Selcan Adıyaman | Utkan; iki kuşağın birbirine sarılmış hali

Selcan Adıyaman | Utkan; iki kuşağın birbirine sarılmış hali

90’ların ‘feda kuşağı’nın, ölüm oruçlarında, Gazi barikatlarında ölümsüzleşen devrimcilerin yüzü suyu hürmetine güçlü bileği, kaya gibi bilinci ve kederli yüreği; 2000’lerin Gezi barikatlarının hep şakacı, hayalci, ayakları yere basmayan hafifliği... Türkiye devriminin iki kuşağının en güzel yerlerinden birbirine sarılmış halidir kardeşim.

Selcan Adıyaman

Canım kardeşim Utkan Adıyaman 4 Ağustos 1982 yılında Karadeniz Ereğli’de doğdu. Doğduğumuz, büyüdüğümüz kasaba Zonguldak’a bağlı bir sahil kasabasıdır. Ereğli Demir Çelik Fabrikası ilçemizin başlıca istihdam kaynağıdır ve dolayısıyla Ereğlili emekçiler ve ailelerinin gündelik yaşamları 80’ler ve 90’lar süresince azalarak da olsa politik, sosyal ve kültürel alanda örgütlü bir işçi sınıfı geleneğinin tesirinde yaşam bulmuştur.

Şimdilerdeki terk edilmiş virane hali bir yana demir çelik fabrikası işçilerinin aileleri için yapılmış olan lojmanlardaki gündelik yaşamımız sosyal ilişkiler bakımından küçük bir Sovyet kasabasındaki yaşamın silik bir minyatürüydü diyebiliriz.

2000’li yılların başına kadar dünya çelik üreticileri sırasında önemli bir yere sahip olan fabrikamızın lojmanlarındaki hayatımız ikimiz için de unutulmaz güzellikte anılarla dolu. Fabrika içinde süre giden sınıf mücadelesinin yaşamımıza kattığı devinim bizi biz yapan en önemli unsurdur. Lojman bünyesindeki mühendisler derneğinin, Göztepe lokantasının masalarında, oyun aralarımızda ilişerek yemek yiyen bizler sendikal mücadelenin, solculuğun, kavganın rakı sofralarında büyüdük. Fabrikanın her yıl ekim ayında işçilere dağıttığı çelik uçlu postallar, deri yünlü yelekler ve yeşil kalın parkalarımızla hep bir örnek okula giden onlarca çocuk düşünün; içlerinde bizim kara oğlanı…

İşte böyle bir ortamda Utkan 12 yaşındayken katıldı ilk politik eylemine: “Abla Bozhane’de Nazım Hikmet anması yapılacakmış gidelim mi?” Benim korkarak gitmediğim anmaya, hiç kimseyi tanımadıkları halde bir duvarda afişini görerek iki kafadar katıldılar. Döndüğünde “Keşke gelseydin abla Bozhane inledi” diyerek havasını atarak.

Utkan’la lojman hayatımızdan bahsederken hep aynı şeyi söyleriz: “Şaka maka da abla ne acayip insanlar çıktı oralardan. Sadece bizim oturduğumuz 2 blokluk YBD’lerden müzisyenler, bilim insanları, tüm düzenini yıkıp dünyayı gezen bir gezgin ve  devrimciler yetişti, aslında kitabını yazmak lazım.”

Kavgamızın kenti İstanbul’a geldiğimizde ben 18 yaşımda, Utkan 15 yaşındaydı. İstanbul, Ereğli gibi küçük bir kasabadan sonra bizim için her anlamda kavgamızın kenti olmuştur. Göçen herkes gibi İstanbul’a alışmak, kendimizi var etmek için didindik desek yeridir.

