Işıl Adıyaman | Utkan'ın gözleriyle...
Bir tek çocuk bile gülebilecekse çıkın o duvarlarınızın ardından. Siz o yolda yürürken bir gün kolunuza gireceğim, Utkan’ın eli elinizi tutacak! Tekrar kesişecek yollarımız.
04-08-2019 13:24

Işıl Adıyaman
Ben yazarken 88, siz okurken 90. gün!
Utkan yok!!!
“Sensiz eksik olur ama zaten hep eksiğiz” dedi Önder, “Utkan’sız hiçbir şey tam olmasın zaten, her şey eksik kalsın” dedim! Lakin Adıyaman’ın 15 yıllık hayat arkadaşı olarak hepinize söylemem gereken birkaç önemli şey var.
Benim için hayat o arabada durdu! Ve yaşamak laneti asılı kaldı boynumda.
Ama Utkan demişti ki “kadının sesi bile titremedi Işıl”; değil sesimin titrememesi düşünceler ve sözcükler bile boğazımda takılı kalıyor hala. Bundandır zaten sesimin hiç çıkmaması. Lakin hepinizi temin ederim, Adıyaman’ın hayat arkadaşı olarak, her ne kadar 7 Mayıs günü o arabada bana da kamyon çarpmış ve henüz tek bir serum bile vermemiş de olsalar; işe gidip geliyor, çocuklarla ilgileniyorum, öncelikli vazifelerimin başındayım. Ve bilin, hepinize Utkan’ın gözleriyle bakıyorum.
Utkan’ı henüz 37 yaşında kaybettim. Kaybettik!!!
Oğlumuz 8 aylıktı, şimdi emekliyor. Ve şimdi o’nu tanıyan hepinizin çok ciddi bir sorumluluğu var!
Biliyorum, Utkan varken benim için bile hayat daha hafifti. Ve ancak, artık; Utkan’ı tanıyan hepimizin iyi ve adaletli olması, yani haksızlığa sesini çıkartması lazım. Öyle korunaklı köşelerinize saklanmadan!!!
Utkan’la bir kez el sıkışmış hepinizin çevresindeki herkese çok daha sıkı sarılması, hem de öyle hemen ilk tökezlemede gözden çıkarıp vazgeçmeden (biz ne kavgalar ettik de vazgeçmedik birbirimizden).
Utkan’la bir sofrada oturabilmiş hepinizin, çocuğumun payı diye bile düşünmeden tüm emekçilerle paylaşması lazım.
Utkan’ın bir kez bile kahkahayla güldüğünü gören hepinizin yaşam ne getirirse getirsin deyip, kolları yine emekten yine adaletten yana sıvaması ve öyle ikirciksiz işe koyulması lazım, orta yolculara ve tüm koltuk sevdalılarına rağmen.
Ve eğer Utkan’ın gözünden yaş aktığını bir defa bile gördüyseniz, her şeye rağmen yaşama tüm gücünüzle sarılmanız lazım; iyi, doğru ve adil olanın yanında durmaktan hiç kimse ve hiçbir şeye rağmen vazgeçmeden…
Ezber ve bilindikti: “Utkan’a sözümüz devrim olacak”. Şimdi hepiniz, hem de Utkan olmadan, kendi hayatlarınızın devrimini yapmaya hazır mısınız?
Utkan öldü!
Bu herhangi bir şey değil! Ya bir kıyamet alameti ya da çocuklarımız için hayalini kurduğumuz dünyayı getirecek olan kavganın alevi!
Ben henüz nefes alamıyorum, ama bilin hepinize Utkan’ın gözleriyle bakıyorum!
Mesleğine çok aşık öğretmenler olmak ve iyi insanlar yetiştirmek zorunda tüm öğretmen arkadaşları.
Kendi çocuklarını nasıl düşünüyorsa komşunun çocuğunu da öyle düşünmeli tüm öğrenci velileri.
Tuzla’da bir tırın kasasında çay içebilmeli ve kavgaya dört elle sarılmalı tüm çalışma arkadaşları.
Sinirlendiğinde nasıl gözünün döndüğünü en iyi ben biliyorsam, sinirlendiği şeylerde nasıl haklıydı yine ben biliyorum. Ne yaşamaktan, ne sevmekten ne de kavgadan vazgeçti.
Adını bile yoğun bakımdaki o inanılmaz günlerde öğrendiklerim dahil hepiniz; Utkan damarı yırtılmış, beyne giden tüm damarları kan dolmuş, kafa basıncı kalbini durdurmuşken bile tüm organlarıyla direnip, dayanıp o 6 insana can oldu!!!
Bir tek çocuk bile gülebilecekse çıkın o duvarlarınızın ardından.
Siz o yolda yürürken bir gün kolunuza gireceğim, Utkan’ın eli elinizi tutacak!
Hepinizi örgütlü mücadeleye çağırmıyorum! İyi yaptığınız şey kek pişirmekse onu yapın, ama mahallenin çocuklarıyla paylaşın.
Tekrar kesişecek yollarımız.
İLGİLİ HABERLER
Devrimci öğretmen, TİP MK üyesi Utkan Adıyaman ölümünün birinci yıl dönümünde mezarı başında anıldı
TİP MK üyesi, devrimci öğretmen Utkan Adıyaman’ın ailesi, yoldaşları ve arkadaşları, Adıyaman'ın beyin kanaması sebebiyle hayatını kaybedişinin birinci yılında mezarı başındaydı.
11-05-2020 14:24

İleri Haber
Geçirdiği beyin kanaması sonucu 11 Mayıs 2019 tarihinde hayatını kaybeden Türkiye İşçi Partisi (TİP) Merkez Komitesi üyesi, devrimci öğretmen Utkan Adıyaman’ın ailesi, yoldaşları ve arkadaşları, Adıyaman'ın hayatını kaybedişinin yıl dönümünde yanı başındaydı.
Sabah saatlerinde TİP Sarıgazi ilçe bürosuna Utkan Adıyaman adına “Bir tek çocuk bile gülebilecekse çıkın o duvarlarınızın ardından. Siz o yolda yürürken bir gün kolunuza gireceğim...” yazılı bir pankart asıldı. Ardından Adıyaman’ın mezarı başında anma töreni düzenlendi.
ERKAN BAŞ: ONUN ADINI ANMAK, SORUMLULUK ALMAK DEMEKTİR
Utkan Adıyaman'ın sevenlerinin buluştuğu anma töreninde konuşan TİP Genel Başkanı Erkan Baş, şunları söyledi:
“Eğer geride kalan dönemi Utkan’a yakışır biçimde mücadele ederek geçirmiyorsak, buraya asla gelmeyeceğiz. Buraya her gelenin başı en az Utkan kadar dik duracak, yumruğu Utkan kadar sıkılı olacak. Kavgaya onun kadar emek verdiğimizi hissederek, bunun için çabaladığımızı bilerek buraya geleceğiz. Burada birbirimize, onun nezdinde bu sözü vermek zorundayız. Eğer herhangi bir nedenle geride kalan bir dönemde ona yakışır biçimde yaşamadıysak adını bile anmayacağız. Onun adını anmanın bile sorumluluklarımızı katladığını bilmeliyiz.
Utkan'la birlikte tartıştığımız, birlikte hayata geçirmeye çalıştığımız bir stratejiydi. Bu yeniden kuruluş doğrultusunda arkamıza hiç bakmadan, büyük bir kararlılıkla, büyük bir inatla yolumuzda yürümeye devam ediyoruz. Asla geri dönmeyeceğiz. Bu işin bittisi yok. Devrimcileşme, yeniden kuruluş, işçileşme bugün sadece partimiz için değil; Türkiye sosyalist hareketinin tümü için Utkan Adıyaman ismi, Türkiye devrimci hareketinin, Türkiye sosyalist hareketinin işçi sınıfıyla organik bağlar kurmasıdır. Onunla ağlaması, onunla gülmesi, onunla yaşaması anlamına gelmektedir.''
UTKAN'IN İNANDIĞI HER ŞEYİ HAYATA GEÇİRMEK ÜZERE BU KAVGAYI DEVAM ETTİRECEĞİZ
Sadece buraya geldiğimizde değil, ilçe binasının kapısını açarken, herhangi bir işçiyle, emekçiyle, bir çocukla, zor durumda olan herhangi bir yurttaşla göz göze geldiğimizde Utkan'ın yoldaşları olmanın sorumluluğuyla hareket edeceğiz. Bugün burada hep beraber bu sözü veriyoruz ve gelecek yıl Utkan'ın açtığı yolda adımlar atacak, sıçrayarak ama mutlaka inandığı her şeyi hayata geçirmek üzere bu kavgayı devem ettireceğiz.''
İleri Hatırlatıyor
Utkan Adıyaman’ı doğum gününde anıyoruz: İyi ki doğdun Utkan!
Mayıs ayında zamansız biçimde kaybettiğimiz TİP Merkez Komitesi üyesi ve İşçi Bürosu Sekreteri Utkan Adıyaman’ın doğum günü olan 4 Ağustos’ta, Utkan yoldaşı sevgi ve özlemle anıyoruz.
