Ruhunu bekleyen çamur: Şehir şovenizmi
Şovenizm, birçok motivasyondan ve refleksten beslenir. Refahını korumak, kimliğini korumak, biricikliğini korumak, göz zevkini korumak, izlediğin dizilerdeki karakterlerin cinsel yönelimini korumak… Bunun gibi tüm kendini saldırı halinde hissetme halleri, ister istemez şovenizmi körükler. Olmayan cepheler ve olmayan savaşlar içinde kendini taraf görmeye başlarsın.
Mustafa Kocatürk
Toplumlar canlıdır. Toplumlar yaşarlar. Toplumlar görürler. Toplumlar düşünürler. Toplumlar hastalanır ve hasta yatağına düşerler. Bu yaşamanın ve görmenin kuralıdır. Ancak aynı şekilde, aynı semptomlarla hastalanan toplumlar gördüğümüzde; bunun arkasındaki zehri aramamız gerekir. Hastalığı tanımak, zehri tanımaktan geçer. Onla mücadele etmenin ilk adımı budur.
Türkiye, 7 Haziran gününün gecesinden beri halktaki her bireyin hayatını dramatik şekilde etkileyen gündemlerin ortasında kalmış bir toplum. Kürdistan’da savaş, metropollerde savaş, Suriye’de savaş, emekçilerin her gün içinde olduğu savaş, Ankara’da kapalı kapılar ardındaki savaş… Hepsi bu süreçte gittikçe derinleşti. Derinleşen savaşın sonuçları artık düzenin ve toplumun kaldırabileceğinden daha ağır. Her ezme-ezilme ilişkisinde olduğu gibi ezen sınıfın, ezilen sınıfın içinde yeni bir çatlak ve yeni bir rıza mekanizması üretmesi gerekiyor.
Bahsetmişken, 7 Haziran’da ne oldu? Türkiye Cumhuriyeti, devlet olarak o güne kadar pek rastlamadığı bir manzaranın içinde kendini buldu. Devletin düşmanları, artık devlet yönetimini belirleyecek ve belli ölçüde etki altına alacak güce erişmişlerdi. Bu, devletin tüm güçleri için kabul edilemez bir tabloydu ve devletin tüm güçleri küslükleri bırakıp tarihte az görülmüş bir yeknesaklık haline büründüler. Meclis’in askıya alınması yetmez, toplumun görüşü de değişmeliydi. Hem de çok kısa bir sürede. Bunun devamı ise şimdilerde 40 yaşında olan birinin hatırlayabileceği en kanlı 1,5 yıl ve nihayeti ise devletin kendini korumak için yönetim sistemini değiştirmesi şeklinde oldu. Yaşananlarla beraber toplum da değişmişti. Ancak bunların doğal bir bedeli de vardı. Halka daha düşman yeni sistem, halkı büyük bir yıkıma sürükledi.
Devlet aygıtı tümden tüme elinizdeyse ve yeteri kadar gözünüz karaysa, rıza üretmeniz bazen 3 ay boyunca patlamalar, bazen de bir gece boyunca bombalamalar kadar kolay sürer. İşlerin karışıklaştığı nokta ise devlet aygıtını tamamen kontrol etmiyorken, kontrol etmenize rıza üretmek için ne yapacağınızdır. Daha gözü kara olamazken daha tehlikeli oyunlar oynamalısınız.
Her ezici düzen, kendini ezilen rızasına dayandırır. Her rıza da kendini reflekslere. Yeni bir ezici düzen yaratmak istiyorsanız, yeni bir ezilen rızası yaratmanız gerekir. Tabii yeni refleksler de. Bu refleksler, insanların gözüne çarpan şeylerle uyuşmalı. Onları ürkütmeli. Ancak eninde sonunda gücü onlardan alıp size veriyor olmalı. Kolay ya da denemesi yapılmadan çıkabileceğiniz bir yol değil.
***
Türkiye’de siyaset hiçbir zaman sosyal medya olmadı. Göremediğimiz kulisler ya da sokakta içinde olduğumuz kavgalar, hala Türkiye’de siyasetin yapıldığı yer. Ancak “Pelikan Dosyası” vakasından beri de sosyal medyayı okumayanların Türkiye siyasetini anlamak konusunda eksik kalacağı da göz önünde duran bir olgu. 2021’in başından beri ise günün belli kısmını sosyal medyada geçiren herkesin fark ettiği bir propaganda bombardımanı var. Periyodik olarak gözlemleyebileceğiniz ve altı açılan ocak gibi zaman zaman harlanan ve söndürülen bir ateş.