Utkan’ın bilincinde Ereğli’deki sınıf mücadelesinde ekilen tohum İstanbul Vefa Lisesi’ndeki anti-faşist mücadeleyle sulanmıştır. 1998 yılının bir Kasım ayında evimize gelen telefonun başındaki ses anneme “oğlun için mezar seç” dediğinde küçücük bir sahil kasabasının korunaklı kıyılarındaki o naif çocuk Utkan 16 yaşında fişek gibi bir gençtir artık. Ertesi hafta Vefa’lı devrimci liseliler faşistlerin ‘reisini’ bir sokak arasında sıkıştırdığında tesadüfen oradan geçen Utkan’ın ‘reisin’ önüne geçip, “bu iş böyle olmaz; biz bu değiliz” diyerek küçük çapta bir linci engellemesi önemli bir süre faşistlerin geri çekilmesiyle sonuçlanmıştır.

Asıl olarak anti-faşist mücadeleyle geçen Vefa Lisesi yıllarında Utkan Ereğli’den heybesine yüklediği TKP geleneği ile buluşmuş, örgütlenmiştir. Liseden sonra İTÜ’yü kazanarak öğrenci hareketinin hücre hapishanelerine karşı direnişinde, İTÜ’de paralı eğitim uygulamalarına karşı yapılan çalışmalarda ön sıralarda yerini almıştır. Yemek zamlarına karşı İTÜ genelinde başlattığımız yemekhane boykotunun Maçka katılımının zayıf olduğu ilk günlerden birinde hiç öyle bir planımız olmamasına rağmen yemekhaneye girer girmez Ruhi Su’nun “Dinleyin Arkadaşlar” isimli türküsünü söylemeye başlayarak boykot kırıcılarının yedikleri lokmayı boğazlarında bırakmayı başarmıştır.

Bazen şimdi geldiğimiz noktayı da düşünerek hayatımızı bir filme benzetiyorum, İTÜ’de ben, Utkan ve Volkan’ın gündüzleri siyasi toplantılarda ayrı örgütlerin temsilcileri olarak  birbirimizi yiyip; geceleri Beşiktaş’taki evimizde birlikte film izleyip gülmüşlüğümüz çoktur, hiddetli kavgaya devam ettiğimiz de tabii. İTÜ’den mezun olmamış, İstanbul Üniversitesi'ne devam etmiş, oradan mezun olup sınıf öğretmeni olmuştur.

Siyasi/örgütsel içeriği bir yana Utkan’ı belki de birçoğumuzdan ayıran en belirgin özelliği 17 yaşında bir gençken bile ‘abi ve abla şeflerine/yöneticilerine’ olan romantik bağa ya da ‘örgüt fetişizmine’ meyletmemesidir. Çok ve disiplinli okuyarak, Türkiye devrimci hareketinin tarihsel ilkelerini emniyet kemeri olarak takarak ve asıl önemlisi kavga içinde pişerek edindiği öz deneyiminin ışığında kendi siyasi yolunu örgütün kolektif bilinci haline getirme inadı Utkanca bir inattır. Bu inat Utkan’ın 17 yaşından itibaren devrimci mücadele saflarındaki varlığının sosyalizm kavgası içinde; nasıl bir siyasi çizgi kavgası ve nasıl bir Utkan kavgasıyla geçtiğini gösteren 20 yılının dinamiğidir.

Ayrıntı politik dedikoduları çöpe atalım: Utkan’ın 20 yılı; farklı birimlerde, farklı örgütlerde; (henüz 19 yaşındayken Türkiye siyasi tarihine çok anlamlı bir çaba olarak geçecek Sosyalist Siyaset isimli bir örgütün kurucu öznesi olma iradesini göstermiştir) “Türkiye devrimci hareketi küllerinden yeniden doğmamalı; yeni bir ateş yakılmalıdır”ın politik-pratik arayışıyla/kavgasıyla ve bu arayışa uygun bir kadronun uzun süredir okumuyorum deyip mesela iki ay kesintisiz Marksizm okuması yaparak, mesela sigarayı bırakmalıyım deyip onlarca kez her türlü yolu denemesiyle, mesela uzun süredir spor yapmıyorum deyip bir ay kesintisiz ağır sporlar yapma öz kavgasıyla geçmiştir. Utkan’ın kendisi ve devrimci mücadele için bitmek bilmeyen kavgası hiçbir zaman yıkıcı olmamış, her zaman onun kendine özgü muzipliği, sevecen öfkesi ve hayranlık uyandıran tutkulu hayalperestliğiyle tüm çevresi için ışıl ışıl parlamıştır.