04-08-2019 13:37

İleri Haber - Mayıs ayında zamansız biçimde kaybettiğimiz TİP Merkez Komitesi üyesi ve İşçi Bürosu Sekreteri Utkan Adıyaman’ın doğum günü olan 4 Ağustos’ta, Utkan yoldaşı sevgi ve özlemle anıyoruz.
İlk gençlik yıllarından bu yana devrimci hareketin militan kadrolarından olmuş, tüm enerjisini ve birikimini Türkiye işçi sınıfının mücadelesine, sosyalist devrim kavgasına hasretmiş olan Utkan Adıyaman, henüz lise yıllarında başladığı örgütlü mücadelesinde, hep yoksul mahallelerinde olmuş, Eğitim-Sen bünyesinde eğitim emekçilerinin örgütlenmesi için emek vermiş, işçiler başta olmak üzere emekçi halkın örgütlenmesi için hiçbir sorumluluktan kaçmamış örnek bir devrimci olarak tanındı.
Sadece insanları değil tüm doğayı ve canlıları kopmaz bir kardeşlik bağı ile seven Utkan Adıyaman’ın zamansız kaybı, başta ailesi olmak üzere tüm yoldaşlarını ve dostlarını, kendisini tanıyanları derin bir keder içinde bırakmıştı.
İleri Haber’e de haber ve yazı desteği sunmayı ihmal etmeyen Utkan Adıyaman’ın doğum günü için hazırladığımız dosyada ailesinin, yakınlarının, yoldaşlarının sözlerine yer veriyoruz. Aynı zamanda Utkan Adıyaman’ın İleri Haber’de yayınlanan bir makalesine de dosyamızdan ulaşabilirsiniz.
İleri Haber ailesi olarak Utkan Adıyaman’ı ve onun simgeleştirdiği mücadele anlayışını bir kez daha selamlıyor, doğum gününü kutluyoruz: İyi ki doğdun Utkan yoldaş!
Işıl Adıyaman yazdı | Utkan'ın gözleriyle...
"Bir tek çocuk bile gülebilecekse çıkın o duvarlarınızın ardından. Siz o yolda yürürken bir gün kolunuza gireceğim, Utkan’ın eli elinizi tutacak! Tekrar kesişecek yollarımız."
Selcan Adıyaman yazdı | Utkan; iki kuşağın birbirine sarılmış hali
"90’ların ‘feda kuşağı’nın, ölüm oruçlarında, Gazi barikatlarında ölümsüzleşen devrimcilerin yüzü suyu hürmetine güçlü bileği, kaya gibi bilinci ve kederli yüreği; 2000’lerin Gezi barikatlarının hep şakacı, hayalci, ayakları yere basmayan hafifliği... Türkiye devriminin iki kuşağının en güzel yerlerinden birbirine sarılmış halidir kardeşim."
Önder Engindeniz yazdı | İyi ki doğdun kardeşim...
"Ben doğada bu kadar mutlu olan başka birini tanımadım. İstanbul sınırlarından çıktığımız anda bambaşka bir adama dönüşürdü. Bir kuşun kanat çırpışından ya da bir derenin akışından müthiş̧ heyecan duyardı."
Tolga Volkan Aslan yazdı | Bir insan nedir ki?
"İşte benim kara gözlü kardeşim bir bahar esintisinin naifliği, bir tebessümün sıcaklığı, çocuk kadar saflığı ile yaşıyor. İşte benim kara gözlü kardeşim, elleri kolları bacakları ağrırken çocuklarına bakıp gülümseyerek sigarasını tüttüren işçinin umudunda yaşıyor."
Erkan Baş yazdı | Bizim Utkan...
"Devrimciliğin zorluklarını yaşamanın bir övünme, gururlanma konusu yapılmasını reddetti. Devrimciliğin kıstasının “sıradan insanların devrimcileştirilmesi” olarak yeniden tanımlanmasına uygun bir yaşam kurarken, kaçarak-korunarak değil cesaretle ve gerçeğin içinde yaşayarak devrimciliğin mümkün olduğunu gösterdi. Haklı çıkmanın değil yenilmeyi göze alan bir mücadeleci çizginin oluşumuna adandı. Bütün bunların sonunda bir devrimcinin yaşamına değdiği herkesin hayatında iz bırakabileceğini gösterdi."
Ferda Koç yazdı | Utkan'a dair...
"Kırk küsur yıldır kaybettiklerimi düşündüm. Fark ettim ki onları donmuş bir fotoğraf karesi olarak değil, bir jestle, bir hareketle, bir tartışmada kullandıkları bir sözle, yani hep yaşarken hatırlıyorum; onları düşündüğümüz an bizimle birlikte yaşama geri dönüyorlar da. Utkan da sevdikleriyle, onu sevenlerle, yoldaşlarıyla birlikte yeniden ve yeniden daha uzun yıllar yaşama geri dönecek, bizlere yaşama sevincini aktaracak, eminim bundan."
Dostları ve yoldaşları Utkan Adıyaman'ı anlatıyor
Mayıs ayında kaybettiğimiz Utkan Adıyaman'ı doğum gününde dostları ve yoldaşları anlatıyor.
Utkan Adıyaman yazdı | Gerçek sorunlarla yüzleşmek: İyi bir başlangıç
"Açıkçası bu karmaşık tabloda her bir başlıkta söz söylemeye, bir şeyler yapmaya çalışan bir sosyalist öznenin başarı şansı bulunmuyor. Yapılması gereken söylemimizi bir ana başlık altında toplayarak sadeleştirmek. Pratiğimizi de bu eksenle uyumlu olacak bir toplumsal kesime odaklamak."
Selcan Adıyaman | Utkan; iki kuşağın birbirine sarılmış hali
90’ların ‘feda kuşağı’nın, ölüm oruçlarında, Gazi barikatlarında ölümsüzleşen devrimcilerin yüzü suyu hürmetine güçlü bileği, kaya gibi bilinci ve kederli yüreği; 2000’lerin Gezi barikatlarının hep şakacı, hayalci, ayakları yere basmayan hafifliği... Türkiye devriminin iki kuşağının en güzel yerlerinden birbirine sarılmış halidir kardeşim.
04-08-2019 13:19

Selcan Adıyaman
Canım kardeşim Utkan Adıyaman 4 Ağustos 1982 yılında Karadeniz Ereğli’de doğdu. Doğduğumuz, büyüdüğümüz kasaba Zonguldak’a bağlı bir sahil kasabasıdır. Ereğli Demir Çelik Fabrikası ilçemizin başlıca istihdam kaynağıdır ve dolayısıyla Ereğlili emekçiler ve ailelerinin gündelik yaşamları 80’ler ve 90’lar süresince azalarak da olsa politik, sosyal ve kültürel alanda örgütlü bir işçi sınıfı geleneğinin tesirinde yaşam bulmuştur.
Şimdilerdeki terk edilmiş virane hali bir yana demir çelik fabrikası işçilerinin aileleri için yapılmış olan lojmanlardaki gündelik yaşamımız sosyal ilişkiler bakımından küçük bir Sovyet kasabasındaki yaşamın silik bir minyatürüydü diyebiliriz.
2000’li yılların başına kadar dünya çelik üreticileri sırasında önemli bir yere sahip olan fabrikamızın lojmanlarındaki hayatımız ikimiz için de unutulmaz güzellikte anılarla dolu. Fabrika içinde süre giden sınıf mücadelesinin yaşamımıza kattığı devinim bizi biz yapan en önemli unsurdur. Lojman bünyesindeki mühendisler derneğinin, Göztepe lokantasının masalarında, oyun aralarımızda ilişerek yemek yiyen bizler sendikal mücadelenin, solculuğun, kavganın rakı sofralarında büyüdük. Fabrikanın her yıl ekim ayında işçilere dağıttığı çelik uçlu postallar, deri yünlü yelekler ve yeşil kalın parkalarımızla hep bir örnek okula giden onlarca çocuk düşünün; içlerinde bizim kara oğlanı…
İşte böyle bir ortamda Utkan 12 yaşındayken katıldı ilk politik eylemine: “Abla Bozhane’de Nazım Hikmet anması yapılacakmış gidelim mi?” Benim korkarak gitmediğim anmaya, hiç kimseyi tanımadıkları halde bir duvarda afişini görerek iki kafadar katıldılar. Döndüğünde “Keşke gelseydin abla Bozhane inledi” diyerek havasını atarak.
Utkan’la lojman hayatımızdan bahsederken hep aynı şeyi söyleriz: “Şaka maka da abla ne acayip insanlar çıktı oralardan. Sadece bizim oturduğumuz 2 blokluk YBD’lerden müzisyenler, bilim insanları, tüm düzenini yıkıp dünyayı gezen bir gezgin ve devrimciler yetişti, aslında kitabını yazmak lazım.”
Kavgamızın kenti İstanbul’a geldiğimizde ben 18 yaşımda, Utkan 15 yaşındaydı. İstanbul, Ereğli gibi küçük bir kasabadan sonra bizim için her anlamda kavgamızın kenti olmuştur. Göçen herkes gibi İstanbul’a alışmak, kendimizi var etmek için didindik desek yeridir.