Bu bombardımanın ana ve kolay hedefi, doğal olarak mülteciler. Kullanılan kaynağın doğru olmasına, olayların aslına, paylaşılan videoların zamanına gerek yok. İçinde mülteci geçen her paylaşım dakikalar içinde binleri buluyor. Bir gün Afganların, Çeşme’ye bayrak diktiği gibi akıl almaz ve son derece “milli duyguları” kabartan bir video servis ediliyor. Sonraki gün Türkçe konuşan bir Suriyeli kızın videosu, sırf “gözü kararmışlık” gösterisi için bu kitlenin önüne atılıyor. Aslında zararsız olduğunu söyleyen 9 yaşındaki bir çocuğa bile isteye küfrettiriliyor. Burada olay tabii ki küçücük kıza küfrettirilmesi değil, küfredecek kadar pervasız olduklarını gösterme şovu.
Bununla paralel olarak televizyonun eskimiş yüzleri her lafın arasına “Ama Suriyeli olsan”ı sıkıştırıyor. Tabela partisinden hallice faşist parti liderleri, muhalif ya da değil ekranlardan inmiyor. Örnekleri sayfalarca arttırmak mümkün. Gerçeklikle bağdaşmayan bir hal, hayatla tek bağı ekranlar bırakılmış bir toplumun her dakika insanların baktığı ekrana pompalanıyor.
Bu silah sadece mültecilere karşı da kullanılmıyor. Geçtiğimiz yaz Ege’de yaşanan orman yangınları sırasında 50-55 tane “K-Pop genci” gibi gözüken hesapların bir gece vakti hep bir ağızdan “Hastanelerimizi ve mezarlıklarımızı teröristler yakıyor, görüyoruz” yalanını dolaşıma sokması ve olay sırasında insanların ellerinde sopalarla “bölgenin yerlisi olmadığını anlayabilecekleri” insan avına çıkmış olması es geçilmemesi gereken bir noktadır.
Suriyeliler ve Afgan-Urdu mülteciler üzerinden yapılan propagandanın amacı çok çeşitli olabilir. Bu insanlar, ülkenin vatandaşı bile değiller. Zengin olanları, sermayenin çokça ihtiyaç duyduğu dövizleri getiriyorken; fakir olanları da hiçbir hakka sahip olmadan asgari ücretin yarısını bile bulmayan bedellerle çalıştırılıyorlar. Daha esmer tenliler, şehrin varoşlarında yaşamak ve oradaki atölyelerde çalışmak zorundalar.
Hayat, ekonomik krizle adeta kırılıyorken sermayeyi gücendirmek istemeyen her bir siyasetçi bu “diğer” insanları tekmeleyerek kendine laf söylemiş olma rahatlığını yaratabilir. Hayatlarındaki sürekli kötüye gidişi harekete çevirmek isteyen insanları, bu ülkenin unsuru bile olmayan insanların üzerine göndererek bu momentumu düzene değdirmeden dindirebilir. Milliyetçiliğin her türlüsünü sıfırdan ya da yeniden bu insanları göstererek örgütleyebilir.
Bu eğri, gerçekten de Türkiye tarihinde daha önce yaşanmıştır. Kürdistan coğrafyasının çeşitli bölgelerinden Türkiye’nin batısına göçmek zorunda kalan Kürtlere karşı yürütülen politikaların sonucu olarak o zamanda, özellikle İç Ege’de milliyetçilik geometrik olarak yükselmiştir. O zamana kadar siyasal İslam’dan temsilciler olmaksızın kendine oy havzası bile yaratamayan ve yalnızca devletin paramiliter gruplarının motivasyonu olan ülkücülük kendini toplum arasında bir ideoloji olarak yoğunlaştırmaya, bu olayları takip eden dönemde başladı.
Ancak Türkiye’nin ülkücüleşmesi ve siyasette baskın rengin, gün batarken turkuazı ya da lacivertiyle her tondan kendini hissettiren mavi gibi, milliyetçilik olması; Türkiye’de hayatların nasıl yaşandığını pek değiştirmedi. Ortaya yeni bir “Türk aile yapısı” çıkmadı. Evet, devlete karşı çıkmak artık daha tabu bir eylemdi ancak milliyetçilik gündelik hayata sinen bir renk hiçbir zaman olmadı. Üstünüze başınıza bulaşan bir çamur gibi anlamsız şekilde ülke hayatında kendine yer bulmaya devam etti.