Utkan’ı belki bir çoğumuzdan ayıran en belirgin özelliği statükoya olan nefretidir. Kendinde ve çevresinde çürümeye yüz tutmuş tüm ilişkileri reddetmesi onu çok yormuştur, doğrudur. Ama onu birçok örgütlü insandan farklı olarak yeniden ve yeniden doğurmuştur. Utkanca olan her zaman ‘doğru budur; ben bunu hayata geçireceğim’ olmuştur; hiçbir zaman ‘ben olmazsam bu iş olmaz/bu ekip dağılır/bu örgüt biter’ olmamıştır. Belki de Türkiye devrimci hareketinin artık ‘kader arkadaşlığına’ dönüşmüş merkezi ekiplerindeki ruh hali Utkan için ciddi bir öfke kaynağı olmuştur. Merkezi ekiplerde yer almayı reddetmesinin temelinde bu öfke yatmaktadır. Merkezi ekiplerde yer almaksızın, adını büyük puntolarla, vs. vs. sekreteri/başkanı unvanlarının arkasına koymaksızın o görevlerin gereğini yapmak ve ona uygun yaşamak O’nun kutup yıldızı olan erdemidir.

38. yaş gününde yan yana oturamadığım canım kardeşim; 90’ların ‘feda kuşağı’nın, ölüm oruçlarında, Gazi barikatlarında ölümsüzleşen devrimcilerin yüzü suyu hürmetine güçlü bileği, kaya gibi bilinci ve kederli yüreği; 2000’lerin Gezi barikatlarının hep şakacı, hayalci, ayakları yere basmayan hafifliği…  

Arkasından bu kadar çok yanmamız bundandır; Türkiye devriminin iki kuşağının en güzel yerlerinden birbirine sarılmış halidir kardeşim; kardeşim diye demiyorum bilenler biliyor.  Sizin de var mıdır bilmiyorum; farklı örgütlerde olup kendinizi bazı kendi yoldaşlarınızdan daha yakın hissettikleriniz. Utkan Adıyaman öyle bir sosyalisttir işte…

Devrimciler ölümle kol kola yürümeyi göze alan insanlardır, bu; ölümden korkmadıkları, onu kutsadıkları anlamına gelmez. Tam tersine, kavgaları daha iyi yaşamanın kavgasıdır. Eskiler bize ‘50’sine kadar yaşayan dava kaçkınıdır bizim zamanımızda’ derlerdi. Canım Utkan’ım  bir sürü barikattan, 10 Ekim’den dönmüş; bu talihsizlikten dönememiştir. Canım Utkan’ım bizden ayrıldığı anda arabanın teybinde son zamanlarda en sevdiği türkülerden birini dinliyordu, masasında mutlaka okunması gereken bir kitabı açıktı, bilgisayarında mutlaka bitirilmesi gereken yazı vardı, aklında mutlaka hayata geçirilmesi gereken bir ‘proje’ vardı, cuma akşamı Merkez lokantasında mutlaka demlenerek konuşulması gereken bir konu, Ada’yla geçirilecek hafta sonu planı… Ölüm bir nefes arası ya, o nefese bunları sığdırabilerek ölmek… Ne kadar uzun yaşadığımızın bizi sevenler için bir önemi var, nasıl yaşadığımızın insanlığın tamamı için bir anlamı var. Hangisi mi daha değerli? İkisi de…     

İşte şimdi bu yüzdendir; 90 gündür her sabah belki bir rüyadır diyerek uyandığım bu hayatta başımıza gelen bu felakete rağmen güzel kardeşim, var say ki demişler bana ‘hayatını yeniden kurgula, başka bir kardeşin olsun ve şu anda nefes almana bile izin vermeyen bu acıyı yaşama’. Bu teklife yanıtım, ‘ağızlarına kürekle vurmak' olur.

İyi ki doğdun benim kara ATSİNEĞİM!*

*Ethel Lilian Voynich'in Atsineği adlı romanına ithafen...

 

DAHA FAZLA