Utkan’ın bilincinde Ereğli’deki sınıf mücadelesinde ekilen tohum İstanbul Vefa Lisesi’ndeki anti-faşist mücadeleyle sulanmıştır. 1998 yılının bir Kasım ayında evimize gelen telefonun başındaki ses anneme “oğlun için mezar seç” dediğinde küçücük bir sahil kasabasının korunaklı kıyılarındaki o naif çocuk Utkan 16 yaşında fişek gibi bir gençtir artık. Ertesi hafta Vefa’lı devrimci liseliler faşistlerin ‘reisini’ bir sokak arasında sıkıştırdığında tesadüfen oradan geçen Utkan’ın ‘reisin’ önüne geçip, “bu iş böyle olmaz; biz bu değiliz” diyerek küçük çapta bir linci engellemesi önemli bir süre faşistlerin geri çekilmesiyle sonuçlanmıştır.
Asıl olarak anti-faşist mücadeleyle geçen Vefa Lisesi yıllarında Utkan Ereğli’den heybesine yüklediği TKP geleneği ile buluşmuş, örgütlenmiştir. Liseden sonra İTÜ’yü kazanarak öğrenci hareketinin hücre hapishanelerine karşı direnişinde, İTÜ’de paralı eğitim uygulamalarına karşı yapılan çalışmalarda ön sıralarda yerini almıştır. Yemek zamlarına karşı İTÜ genelinde başlattığımız yemekhane boykotunun Maçka katılımının zayıf olduğu ilk günlerden birinde hiç öyle bir planımız olmamasına rağmen yemekhaneye girer girmez Ruhi Su’nun “Dinleyin Arkadaşlar” isimli türküsünü söylemeye başlayarak boykot kırıcılarının yedikleri lokmayı boğazlarında bırakmayı başarmıştır.
Bazen şimdi geldiğimiz noktayı da düşünerek hayatımızı bir filme benzetiyorum, İTÜ’de ben, Utkan ve Volkan’ın gündüzleri siyasi toplantılarda ayrı örgütlerin temsilcileri olarak birbirimizi yiyip; geceleri Beşiktaş’taki evimizde birlikte film izleyip gülmüşlüğümüz çoktur, hiddetli kavgaya devam ettiğimiz de tabii. İTÜ’den mezun olmamış, İstanbul Üniversitesi'ne devam etmiş, oradan mezun olup sınıf öğretmeni olmuştur.
Siyasi/örgütsel içeriği bir yana Utkan’ı belki de birçoğumuzdan ayıran en belirgin özelliği 17 yaşında bir gençken bile ‘abi ve abla şeflerine/yöneticilerine’ olan romantik bağa ya da ‘örgüt fetişizmine’ meyletmemesidir. Çok ve disiplinli okuyarak, Türkiye devrimci hareketinin tarihsel ilkelerini emniyet kemeri olarak takarak ve asıl önemlisi kavga içinde pişerek edindiği öz deneyiminin ışığında kendi siyasi yolunu örgütün kolektif bilinci haline getirme inadı Utkanca bir inattır. Bu inat Utkan’ın 17 yaşından itibaren devrimci mücadele saflarındaki varlığının sosyalizm kavgası içinde; nasıl bir siyasi çizgi kavgası ve nasıl bir Utkan kavgasıyla geçtiğini gösteren 20 yılının dinamiğidir.
Ayrıntı politik dedikoduları çöpe atalım: Utkan’ın 20 yılı; farklı birimlerde, farklı örgütlerde; (henüz 19 yaşındayken Türkiye siyasi tarihine çok anlamlı bir çaba olarak geçecek Sosyalist Siyaset isimli bir örgütün kurucu öznesi olma iradesini göstermiştir) “Türkiye devrimci hareketi küllerinden yeniden doğmamalı; yeni bir ateş yakılmalıdır”ın politik-pratik arayışıyla/kavgasıyla ve bu arayışa uygun bir kadronun uzun süredir okumuyorum deyip mesela iki ay kesintisiz Marksizm okuması yaparak, mesela sigarayı bırakmalıyım deyip onlarca kez her türlü yolu denemesiyle, mesela uzun süredir spor yapmıyorum deyip bir ay kesintisiz ağır sporlar yapma öz kavgasıyla geçmiştir. Utkan’ın kendisi ve devrimci mücadele için bitmek bilmeyen kavgası hiçbir zaman yıkıcı olmamış, her zaman onun kendine özgü muzipliği, sevecen öfkesi ve hayranlık uyandıran tutkulu hayalperestliğiyle tüm çevresi için ışıl ışıl parlamıştır.
Utkan’ı belki bir çoğumuzdan ayıran en belirgin özelliği statükoya olan nefretidir. Kendinde ve çevresinde çürümeye yüz tutmuş tüm ilişkileri reddetmesi onu çok yormuştur, doğrudur. Ama onu birçok örgütlü insandan farklı olarak yeniden ve yeniden doğurmuştur. Utkanca olan her zaman ‘doğru budur; ben bunu hayata geçireceğim’ olmuştur; hiçbir zaman ‘ben olmazsam bu iş olmaz/bu ekip dağılır/bu örgüt biter’ olmamıştır. Belki de Türkiye devrimci hareketinin artık ‘kader arkadaşlığına’ dönüşmüş merkezi ekiplerindeki ruh hali Utkan için ciddi bir öfke kaynağı olmuştur. Merkezi ekiplerde yer almayı reddetmesinin temelinde bu öfke yatmaktadır. Merkezi ekiplerde yer almaksızın, adını büyük puntolarla, vs. vs. sekreteri/başkanı unvanlarının arkasına koymaksızın o görevlerin gereğini yapmak ve ona uygun yaşamak O’nun kutup yıldızı olan erdemidir.
38. yaş gününde yan yana oturamadığım canım kardeşim; 90’ların ‘feda kuşağı’nın, ölüm oruçlarında, Gazi barikatlarında ölümsüzleşen devrimcilerin yüzü suyu hürmetine güçlü bileği, kaya gibi bilinci ve kederli yüreği; 2000’lerin Gezi barikatlarının hep şakacı, hayalci, ayakları yere basmayan hafifliği…
Arkasından bu kadar çok yanmamız bundandır; Türkiye devriminin iki kuşağının en güzel yerlerinden birbirine sarılmış halidir kardeşim; kardeşim diye demiyorum bilenler biliyor. Sizin de var mıdır bilmiyorum; farklı örgütlerde olup kendinizi bazı kendi yoldaşlarınızdan daha yakın hissettikleriniz. Utkan Adıyaman öyle bir sosyalisttir işte…
Devrimciler ölümle kol kola yürümeyi göze alan insanlardır, bu; ölümden korkmadıkları, onu kutsadıkları anlamına gelmez. Tam tersine, kavgaları daha iyi yaşamanın kavgasıdır. Eskiler bize ‘50’sine kadar yaşayan dava kaçkınıdır bizim zamanımızda’ derlerdi. Canım Utkan’ım bir sürü barikattan, 10 Ekim’den dönmüş; bu talihsizlikten dönememiştir. Canım Utkan’ım bizden ayrıldığı anda arabanın teybinde son zamanlarda en sevdiği türkülerden birini dinliyordu, masasında mutlaka okunması gereken bir kitabı açıktı, bilgisayarında mutlaka bitirilmesi gereken yazı vardı, aklında mutlaka hayata geçirilmesi gereken bir ‘proje’ vardı, cuma akşamı Merkez lokantasında mutlaka demlenerek konuşulması gereken bir konu, Ada’yla geçirilecek hafta sonu planı… Ölüm bir nefes arası ya, o nefese bunları sığdırabilerek ölmek… Ne kadar uzun yaşadığımızın bizi sevenler için bir önemi var, nasıl yaşadığımızın insanlığın tamamı için bir anlamı var. Hangisi mi daha değerli? İkisi de…
İşte şimdi bu yüzdendir; 90 gündür her sabah belki bir rüyadır diyerek uyandığım bu hayatta başımıza gelen bu felakete rağmen güzel kardeşim, var say ki demişler bana ‘hayatını yeniden kurgula, başka bir kardeşin olsun ve şu anda nefes almana bile izin vermeyen bu acıyı yaşama’. Bu teklife yanıtım, ‘ağızlarına kürekle vurmak' olur.
İyi ki doğdun benim kara ATSİNEĞİM!*
*Ethel Lilian Voynich'in Atsineği adlı romanına ithafen...
Önder Engindeniz | İyi ki doğdun kardeşim...
Ben doğada bu kadar mutlu olan başka birini tanımadım. İstanbul sınırlarından çıktığımız anda bambaşka bir adama dönüşürdü. Bir kuşun kanat çırpışından ya da bir derenin akışından müthiş̧ heyecan duyardı.
04-08-2019 13:13

Önder Engindeniz
Ne hoş̧ bir güzelliği vardır; hafif adımlarla, dünyadan gülümseyerek geçenlerin.
Kimseye bir kötülüğü dokunmadan yaşayanların. Onurlu bir yaşamı seçenlerin.
(Virginia Woolf)
Dostum, kardeşim, yoldaşım sevgili Utkan!