Belki de düzenin kendini yenilemesi için artık o çamura ihtiyaç duyduğu ruhu üflemesi gerekiyordur:
Şovenizm, birçok motivasyondan ve refleksten beslenir. Refahını korumak, kimliğini korumak, biricikliğini korumak, göz zevkini korumak, izlediğin dizilerdeki karakterlerin cinsel yönelimini korumak… Bunun gibi tüm kendini saldırı halinde hissetme halleri, ister istemez şovenizmi körükler. Olmayan cepheler ve olmayan savaşlar içinde kendini taraf görmeye başlarsın. O kertede de radikalleşmeye…
Düzenin en büyük alamet-i farikalarından biri olan kendini, ezdiğinle savunma becerisi. Bu, her yerde olduğu gibi Türkiye’de de oldukça kullanışlı. Bu durumun, toplumun her kesimine, başka şekillerde ve birbirlerine karşı nüfuz etmiş durumda olduğu da kolayca yapılabilecek bir tespit. Ancak şimdiki hali düzen için, içinde bulunduğumuz krizi açmakta yeterli değil.
Türkiye, kendisine benzer ülkelere paralel olsa da onlardan çok daha hızlı şekilde bir gelir eşitsizliğinin uçuruma dönmesini yaşadı. Bu, şok edici bir ivmeyle fakirleşen orta sınıflar için yepyeni bir dünya anlamına geldi. Artık ÖSYM ile ailesinin bir önceki nesilde köyden şehre gelip memur olarak yaşadığı kültürel sınıf atlamayı tekrar yaşamak, atladığı kültürel sınıfı maddiyata çevirmek ve atlasa bile o sınıfı korumak “Eski Türkiye”de kalan bir hatıra oldu.
Ülke içine dair umut bildikleri her şey yıkılmak üzere olanlar için bir koruma refleksi hızlıca hastalığa dönmeye teşneydi. Çünkü, saldırı her zamankinden büyük ve güçlü. Kendilerinin farkında olması yetmez, kendileriyle aynı kaderi yaşayan herkes bu düşmanın varlığına iman etmeli ve savaşta tıpkı bir ordu gibi tek vücut şeklinde hareket etmeli. Kuraldır; savaş zamanlarında sana asker olmayan, düşmana askerdir.
Çeşitli sağcılara taktik oy vermeyenler sebebi ne olursa olsun AKP’lidir. Bu sağcıların politikalarını eleştirenler romantiklerdir, büyük resmi görmekten acizdir ama cehaletle ihanet arasında da ufak bir çizgi vardır. Böyle bir büyük bir saldırı varken hayvan haklarıyla falan ilgilenenler asalaktır. Hızlıca çember içine alınıp en azından zararsız olacakları bir konuma getirilmelidir. Hele düşmanın, düşman olmadığını söyleyenler yok mu? Onlar, silme paralı askerdir, foncudur. Hepimizin bildiği şeye, “Öyle değil” demek ancak ve ancak şahsi ikbal çabasıyla açıklanabilir.
Bu, psikoz halini şehirli toplumun birçok köşesinde elle tutmak mümkün. Sosyal medyada her gün “ittapar” denen hayvan severler aşağılanıyor, CHP belediyelerine şerh koyan sosyalistler AKP’li olmakla itham ediliyor ve mültecilerin düşman olmadığını söyleyen insanlar iyi ihtimalle foncu, kötü ihtimalle hain ilan ediliyor. Hele aynı kişiler, feministlerse, geçmişte bir zaman Kürtlerin de aslında düşman olmadığını söylemişlerse; zaten terörist denerek binlerin önüne atılıyor. Platformda söz söyleme hakları cebren elinden alınıyor ve ölüm, işkence, tecavüz tehditleri alıyor.
Peki, bu sadece sosyal medyaya mahsus bir delirme hali mi? Bunları gerçekte yaşayan hiçbir toplum yok mu? Bunun projeksiyonunu yapabilmek için sizi iki ülkeye götürmek istiyorum. İkisi de demografik ve jeopolitik olarak Türkiye’yle paralellik kurabileceğiniz ülkeler.
