibi bir başarının sahibidir ve bu yönüyle saygıyı hak etmektedir. Gençliğinde evini terk eden Mao, Türkiye’nin üçte biri büyüklüğünde olan eyaleti Hunan’ı baştan aşağı dolaşmış, boğaz tokluğuna çiftliklerde çalışmış, insanlarla sohbet etmiş, önemli tarihi mekanları ve eserleri dolaşmış, yeni kurulan Çin KP’sine girdiği 27 yaşına kadar Çin tarihini, kültürünü, müziğini, hatta atasözlerini neredeyse yutmuş, bu birikimiyle partiye ciddi bir değer katmıştır. Komintern’den aldıkları talimatları uygulamakla yetinen (ve bu yüzden de Çin’de hiçbir geleceği olmayan) Parti yöneticilerinin aksine, o komünist propagandayı bu birikimi ile birleştirmiş, sadece işçiler değil, (tüm köylüler gibi) içine kapanık ve kuşkucu olan Çin köylüleri onu dinlediklerinde “bu adam bizi biliyor, bizim hissettiklerimizi bizim gibi hissediyor, bu adam bizden biri” diyerek tereddütsüz onun peşinden gitmiştir. Bu stili onu Partinin liderliğine, Partiyi de devrime ve zafere götüren başarının belirleyici bir faktörü olmuştur.

Bugün Türkiye sosyalistlerine bir “motosiklet gezisi”ni ya da ülkeyi baştan başa dolaşmayı önermek gibi bir lüksümüz yok. Ancak her sosyalist hem bir bütün olarak ülkenin, hem de çalıştığı yörenin birikimini kavramak, halkın kafasında yeri olan tüm konularda, tarihte, edebiyatta, müzikte, hatta dinde bilgi ve fikir sahibi olmak, bu bilgiyi kullanmak, sosyalizmin şiarlarını halkın değer verdiğini bildiği motiflerle birleştirerek emekçilerin kalbine ve aklına ulaşmak zorundadır. Sosyalistler, CHP’li veya sağcı, tüm dürüst emekçileri etkilemek ve kazanmak istiyorlarsa, sadece Kurtuluş Savaşı’nın ve Cumhuriyet’in gerçek alternatif tarihini değil, aynı zamanda gerici demagojinin at oynattığı 1920 öncesi tarihi, Osmanlı, Selçuklu dönemi, Türklerin Anadolu’ya gelişi ve Türk kimliğinin oluşma süreci hakkında, ve kardeş Rum, Ermeni, Kürt halklarının tarihi hakkında hem fikir, hem de bilgi sahibi olmak zorundadır. Bu bilgi, ülkemizdeki değişik yörelerin tarihsel özellikleri ve birikimi ile de birlikte değerlendirilmelidir. Bu konuda en basit bir bakışla bile ülkemizdeki potansiyelleri fark etmek mümkündür.

Trakya bölgemiz, geçmişte Balkanlarda köhnemiş bir imparatorluğun çöküşüne eşlik eden büyük kayıpları ve acıları yaşamış, ancak buna rağmen kendini şovenizme ve dinsel gericiliğe kaptırmamış, modern, açık fikirli insanların diyarıdır. Ege bölgemiz, 1920’de Mustafa Kemal’in adını dahi duymadan silaha sarılıp özgürlük ateşini yakan cesur köylülerin, Sivas kongresinden dahi önce kendi kongrelerini, hatta yerel iktidarlarını kurmuş insiyatif sahibi bir halkın bölgesidir; Cumhuriyetin pozitif değerlerin en bağlı bölgenin Ege olması da bu açıdan bir tesadüf değildir. Akdeniz bölgemiz, Anadolu’ya 11. yüzyılda gelen Türkmen boyları içinde siyasal egemenlik savaşlarının içine girmeyi reddederek doğayla iç içe ve özgürce yaşamayı seçmiş Yörüklerin, Yaşar Kemal’in Toroslarda efsaneleştirdiği Yörük kültürünün damgasını vurduğu bir bölgedir. Bugün İslami gericiliğin etkin olduğu Orta Anadolu, bir dönem insan sevgisini bir din haline getiren Mevlana’nın, hoşgörüyü ve paylaşımı başa koyan fikir lideri Hacı Bektaş-ı Veli’nin, Abdal Musa’nın, son dönemde de bozkır insanının çilesini ve özlemlerini haykıran değerli Neşet Ertaş’ın diyarıdır. Doğu ve Güneydoğu, son 40 yılda akıl almaz bir vahşet karşısında boyun eğmeyen, hiçbir hükümetin diz çöktürmeyi başaramadığı, Türk ilericilerine de örnek ve cesaret veren, Türk sosyalistlerine de her zaman destek olan kahraman Kürt halkının vatanıdır. Karadeniz bölgemiz çalışkan, dürüst, neşeli, tez canlı ve hislerine çok kolay kapılan insanların, Karadeniz insanımızın bölgesidir. Bu bölgenin bugün tümüyle şoven ve gerici politikalara teslim olması, solun susturulduğu bir dönemde devletin uyguladığı sistematik politikanın, ayrıca “Kürtlere karşı vatanı koruyan Karadeniz’liler” efsanesiyle bölgesel gururu istismar etmesinin sonucudur; bu yüzden de Türkiye’de solcular Karadeniz’e “kayıp bölge” gibi bakmaktadır. Ancak şu unutulmamalıdır: 80 öncesinde  Zonguldak’tan Artvin’e kadar tüm bu bölge devrimcilerin etkinliği altındaydı ve Karadeniz insanının aşırı duygusal yapısı göz önüne alındığında şimdiki dengenin somut gelişmeler sonucu tersine dönmesi hiç de imkânsız değildir. Bunun en somut ispatını da, genç yaşta yitirdiğimiz Karadenizli bir kardeşimiz, Kazım Koyuncu vermiştir. Kazım Koyuncu bir devrimci, bir sosyalistti; ve bestelediği ve insancıl değerleri işlediği şarkılarla Karadeniz insanının gönlünde kısa zamanda taht kurdu. Öldüğünde sadece solcular değil, bölgenin en güçlü spor kulübü ve kendine ülkücü, sağcı, muhafazakâr diyen binlerce insan da onun cenazesine katıldı ve onu gözyaşları içinde toprağa verdi. Bu sevgiyi kazanmak için ne yapmıştı Kazım? O Marx’tan, Lenin’den bahsetmedi; sadece doğup büyüdüğü Karadeniz’i ve onun insanını (hataları ve eksikleriyle birlikte) kayıtsız şartsız sevdi. Karadeniz’in hırçın dalgalarını, yaylalarının rüzgarını, tepelere inen sisi, dağlarının o muhteşem yeşilini iliklerine kadar hissetti ve kısacık ömründe bunları şarkıya döktü; sadece solcuların değil, onu bir sosyalist olduğunu bilen sağ görüşlü Karadenizlilerin de yüreklerine ulaşmayı başardı.

Kazım’ın müzikte başardığını, politikada başarmak bizlere düşmektedir. Ülkesinin kültürünü, tarihini, motiflerini ve renklerin özümsemiş, bunlarla silahlanmış, bu birikimi sosyalizmin bilimiyle birleştirmiş bir sosyalist hareket karşısında, burjuvazinin üç kuruşluk şoven milliyetçiliği paramparça olmaya mahkumdur. Yeter ki bunu bir görev olarak hissedelim, yeter ki bunun gereğini yerine getirelim.

 

 

DAHA FAZLA