Biliyorum ne yazsam az, bir olmamışlık duygusu, dünyanın bütün dillerini bilsem yetmeyecek onu anlatmaya. Doğum günü kutlamalarından falan pek haz etmezdi ama bu vesilesiyle de olsa onu tanıma şansına erişememiş̧ ilerici, devrimci güzel insanlara özellikle de genç yoldaşlarına ondan söz etmeyi bir borç sayıyorum kendime.
Fotoğraflarımıza bakıyorum sık sık, dönüm dolaşıp hep aynı fotoğrafta takılıp kalıyorum. Bir sandaldayız, küreğin biri onda öteki bende. Ağva’da durgun akan nehirde akıntı yönünde kürek çektiğimizi fark etmeden ne yol almışız ama. Geri dönerken çok zorlanmış̧, akıntıya karşı tek başımıza kürek çekemeyeceğimizi anladığımızda da birlikte asılmıştık küreklere. Şimdi, akıntıya karşı elimde tek kürek kala kalmış̧ gibi hissediyorum.
İnsanın zorlandığı anda hemen yanına oturup bir küreği eline alacak bir yoldaşı olması ne güzel şey!
İş, aile, devrimci mücadele en az üç karpuz taşıyoruz bir koltuğumuzda, derdik. Bir nefes almak, tazelenmek, kendimizi dinlemek isterdik arada. “Yorulduk, bir yerlere kaçalım” demek için hangimiz arasak ötekimiz “ben de seni arayacaktım bunun için” derdi. İşi gücü hal yoluna koyup bir gecelik de olsa bir kamp yeri bakardık hemen. Ben doğada bu kadar mutlu olan başka birini tanımadım. İstanbul sınırlarından çıktığımız anda bambaşka bir adama dönüşürdü. Bir kuşun kanat çırpışından ya da bir derenin akışından müthiş̧ heyecan duyardı. Bir keresinde, daha yoldayken gökyüzünde gördüğü bir şahine bakarken kaza yapıyorduk az daha. Kampta akşam olduğunda sadece yerken sohbet ederdik, sonra ateşe bakıp saatlerce susardık. Gecenin karanlığında birbirimizden güç alarak kendimize karşı daha cesur olabiliyorduk galiba.
Ertesi gün en az on beş̧ kilometre yürümezsek kamp yapmış̧ saymazdık kendimizi. Sıfırlanmış̧, tazelenmiş̧ olarak daha güçlü dönerdik yaşam kavgasına.
İnsanın çıktığı yolculuktan tazelenip dönebileceği sağlam bir yol arkadaşı olması ne güzel şey!
Her dönem mutlaka bir ya da iki özel durumu olan öğrencisi olurdu okulunda. Her görüşmemizin bir bölümünde bu öğrencilerinden mutlaka bahsederdi. Hem öyle öğretmen gibi falan da değil, son derece doğal, son derece duygusal. Ne zaman, bırakıp başka iş mi yapsak desem bana öğretmenliği öyle bir över, öyle bir överdi ki şevke gelirdim yeniden.
Kötü haberi almamdan iki gün önceydi, oğlumun ilk yaş gününe gelmişlerdi ailece. On dakika zor tutabildik. “Çocukların satranç turnuvası var, bir gidip geleceğim” deyip çıkmıştı. Gelmedi. Çocuklarına haksızlık yapılmış̧, bu yüzden tartışmış̧ ve turnuva uzadığı için de gelememiş̧ meğer. Utkan her yerde Utkan’dı!
Öğretmenlik kutsal derler ya bazıları, mesleğe girdim gireli hiç inanmadım ben bu lafa, ama çocukları Utkan gibi seven, Utkan gibi dert eden her insan kutsal sayılabilir bence.
İnsanın onun gibi örnek alacağı bir meslektaşı olması ne güzel şey!
Tanıdığım en güzel baba Utkan’dı şüphesiz. “Çocuk yapmak konusunda acelem yok” derdim, “e niye evlendin birlikte yaşasaydın” derdi karşılığında. Bildiğin baskı yapardı insanlara. Çocuk yapma kararımda baskısı pek etkili olmadı belki ama, Ada’yla olan harika ilişkisi beni çok özendirdi baba olmaya. Hatta kızım olsun istedim, en çok bu yüzden. Kızını, ailesini ben böyle seven, böyle ilgilenen kimseyi tanımadım hayatımda. Bir çok şeyi aynı anda yapmaya çalışırken zorlanır, çatışmalar yaşardı bazen ama o hiç vazgeçmezdi sevdiklerinden.
Sevgisizleşen, yabancılaşan bu dünyada insanın böyle güzel seven bir dostu olması ne güzel şey!
Bir keresinde arayıp, “acilen konuşmamız lazım hoca” demişti gene. Yarım saat sonra buluştuğumuzda, örgütle ilgili yeni fikrini gerçekleştirmek için pilav arabasında pilav satma projesini açmıştı heyecanla. “Böyle bir ülkede yirmi yıldır mücadele ediyorsun ama on altı yaşında liseli bir devrimci gibi heyecanlısın hala, hayranım sana” demiştim. Ergenlik esprileri yapıp ne gülmüştük ama.
Bilenler bilir uzun örgütlü yaşamın getirdiği alışkanlıklar-körlükler olur bazı devrimcilerde ama o her zaman heyecanlı, her zaman arayışçı bir devrimciydi. Onun arayışı hep emekçi mahallerindeydi. Geçmişte İstanbul’un çeşitli emekçi mahallerinde önemli çalışmalar yaptığını, birçok işin üstesinden geldiğini duymuştum.
Gezi Direnişi’nde kesişti yolumuz, hiç ayrılmadık sonra, iyi dost, iyi yoldaş̧ olduk. Gezi’nin hemen ertesinde, solda bölünmeler nedeniyle morallerin bozuk olduğu bir dönemde alanımıza odaklandık biz. Utkan’ın öncülüğünde Çekmeköy Dayanışma Derneği ve Sarıgazi Gezi Kültürevi’nin kuruluşunu hayata geçirdik. Tartışmalarımız geliyor aklıma, genelde politik olarak aynı pratik konularda farklılaşır ama sonunda ortaklaşırdık mutlaka. Ortalamacılıktan uzak, net, dosdoğru yapardı eleştirisini. Eğer onunla net tartışmaz, “aslında bende senin gibi düşünüyorum ama...” falan derseniz, keser; “hayır, bak sen benim gibi düşünmüyorsun” derdi sertçe.
Kızamazdınız ona, çünkü bilirdiniz, size söylediği sözlerden kırılırsanız o daha çok üzülecekti sonra.
İnsanın eğip bükmeden, inandığı gibi söyleyen, söylediğinin de arkasında duran samimi bir yoldaşı olması ne güzel şey!
Eğer bir tatsızlık yoktuysa, Utkan’la rakı içtiğimde sonraki güne müthiş̧ bir enerjiyle uyanırdım. Siparişi vermesinden, kadehi doldurmasına, sohbetinden ‘kalem’ ve kahveyle yapılan finaline kadar kutsal bir arınma töreni sayılırdı onunla içmek. Mutluysa herkes onun gibi mutlu olsun ister, sevdiği şeyleri tatlı bir inatla herkese yaptırmaya çalışırdı. Teraslı bir evde oturdular uzun süre, orada rakı içeceğimiz zaman mutlaka ateş̧ yakardı. Öyle mutlu olurdu ki, “şu odun kokusunun parfümü olsa valla alır sürerim” derdi. Ben böyle mutlu, böyle dertli adam görmedim hayatımda. Herkese üzülür, herkesin derdini kendi derdi sayardı, ama sevdiği şeyleri yaparken de dünyanın en mutlu adamı o olurdu. Dolu dolu yaşadı, dolu dolu kapladı hayatlarımızı. Arkasında koca bir boşluk bıraktı.
Sevdiği bir türküde diyordu ya, “geçtim dünya üzerinden ömür bir nefes derinden...”
Çok ama çok erkendi, yarım kaldık, daha yapacak ne çok şey vardı oysa.
En son içtiğimiz akşamı unutamıyorum. Mekandan çıktığımızda “gel lan sana bi sarılayım” deyip, sonra da “iyi ki varsın” demişti. Bunu ilk kez yapmıyordu ama şimdi düşündüğümde başkaydı sanki; “ne güzel veda etmiş̧” bana diyorum. Ah Utkan, sen iyi ki varsın.
Ada’yla, Ali Aslan’la, Işıl’la, Selcan’la, Güner teyzeyle, mücadelenle, dostlarınla, yoldaşlarınla ve yetiştirdiğin pırıl pırıl öğrencilerinle varsın.
Şimdi, büyük yokluğunda hep birlikte asılacağız küreklere, inandığın hiç bir şey yarım kalmasın diye.
Sevgiyle hasretle...
İyi ki doğdun canım kardeşim.
Tolga Volkan Aslan | Bir insan nedir ki?
İşte benim kara gözlü kardeşim bir bahar esintisinin naifliği, bir tebessümün sıcaklığı, çocuk kadar saflığı ile yaşıyor. İşte benim kara gözlü kardeşim, elleri kolları bacakları ağrırken çocuklarına bakıp gülümseyerek sigarasını tüttüren işçinin umudunda yaşıyor.
04-08-2019 13:05

Tolga Volkan Aslan
Karanfillerin ortasında ve yoldaşlarının omuz başlarında bir hoşça kal tebessümü ile kara gözlerinde yeniden başlıyordu yüzyıllardır adını değişik dillerde haykırdığımız kavga...