İlki İsrail. Filistin toprakları üzerinde kendilerine bir ülke kuran İsrailli işgalciler, dışarıdan baktığınız zaman Ortadoğu’nun Batı dünyasına açılan kapısı gibi gözüküyorlar. Bilim üretiyorlar, güçlüler, Batı kültürüyle daha entegreler, Eurovision’a bile katılıyorlar. Şehirliler ve bölgedeki diğer ülkelere göre oldukça zenginler. Ancak yan mahallelerindeki insanların bombalanmalarından keyif alıyorlar.
New York Times’ta 14 Temmuz 2014’te Robert Mackey imzasıyla yapılan haber, insanlık tarihinin en tüyler ürpertici sahnelerinden birini gözler önüne seriyor. Haber, Gazze’de Filistinlilerin bombalanmasını yerleşim bölgelerin yüksek yerlerine kanepe atıp ellerine patlamış mısır alarak keyifle takip eden İsrailli yerleşimcileri anlatıyor.
Bu sahneyi, bir “kötülük” hali olarak yorumlamak, hayatı yanlış yorumlamaya neden olur. Oradaki insanlar, neredeyse yan mahallelerindeki Filistinlilerin bombalar altında ölmesinden, kötü insan oldukları için keyif almıyorlar; düşmanlarının kim olduklarını oldukça iyi belledikleri için keyif alıyorlar. Filistinliler sadece onların topraklarını paylaşamadıkları insanlar değil, tüm insanlığa düşman olan virüsten farksız canlılar. Bu kutlanması ve keyif alınması gereken bir şey. Bu, bir ideolojinin olabilecek en yoğun hali. Bir korku çamurunun insan şekline en dolu şekilde dönmesi.
Diğer bahsedeceğim ülke ise Güney Kore. Onlar da Uzakdoğu Asya’nın Batı dünyasıyla en entregre toplumu. Batı’nın azılı düşmanı Çin ve Kuzey Kore’nin hemen güneyinde bir yıldız gibi parlıyorlar. Daha iki sene önce filmleri Oscar aldı. Kore dizileri ve müzik grupları dünyayı kavuruyor. Batılı gençler saçlarını Güney Koreli şarkıcılar gibi kestiriyor.
Aynı Güney Kore’de geçtiğimiz Şubat ayında, bir genç kadın, ünlü bir Twitch yayıncısı “BJ Jammi” hayatına son verdi. İntiharın sebebi de geçtiğimiz yılın en kan dondurucu hikayelerinden biri. Jammi, diğer erkek yayıncılarla yaptığı ortak bir yayında; diğer katılımcıların cinsel saldırısına maruz kaldı. Buna karşılık bir özür isteyen Jammi, aynı platformdaki başka yayıncıların tarafından “feminist” ilan edildi. Büyük bir linç kampanyasıyla karşı karşıya kalan Jammi, hakaretlere, tehditlere ve cinsel saldırılara maruz kaldı. Bu büyük baskıya dayanamayan Jammi, 27 yaşında kendi yaşamına son verdi.
Ancak kan dondurucu olaylar son bulmadı. Onun kadar ünlü bir genç kadının hayatına son vermesi, ardında “Sorumlusu kim?” sorusunu bıraktı. Cevabı ise çok basitti. Onu “feminizm batağına” itenler. Hiçbir tereddüt yoktu. 27 yaşında bir kadının kendini öldürmesi bile fikirlere dair soru işareti yaratmamalıydı.
Bu olayda tabii ki bir toplumsal delirme var. Ancak insanların neden delirdiğini ele almadan olayı düşünmeyi bırakmak, hastalığı teşhis etmemize engel olur. Güney Kore’de tek gözlenen şey, feminizmin toplumdan dışlanması değil. Buna paralel olarak Güney Kore’de, 60’lardaki ülkücü komando kamplarını andıran paramiliter kamplar kuruluyor. Erkekler, o kamplarda vücutlarını geliştiriyor, savaş teknikleri öğreniyor ve kadınsız yaşamaya alışıyorlar. Kadınları, düşük doğum oranları yüzünden suçlayan Yoon Suk-yeol’a oy veriyorlar ve onu başkan olmasına seviniyorlar.
Kadınları tümüyle hayatta soyutlamak, kadınsız yaşamak ve buna gönüllü olmak onlar için ideolojinin ulaştığı en yoğun nokta. Kadınların, bir erkek hayatında kafa karıştırıcı bir etmen olduğunu düşünüyorlar. Zayıflıklarıyla kendilerine zaaf yarattıklarını hissediyorlar. Çünkü asıl düşman belli. Kuzey’de bekliyor. Tüm insanlığa düşman komünistler, onlara karşı her gün yeni silahlar deniyor. Onlar da bu korku çamurunu kamplarda sağlamlaştırıyorlar. Uğruna 27 yaşında bir kadını intihara sürükleyip bundan suçluluk hissetmeyecek ruhu da içine üflüyorlar.