“Bir insan nedir ki?” diyordu bir şarkıda; evet, bir insan nedir ki?
İnsanı insan olmaktan çıkaran başkalaştıran şeyler var hayatta.
Adını dillere dolayan, nesillere aktaran, aynı anda binlerce kalpten geçmesini sağlayan...
Yaşadığın kadar değil, yaptıkların kadar seni yaşatan...
İşte benim kara gözlü kardeşim bir bahar esintisinin naifliği, bir tebessümün sıcaklığı, çocuk kadar saflığı ile yaşıyor.
İşte benim kara gözlü kardeşim, elleri kolları bacakları ağrırken çocuklarına bakıp gülümseyerek sigarasını tüttüren işçinin umudunda yaşıyor.
İlk defa yumruğunu havaya kaldıran, baştan aşağı vücudu titreyen genç kardeşlerinin heyecanında yaşıyor.
Kara gözlüm Roboski’de, Suruç’ta , Ankara’da bir halka layık görülmüş lanete karşı bileylenen öfkede yaşıyor.
Dağların esintisi, kuşların ötüşü, denizin dalgası, yani dünyayı var eden her şeyin bir parçası olarak yaşıyor.
Öğretmendi, küçücük çocukların sınıfından, işçi sınıfına haykıran soluğundan yarınları doğuran...
Yoldaştı, sıcaklığıyla saran heyecanı ile ayaklandıran, gece gündüz aklında o güzel günlerin hayali ile yaşayan...
Arkadaştı, en hiddetli anında bile sımsıcak sarılan, sımsıcak bakan, hep dayandığın omuz başıydı...
Babaydı, kardeşti, evlattı Utkan, sevgiliydi, devrimciydi...
Utkan’da her şey gerçekti; vedası hariç...
Hariç çünkü yaşıyor.
38. yaş gününde eline kalemi alıp tahtaya geçiyor. Ve yazıyor hayat dediğin her yere;
Adım Utkan
Adım hayat
Adım umut
Adım çocuk
Adım direniş
Ey en sevdiğimiz türkünün telli turnası, selam götür kara gözlü kardeşime.
Doğum günün kutlu olsun.
Erkan Baş | Bizim Utkan...
Devrimciliğin zorluklarını yaşamanın bir övünme, gururlanma konusu yapılmasını reddetti. Devrimciliğin kıstasının “sıradan insanların devrimcileştirilmesi” olarak yeniden tanımlanmasına uygun bir yaşam kurarken, kaçarak-korunarak değil cesaretle ve gerçeğin içinde yaşayarak devrimciliğin mümkün olduğunu gösterdi. Haklı çıkmanın değil yenilmeyi göze alan bir mücadeleci çizginin oluşumuna adandı. Bütün bunların sonunda bir devrimcinin yaşamına değdiği herkesin hayatında iz bırakabileceğini gösterdi.
04-08-2019 13:01

Erkan Baş
Herkesin kendini kahraman gördüğü, her an sosyal medyada “tt” olabileceğiniz veya bir anda milyonlarca dolarlık servete ya da milyonlarca insanın sevgisine ulaşacak ancak kısa süre sonra yine yapayalnız kalacağınız garip bir dönemden geçiyoruz.
Böylesi bir tarihsel kesitte çoğu insanın adını bile bilmediği gerçek bir isimsiz kahraman sessizce ayrıldı aramızdan…
Belki adını en fazla aramızdan ayrılırken duyduğunuz TİP Merkez Komitesi üyesi Utkan Adıyaman, yine ülkemizin karanlık bir döneminin 1982’nin 4 Ağustos günü doğmuş.
Bugün onun doğum günü, canım yoldaşımın doğum gününü kutlarken onunla ilgili bir kaç satır yazmak ve çağımızın kahramanının bizdeki görüntüsüne dair kimi kareleri sizlerle paylaşmak istedim.
Tümünü yazmak gerçekten mümkün değil ama Utkan yaptıklarıyla bıraktığı kimi izlerle bizi biz eden özellikleri kazanmamızı sağladı ve bunların önemli ölçüde Utkan’ın imzasının taşıdığını bilin isterim. Bunlardan bir kaçını yazmaya çalışacağım.
Başlarken bir not düşeyim, yazacaklarımın bir kısmı belki çok fazla sadece bize dair görülebilir. Ancak Utkan’ın en önemli özelliklerinden birisi, esas olarak “biz” için yaşarken hiç bir şeyi dar anlamıyla “biz” için yapmaması, daha önemlisi yaşamını “biz” ile Türkiye işçi sınıfı arasındaki mesafeyi kapatmaya adamasıydı.
Onu uğurlarken söylemeye çalışmıştım, geniş kamuoyu TİP’i görür bilir, TİP’i kamuoyunda temsil eden isimler biraz bilinir ama şimdi herkes bilsin ki, bizi biz yapan en önemli insanlarımızdan birisi Utkan Adıyaman’dır.
TİP, biraz da Utkan’da cisimleşen devrimciliğin örgütlü hale gelmesi için girişilmiş bir çabadır.
Şunu açıklıkla söylemem lazım, bütün güzelliklerimiz, hani bazen takdir edilen devrimciliğimiz, özverimiz, cesaretimiz, işçi sınıfına yönelişimiz, Türkiye Sosyalist Hareketi’ne kattığımız ne varsa, hepsinde mutlaka Utkan’ın emeği, aklı, bilinçli katkısı var.
Devrimciliği yeryüzüne indirdi!
Devrimciliği yeryüzünde yüceltti de diyebiliriz.
Türkiye solunun özellikle yakın geçmişteki duruşu esas olarak bir “direnme” mücadelesidir. Rüzgarın karşıdan ve sert estiği, rüzgara savrulup dağılmanın olağanlaştığı bir dönemde direnme iradesi devrimciliğin birincil kıstasıydı. Utkan da direnenlerdendi.
Fakat bu direniş çizgisi bir süre sonra dar alanlarda yaşamaya alışma ve kendini fazlasıyla özel hissetme gibi olumsuz sayılabilecek kimliklerin, duruşların doğmasına neden olurken bunu reddedenlerin öncülüğünü yapanlardan birisi oldu.
Devrimciliğin zorluklarını yaşamanın bir övünme, gururlanma konusu yapılmasını reddetti. Devrimciliğin kıstasının “sıradan insanların devrimcileştirilmesi” olarak yeniden tanımlanmasına uygun bir yaşam kurarken, kaçarak-korunarak değil cesaretle ve gerçeğin içinde yaşayarak devrimciliğin mümkün olduğunu gösterdi.
Haklı çıkmanın değil yenilmeyi göze alan bir mücadeleci çizginin oluşumuna adandı.
Bütün bunların sonunda bir devrimcinin yaşamına değdiği herkesin hayatında iz bırakabileceğini gösterdi.
Gülerek yeniden başlama cesareti
Devrimcilik üstün insanların, “yukarıların” bir kimliği olmaktan çıkıp hayatın içinde üretildikçe, gerçeğin zorlu sınavlarından geçmek zorundadır. Gerçek zorlayıcıdır. Kırar, yorar, yıpratır, zorlar; hepsini yaşadı Utkan.
En severek dinlediği şarkılardan birisinin sözlerinin “kavganın ortasında yapayalnız kalsan da…” olması elbette tesadüf değil. En az bir kaç kez böyle hissettiğine şahidiz, fakat şarkıyı yarım bırakmadı, yılgınlığa kapılmadı, köreltmedi yüreğini.
Şimdi bu satırları yazarken böylesi günlerde yaptığımız iki sohbeti hatırlıyorum. Durum bana göre berbattı, “5. günün şafağında doğuya bak gerisini düşünme” demişti (tabi ben meseleyi anlamamıştım ama bu da keyifle anlatmasına vesile olmuştu). Diğerinde ise bu sefer ağır bir yenilgi sonrası ne yapacağımıza dair yine derinlere dalmışken çok daha basit bir öneriyle son verdi tartışmaya “çay demle, yeniden başlıyoruz”.
Her ikisinde de kahkahalarla yeniden başladık.
Utkan yeniden başlamak cesareti verendi.
Gerçekçi ama romantik bir devrimcilik
İnsana ve insan ilişkilerine değer vermenin vücut bulmuş haliydi Utkan. Hayatının her anında dayanışmacı, paylaşımcı ve kendini devrime adamış romantik bir devrimciydi dersek gerçekçiliğini daha iyi anlatabiliriz.
Utkan’ın devrimci romantizmi, bizim bütün süreçlerimizde bir pusula gibi çalıştı. En kötü zamanlarda devrim hayalleri kurabilmek ve hayal edebildiğin ölçüde gerçekçi olabilmek onun bize kazandırdığı önemli bir özellikti. En küçük bir gelişmeyle koskoca bir yangına dönen hiç sönmeyen bir devrimci coşku, heyecan ve tutkuyla devrimin güncelliğine inanma ve her gün “devrim yapma” iddiasıyla görevden göreve koşturma iradesiyle yaşadı.
Özel bir dönemin, fedakar bir devrimci kuşağın parçası, bin bir özel durumun ürünü olarak yetişmiş, gericilik döneminin inatçı genç bir devrimcisiydi. Buzkıran, yol açan defalarca düşen, kırılan ve yeniden başlayan bir devrimcilikti Utkan’da cisimleşen. Tüm bunlara rağmen yoldaş dediğiyle hesapsız ilişki kurmakta ısrar eden, kent merkezlerine sıkışan devrimciliğe isyan edip yoksul-emekçi mahallelere giderek en çok nerede ihtiyaç var diye sora sora yol arayıp bulan bir devrimcilik… Gerektiğini gördüğünde en önde koşan, barikat başında lider olan ama her durumda çocuklara dokunan, kitabı bisikleti olmayan çocuklara dokunmayı da bilen, geleceği kazanmak için günü yaşayan bir devrimcilik.
Ölüm bize uzak mıydı?
Bizim kuşak için kapitalizm, “hızlı yaşayıp genç öl” ve “en önemlisi senin hayatın, gerisi boş” olarak özetlenecek ama ikisi de esas olarak amaçsızlıkta birleşen yaşam tarzı seçeneklerini sundu diyebiliriz. Böylesi bir dönemde dünyanın değiştirilebileceğine inanan ve bunun için kendini de dönüştüren devrimci bir kimliğin, hele bunun örgütlenmesinin çok kolay olmadığını söylediğimizde bunun bir övünme olarak görülmemesini beklememize lütfen hak verin.
90’lı yıllar gibi solda bile sözde bireyciliğin, bencilliğin, inançsızlığın hüküm sürdüğü bir kesitte, 12 Eylül bataklığından çıkmış bir ülke gerçekliğiyle hesaplaşmış bir devrimcilikten söz ediyoruz.
90’lı yıllarda devrimciliğe ilk adımlarımızı atarken hepimizin öğretmenlerinden birisi Deniz Gezmiş’ti…
Onun “24 yaşındayken kendimi Türkiye'nin bağımsızlığına armağan etmekten onur duyuyorum” cümlesi biraz da çocukça ama bizlerin de en fazla o kadar yaşayacağımıza inanmamıza neden olmuştu. Yaşlarımız 25, 26, 27 diye ilerlerken biraz şaşkın, biraz mahcup, biraz tam ne yaptığını bilemez bir halimiz vardı. Hayatımızın içinde bayağı bayağı “normal hayat”a benzer yanların oluşmasını şaşkınlık ve hüzünle karşılayıp sonra önce biraz dalgaya vurur, en sonunda da madem hala yaşıyoruz o zaman yapmamız gerekenleri daha iyi yapmaya çalışmak zorundayıza bağlar, sorumluluklarımızı daha büyük ciddiyetle tarif ederek devam etmeye karar verirdik.
Bu noktada geldiğimiz aşamanın hiç hayal etmediğimiz gibi olduğunu itiraf etmem lazım ama nihayetinde Utkan yine Deniz’i haklı çıkardı. “İnsanlar doğar, büyür, yaşar ve ölürler… Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde, fazla şeyler yapabilmektir.”
Utkan bunu yaptı.
İyi ki doğdun yoldaş!
İyi ki doğdu, iyi ki tanıdık, iyi ki acı tatlı pek çok şeyi birlikte yaşadık.
Düşünsenize milyonlarca insan Utkan’ın artık aramızda olmadığını bile bilmiyor, bir kısım dostumuz, arkadaşımız o kahrolası günden sonra tanıştı Utkan ile...
Biz, biz ise şimdi onlara göre büyük bir acı yaşıyor olmamıza rağmen son derece gururluyuz.
Söz konusu insan olduğunda pek çok rezilliğin yazıldığı bir tarih kesitindeyiz. Bu çağda, sadece böylesine önemli birisiyle, kelimenin gerçek anlamıyla bir “kahraman” ile yoldaşlık etmiş olmanın gururunu yaşattığı için bile iyi ki doğdu Utkan!
Sadece bize yaşattığı mutluluklar, dostluğu, yoldaşlığı hatta sadece onu tanıdığımız için hayata çok şey borçlu olduğumuz bir yoldaşımız Utkan.
Çok, tarif edilemeyecek kadar büyük acılar içindeyiz ama gururluyuz, çok şanslıyız biz, bu çağın en şanslı insanlarıyız Utkan ile tanıştık, Utkan ile yaşadık, birlikte dövüştük.
Son nefesimize kadar işçi sınıfının, yoksul halkın mücadelesine katkı koyacağız diye çıktığımız bu yolda Utkan bunu yapabileceğimizi gösterdi.
Şimdi, hepimiz Utkan gibi olmaya çalışacağız!
ÇEVİRİ | Heteroseksüellik tehlikelidir
Kadın cinayetleri üzerine yapılan çalışmalar, kadınların, hetero-ataerkil erkeğe karşı kültürel olarak ikincil bir politik konuma yerleştirildikleri için şiddetin nesnesi olduğunu ortaya koyuyor. Kadınların ve erkeklerin özgürleşmesini mümkün kılmak için heteroseksüellikten kurtulmalıyız.
19-01-2021 02:24

Yazan: Paul B. PRECIADO
Çeviren: Hazal Destina ALARCIN
İstatistiklere göre, Avrupa Ekonomik Topluluğu ülkelerinden birinde, her gün yedi kadının evli oldukları veya boşandıkları erkekler, çocuklarının babaları ve ya erkek arkadaşları tarafından öldürüldüklerini ortaya koyuyor. Bu cinayetlerin çoğu ev içi alanda veya yaşam alanlarının 300 metre çeperinde ve hayatını kaybeden çoğu kadının partnerlerinin şiddetini güvenlik güçlerine en az bir kez bildirmesinden sonra meydana geliyor. Kadınlar tarafından yapılan bu şikayetler, onlar hayatını kaybedene kadar dikkate alınmıyor. Bu görmezden gelmenin, sözde demokratik yönetim biçimleriyle yönetilen Batı ülkelerinde gerçekleştiğini belirtmek isterim.
Kadın cinayetleriyle ilgili istatistikleri incelemek, yalnızca nekropolitika hakkında değil, aynı zamanda hükümet ve cinsiyet farklılığı arasındaki ilişki, toplumdaki saldırganlık, terör ve cinselliğin yönetimi hakkında da bazı çıkarımlar yapmamızı sağlıyor. Her şeyden önce: 2020 yılında Dünya üzerinde "kadın" olarak tanımlanan bir vücut olmak, yüksek riskli bir politik pozisyondur diyebiliriz. Özellikle anatomik pozisyon değil, "politik pozisyondur" diyorum çünkü ampirik olarak konuşursak, erkekler ve kadınlar arasında önemli bir fark oluşturmaya izin veren anatomik hiçbir şeyin konuyla ilgisi yoktur. Alnına çizilen bir XX kromozom haritasıyla etrafta dolaştığı için saldırıya uğrayan veya saldırının gerçekleşmesi için bir ön koşul olarak rahim muayenesi isteyen erkek şovenizmi eylemlerine maruz kalan herhangi bir kadın bilmiyorum.
Kadınlar, hetero-ataerkil erkeğe karşı kültürel olarak ikincil bir siyasi konuma yerleştirildikleri için şiddetin nesnesi halindedir. Trans kadınlar, gayler ve vücut koreografisi veya kıyafet kodları sosyal ve politik bağlamda cinsiyet açısından kendilerinden beklenenlerle uyuşmayan kişilerin de bu şiddetin mağduru olmasının sebebi budur. Bolivyalı feminist María Galindo'nun dediği gibi; demokrasilerde değil, tüm kadınlara ve tüm heteronormatif olmayan bedenlere sistematik şiddet uygulanan "maçokrasilerde" yaşıyoruz. Görünüşe göre Bolivya, Türkiye veya Fransa gibi farklı siyasi rejimlerin uygulandığı ülkelerde bile bu durum değişmiyor.
Bu nekro-sekso-politik bağlamda, özellikle trans kadınlara karşı transfobik konumlar alan TERFlerin eleştirileri ampirik olarak hatalıdır. Trans kadınlar yalnızca şiddet unsuru değil, aynı zamanda hetero-ataerkil şiddet karşısında en savunmasız siyasi organlardan biridir. Dolayısıyla şunu unutmamak gerekir, feminist devrim ya herkesin devrimi olacak ya da hiç olmayacaktır.
Şiddet uygulayan erkekler ve şiddete maruz kalan kadınlar arasındaki ilişkiyi taraflar arasındaki kromozom farklılıklarına bağlayan düşünceden kaçınmalısınız. Eğer sadece erkek kromozomlarına sahip olmak onları şiddet uygulamaya itseydi, istatistiklerin bize söylediği gibi her gün yedi erkeğin de aynı cinsiyetten ilişkilerde partnerlerinin şiddetiyle hayatını kaybetmesi gerekirdi.