Bu delirme hallerinin bir araba farı gibi parlaması sürpriz değil. Bu ülkeler, Batı dünyasının diğerlerine karşı olan sınır köyleri. Diğerlerine karşı her zaman teyakkuzda olması ve asla zaaf göstermemesi gereken ülkeler. Hududun arkasında mutlak düşman olduğunun farkındalar. Geri kalmışlık, çağ dışılık, insanlık düşmanlığı ve ölüm… Batı’nın tüm konforuna sahip olmasalar da yanlarındaki ülkelere bakıp şükrediyorlar. Hiçbir şey olmazlarsa okuyup ruhani vatanları Batı’ya gitme imkanları var. Batılı olma şerefine ve ahlakına haizler ve bunun farkındalar.
Ancak bu böyle kalmayacak. Paylaşım eşitsizliği büyüdükçe Batılı olma halleri tehlikeye girecek, zincirden ilk kopan onlar olacak. Peki suçlusu kim olacak? Güney Kore’dekiler için fakirler ve mülteciler olacak. Yeni seçtikleri başkan rejimin erkeklerini fakirlere ve komünistlere karşı savaşın farkındalar. Paramiliterleşiyorlar ve fakirleri toplumdan daha da uzakta tutuyorlar.
Güney Kore gibi G20 üyesi bir ülkenin, fakir insanların beslenme maliyetleri düşsün diye besin kalite standartlarını ortadan kaldırmayı vaat eden bir yönetimin altına girmesi insanlık için altı çizilmesi gereken bir noktadır. İsrail’de pandemi sürecinde İsrail işgal bölgelerinde çalışan Filistinlilere aşı yapılıp onların ailelerine aşı yapılmaması da.
Bunların hepsi, Batılı gibi apartman dairelerinde oturup Batılılar gibi yaşamayı korumak için ödenmesi gereken bedeller. Kötü insan oldukları için değil, düşmanın ve yarattığı tehdidi farkında oldukları için.
Ancak gerçek bu değil. Paylaşım eşitsizliğinin büyümesi, onları sınırın diğer tarafına itiyor. Artık Türkiye’ye ya da Güney Kore’ye paylaştırılacak kaynaklar yok. Buna rağmen teyakkuz halinde tutulmaları için içine doğdukları korkularda radikalleşmeleri gerekiyor. Bu korku çamuruna, ideolojik ruhu da bu durum üflüyor.
Peki Türkiye’de ne olacak? İçinde olduğumuz ekonomik yıkım, kimsenin altından kalkamayacağı noktayı çoktan geçti. Düzenin, buradaki enerjiyi kendine yöneltmeden bir günah keçisini yaratması ve herkese belletmesi gerekecek. Bunun için de en bedelsiz olan, dünyanın her yerinde olduğu gibi mülteciler olacak. Ancak bu bir kavga değil, savaş. Bu savaşta yanlarında olmayan herkes düşman olacak. Sorunlara baktığında ekonomik düzeni, patriyarkayı, ırkçılığı görenler daha sert illegalize edilecekler.
Feminist hareketin her fırsatta topluma “terörist örgütlerin” maşası olarak gösterilmesi, ülkeye gelen tüm mültecilerin modern insanlığa düşman varlıklar olduğunun propagandası, sokak hayvanlarının her gün çocukları öldürdüğü haberleri gözlerimizi çamurlaştırmayacak mı? Peki o çamura, ruhu kim üfleyecek? Türkiye’yi bekleyen, yeni, şehirli, erkek ve gözü kara faşizmin başına kim geçecekse, bu toprakların Suk-yeol’u, Naftali Benet’i kim olacaksa, o üfleyecek.
Türkiye toplumuna enjekte edilen ve şu an kuluçka aşamasında olan bu hastalığı tanımak, buna hazırlıklı olmak ve buna karşı bir mücadele örgütlemeye başlamak, tüm dünyadaki insanlık değerlerinin savunucusu ve yaşatıcısı olan bizlerin hem sorumluluğu hem de yapabilecek tek şeyi. Düzene, kendisine karşı olanlar için büyük bir cephe açmaya hazırlanıyor. O cephenin karşısına hazırlıklı, güçlü ve birlikte olmak lazım gelir.