Örneğin, Fransa'daki 2016 yılı verileriyle yapılan kapsamlı bir çalışmayı ele alalım: Cinayet ve kasıtlı şiddet nedeniyle ölümle sonuçlanan yıl boyunca toplam 138 olay kaydedildi. Bu olaylarda hayatını kaybedenlerin 109’u kadın, 29’u erkekti. 29 erkeğin katilleri olan 29 kadının 17’sinin, öldürdükleri erkekler tarafından uzun süreli sistematik şiddete maruz kaldıkları tespit edildi (nefsi müdafaa). Kaydedilen 138 olaydan sadece bir tanesi gay bir çift arasında yaşandı, lezbiyen ilişkilerde ise yıl boyunca tek bir kadın öldürülmedi. Dolayısıyla kadın cinayeti figürlerinin incelenmesi amaçlı yapılan bu çalışmada; ev içi alanda kadına yönelik saldırı, istismar ve cinayetin heteroseksüel ilişkilerde gerçekleştiği sonucuna kolaylıkla varabiliyoruz. Kadın cinayetinden bahsederken bu gerçek asla dile getirilmez, ancak politik olarak belki de en önemlisidir. Heteroseksüellik; kadını, cis veya trans'ı kurban konumuna yerleştiren, güç farklılıklarını ve şiddeti erotikleştiren ölümsüz bir cinsel rejimdir. Bu yüzden, heteroseksüellik kadınlar için tehlikelidir.
Şiddet ve heteroseksüellik arasındaki bu sessiz ilişkiyi kabul etmek, politik hedeflerimizde de bir değişikliğe gitmemizi gerektiriyor. LGBTi hareketi otuz yıldır herkes için evliliği yasallaştırmaya odaklanmışken artık şiddeti meşrulaştıran evlilik kurumunu tamamen ortadan kaldırmayı hedeflemelidir. Aynı şekilde, çocuklara yönelik cinsel istismar ve şiddetin çoğunun heteroseksüel aile içinde gerçekleştiğinin kabulü üzerinden aynı cinsten ebeveynler tarafından çocuk sahiplenmenin yasallaştırılması talebinden ziyade artık, bir sosyal yeniden üretim kurumu olarak ailenin ortadan kaldırılması talebinde bulunulmalıdır. Evlenmemize gerek yok. Ataerkil aileler kurmamıza gerek yok. Tek eşliliğin, genetik soyun ve hetero-ataerkil ailenin ötesine geçen yeni politik iş birliği biçimleri icat etmeliyiz.
Heteroseksüelliğin şiddet içeren karakteri, 1970'lerden beri birçok radikal feminist tarafından kınandı, ancak bu eleştiriler, ataerkil sistemden geçen ve feminizme de nüfuz eden lezbofobi nedeniyle çok fazla duyulamadı. Şimdi, yirminci yüzyılın sonlarında ortaya çıkan, heteroseksüel bir konuma yerleştirilmiş ama özgürlüklerini geri kazanıp politik lezbiyenliğe yöneldiklerini söyleyen ve kendilerini ‘cimarronnes (vahşiler)’ olarak tanımlayan kadınları dinleyelim: 1968'de, Ti-Grace Atkison, kendisini bir lezbiyen olarak tanımladı ve Betty Friedan'ın önderliğindeki Amerikan feminist hareketi NOW’dan ayrıldı. Atkison, evliliği, kadınların erkek zevkine boyun eğmesini dolayısıyla da kadın seks işçiliğinin kamulaştırılmasını meşrulaştıran bir kurum olarak gördüğünü söyledi. ABD’nin Village Voice gazetesi köşe yazarlarından Jill Johnston ise, yazılarında eşcinsel olduğunu açıklayarak bir ilke imza attı. Sıklıkla partilere ve toplantılara katılan Johnston, heteroseksüel kadınları baştan çıkartmak üzere orada olduğunu belirtti ve bunu ‘heteroseksüelliğe karşı politik bir protesto’ olarak savundu. ‘Feminizm teori, lezbiyenlik eylemdir’ sözü de bu şekilde doğdu.
Birkaç yıl sonra, romancı, filozof ve aktivist Monique Wittig, heteroseksüelliği cinsel bir pratik değil, politik bir rejim olarak tanımladı. Monique Wittig, bazı kadınların doğal olarak heteroseksüel olduğu iddiasının, erkeklerin doğal olarak şiddet uyguladığı iddiası kadar yanıltıcı olduğunu söyledi. Şair ve teorisyen Adrienne Rich için ise heteroseksüellik, cinsel bir yönelim veya seçim değil, kadınlar için politik bir zorunluluktu. Rich buna “yazılmamış kanunların heteronormativitesi” adını verdi. Şair ve feminist aktivist Audre Lorde, heteroseksüellik ve ırkçılık arasındaki ilişkiyi inceledi ve bize hegemonik kolonyal ve postkolonyal kültürlerde ikincil bedenlerin şiddet içeren erotikleştirme biçimlerini araştırmayı öğütledi. Virginia Woolf için bir kadının yazı yazmak için kendi odasına ihtiyacı varsa, Audre Lorde için, eğer kadın özgür ve güvende olmak istiyorsa, bu odaya heteroseksüel bir evde ve hatta herhangi bir ilişki içinde asla sahip olamazdı.
İlk gerillalardan elli yıl sonra, heteroseksüel kadınlar hala partnerleri, erkek arkadaşları veya eski partnerleri tarafından öldürülmeye devam ediyor. Bugün kendinizi lezbiyen olarak iddia etmenin 1960'takinden daha kolay olduğu doğru olsa da inatçı heteroseksüellik hala ölümcül. Queer ve trans aktivistleri Gayle Rubin, Pat Califia ve Kate Bornstein, heteroseksüelliğin artık cinsiyette farklılığı değil güç asimetrisini gösterdiğini söylüyor ve "heteroseksüel" ilişkilere sahip olmayı topyekûn reddetmemiz gerektiğini söylüyorlar. Aslında burada sormamız gereken şu; sözde "heteroseksüel" bir ilişki, kadın ve erkek olmadan neye benzerdi? Artık normatif heteroseksüellik içindeki kendi iktidar konumlarından eleştirel bir kimliksizleştirme sürecini başlatması gereken cis erkeklerdir. Heteroseksüelliği depatriarkalize etmeli ve sömürgelikten kurtarmalıyız.
Ekolojik politikalar için olduğu gibi cinsiyet politikaları için de aslında aynı şey geçerli: Neler olup bittiğini çok iyi biliyoruz, sorumluluğumuzu biliyoruz, ancak değişmeye hazır değiliz. Değişime karşı bu direnç, yalnızca hegemonik konumlarda bulunanlarda değil, aynı zamanda bu iktidar rejiminin sonuçlarından doğrudan en çok etkilenen ikincil organlarda da kendini gösterir. Ayrıcalıkları kaybetmekten veya sahip olduğumuz az şeyden vazgeçmekten, kendimizi sefil olanla aynı tarafta görmekten korkarız. Ama hayat, sefillerin yanındadır, ölüm ise normların. Yalnızca arzunun dönüşümü politik bir geçişi harekete geçirebilir. Söylediklerimin kitleler arasında anında bir coşku yaratmadığını biliyorum, ancak bir gün ataerkilliğin nekropolitan mirasının sonuçlarıyla toplu olarak yüzleşeceğimizi hayal ediyorum. Yalnızca heteroseksüelliğin depatriarkalizasyonu, iktidar konumlarının yeniden dağılımına izin verecektir. Ve ilişkilerin heteroseksüelizasyonunu ortadan kaldırmak yalnızca kadınların değil, aynı zamanda ve paradoksal olarak erkeklerin de özgürleşmesini mümkün kılacaktır. Bu gerçekleşene kadar her kadının bir silahı olmalıdır. Silahtan kastım bir kitap, bir şiir, bir papağan, bir siborg farketmez… Onu nasıl kullanacağını iyi öğrenmelidir. Kaybedecek zamanımız yok. Devrim çoktan başladı.
*Bu metin, aktivist yazar Paul B. PRECIADO tarafından 25 Kasım 2019'da İspanyol El Pais gazetesinde yayımlanan köşe yazısının uyarlaması olarak 30 Kasım 2020 tarihinde Fransız mediapart internet gazetesinde tekrar yayımlanmıştır. Yazıldığı tarihte İspanyol basınında tartışmalara yol açmış ve El Pais gazetesi tarafından yazıyla ilgili sansüre gidilmiştir.
Onur Bütün yazdı | Kadınlığın bir özne olarak yeniden kurulumu
"Öğretilmiş utançlarından arınıyorlar. Utanç duygusunun yarattığı kırılganlıkla cebelleşiyorlar. Ve belki de en önemlisi korkuyorlar tüm düzeni alaşağı etmekten… Kendi yıkıcılıklarından… İşin doğasına uygun olan yıkıcılık erkeğe aitken kadının üstlendiği bu rol; onun yeni hayatının da başlangıcı oluyor. Yaşamın her evresinde kadınlar kendilerini yeniden kuruyorlar ve yenilgilerden kabullere uzanan bu yolculuktan güçlenerek çıkmayı deniyorlar."
14-01-2021 00:29

Onur Bütün
Geçtiğimiz hafta sonu üç kadın arkadaşımla zoom üzerinden kahkahalı, durmalı-düşünmeli bir sohbet yaptık. Benim dışımdaki kadınlar, kadın dayanışma kurumlarında çalışan, feminist psikoloji/psikoterapi üzerine düşünen kadınlardı. Bir sonraki buluşmamızda da kentli, eğitimli, entelektüel ve politik erkeklerin uyguladığı psikolojik taciz üzerine konuşmaya karar verdik. Bu yazı o sohbetler dizisine bir giriş yazısı olarak da okunabilir.
Fiziksel şiddetin her türü üzerine toplumsal farkındalığın yüksek olduğu, psikolojik tacizinse görünmezliği ya da fark edilemezliğine vurgu yapan yazılar/çalışmalar okuyoruz. Bu iki önermenin her zaman geçerli olmadığını bildiğimiz örnekler var. Şiddet üzerine düşünmek neredeyse bir ömür boyu sürecek didinme haline benziyor; toplumsal cinsiyet eşitliği, kültür, ekonomi, eğitim, geleneksel yapı gibi pek çok parametreyle cebelleşerek…
Şiddete maruz kalan kadınlar üzerine tartışırken temel sorulardan birini psikolog arkadaşlarım şöyle ifade ediyorlardı;
“Şiddetin içinde kalan bir kadın olarak, ben nasıl bir özneyim?”
Her türden şiddete maruz kalan kadınların aile ve geleneksel yapı içinde ekonomik, toplumsal nedenlerle mecburen durduklarını biliyoruz. Ayakta kalabilmek için destekleyici hukuksal, kurumsal hizmetler son derece sorunlu, kadınlar için geriye kalan hakikaten sadece dayanışma ve birbirini güçlendirme. Dolayısıyla şiddete maruz kalan kadının kendini yeniden kurması, geçmişini sağlıklı bir biçimde yorumlaması ve geleceğini de yaratması gerekiyor.
Şengül Can’ın Devamsız adlı öykü kitabındaki Bahçede öyküsünde kadın karakter bu bağlamda yeniden özne kurulumunu ruhsal aygıtın git-gelleriyle şöyle anlatır;
“Telefonum çalmış gibi baktım. “Sonra ararım,” dedim, annemdir.
Ben bir geçmiş seçmiştim. Onu oynuyordum. Böylesi daha güzeldi. Bu beni diğerlerine yaklaştırıyordu. Dışarıdan baktığında anlaşılmıyordu. Zaman zaman ben gerçekten o oluyordum. Hem Bedia’ya yalan söylemek hoşuma gidiyordu. Böylece her gün anlatacak bir şeyler çıkıyordu. Hasta babam, hastanelerde uğraşan annem, özlediğim kardeşlerim. Bakışlarımı ve duruşumu da bazen o anlattığım kadına benzetiyordum. Birini arayınca nasıl bakardım, nasıl dururdum. Sonra Bedia’ya benzemek istiyordum. Çocuklarım olsa üniversitede okuttuğum. Ben de dul olsam onun yaşlarında. Sigaram, tavuklarım, bahçem, kocamdan kalan emekli maaşım, bir de çıplak ayaklarım olsa. Dursam. Sonra yürüsem. Gülsem. Bir müzik sesine oynasam. Kahkahalarım dışarıdan duyulsa. Ondan mı istiyorum kendime onun gözleriyle bakmayı. Yalanlarım da dâhil beni çoğaltıyordu Bedia.”1
Anne baba evinden ayrılmak, boşanmak, sevgiliyi terk etmek, ilişkiyi sonlandırmanın sorumluluğunu almak, iş bulmak, çocuk veya yaşlı bakım emeği harcamak, şehir değiştirmek, aile-akraba ilişkilerini yeniden düzenlemek, sınırlar koymak veya bazı sınırları esnetmek, kadınların kendilerini yeniden doğururken yaşadıkları sancıları betimliyor. Bu sancılar metaforik olarak suçluluk duygusu ve utanç gibi duyguları da temsil ediyorlar. Eril tahakkümden kaynaklanan nedenleri aramak yerine, kadın öznenin kendine döndüğü, kendi ruhsalllığı üzerine kapaklandığı bu duygular psikolojik tacize katlanmanın nedenlerini oluşturuyor. Üstelik bu katlanma hali kadınların erkeği değiştirip, dönüştürebileceği düşüncesini de dayanabiliyor. Oysaki kadınlar; erkek egemenliğinin nimetlerine alışkın bir erkeğin psikolojik tacizinin yarattığı değersizleştirme pratiklerini kontrol etmekten sorumlu da değiller.
Terapi odalarında konuşarak kendini onarmaya arzulu kadınların önemli yanılgılarından biri bu… Suçluluk duygusunun eşlik ettiği bir içe dönmeyle birlikte “psikolojik tacizi kontrol edebilirim” fikri, kadınları kendilik hallerinde çözülmeye itiyor. Kadınla ilgili bir şey çöküyor orada… Yanında yöresinde öyle bir erkeğin olmadığını görmek, o olmayan erkeğin yasını tutmak, o adama atfettiği değerlerin çöktüğünü kabullenmek… Çünkü o değerler benim (kadının) zihninde varlar. Hayal etmişim o adamla yaşlanmayı, çocuk yapmayı, yürümeyi, sohbet etmeyi… Demek kendiliğimin de yasını tutuyorum bir yandan psikolojik tacize maruz kalıp mücadele ettiğimde. Beklediklerim, beklentilerim gerçekleşmeyecek çünkü… Erkeği değiştirebileceğimi umarken, onun şiddeti üzerinde kontrolüm olmadığını fark ediyorum.
Peki, bu yordamdan çıktığında kadınlar ne yapıyorlar?
Öğretilmiş utançlarından arınıyorlar. Utanç duygusunun yarattığı kırılganlıkla cebelleşiyorlar. Ve belki de en önemlisi korkuyorlar tüm düzeni alaşağı etmekten… Kendi yıkıcılıklarından… İşin doğasına uygun olan yıkıcılık erkeğe aitken kadının üstlendiği bu rol; onun yeni hayatının da başlangıcı oluyor. Yaşamın her evresinde kadınlar kendilerini yeniden kuruyorlar ve yenilgilerden kabullere uzanan bu yolculuktan güçlenerek çıkmayı deniyorlar.
Kadınların psikolojik tacize maruz kaldıkları her ortamda fiziksel tacizin de gerçekleşme olasılığı bulunuyor. Bu taciz veya şiddet türleri birbirinin içinden çıkma, Hegelyan bir deyişle içerip aşma pratiği olarak tezahür ediyorlar. O nedenle biri diğerine göre daha görünür, bilinir olsa da aslında hepsi benzer bir değersizleşmeye ait duyguları, düşünceleri zorunlu kılıyor, eril tahakkümün değersizleştirme pratiklerini…
1 Devamsız, Şengül Can, Can Yayınları, s: 19
İsmet Konak yazdı | Saray totalitarizmi
12-01-2021 09:01

İsmet Konak
Saray rejimi, tıpkı volan kayışı kopmuş bir araç imgesi uyandırmaktadır. Her otokratik sistemin tipik niteliği zamanla bir alüminyum gibi oksitlenmesidir. Tayyip Erdoğan'ın övgüyle dem vurduğu ve toplumu bir "ulu toyon" gibi yönettiği "cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi" artık hazine ve bütçe tarafından "metabolize" edilememektedir. Metabolize edilemeyen her madde, vücutta bir zehirlenmeye (toksitite) sebep olabilir. Kamu bütçesi, parazitleşmiş Beştepe'ye tahammül edemeyecek bir konuma ulaşmıştır. Erdoğan, emrinde 16 uçak, 268 makam aracı ve 2250 odalı sarayıyla bir "kral" gibi yaşamaktadır. Türkiye toprağı ne yazık ki Erdoğan'ın "memâlik-i şahanesine" dönmüştür. Aleviler ve Kürtlerin vergilerinden de müteşekkil bütçeden her yıl olduğu gibi bu sene "örtülü ödenek" adı altında pay alan Erdoğan yönetimi, kamusal alanda her iki kimliğe yönelik "nefretini" devam ettirmektedir.
Şeffaflık, bağımsız yargı, özgür basın ve normlar hiyerarşisi rüzgârın önünde savrulan birer saman çöpüne dönmüştür. Erdoğan idaresi artık mutlakıyetçiliğin bataklığına sürüklenmiştir. Yunan mitolojisindeki "ouroboros (kendi kuyruğunu ısıran yılan)", kokuşan saray rejimini çok açık bir şekilde temsil etmektedir. Anayasa Mahkemesi, Merkez Bankası, RTÜK ve TÜİK gibi kurumların "özerkliği" ve bağımsızlığı ayaklar altına alınmıştır. Baskıcı "sentralizasyon" politikası, artık Erdoğan'ın müzahirleri tarafından da kabul görmemektedir. Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi Bülent Arınç, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak'ın istifaları bunun en iyi örnekleridir. Kralın tahtını adeta "Serafim melekleri" suretinde koruyan Devlet Bahçeli gibi figürler de yakın zamanda "mütekait siyasetçiler müzesinde" yerini alacaktır. Pişekar ile Kavuklu'nun ortaoyunu, artık son perdesini oynamaktadır.
Beştepe, bir kibrit gibi yanarken etrafındaki her entiteyi de tutuşturmaktadır. Tüm Türkiye toplumunu tehdit eden Erdoğan yönetiminin özellikle Kürt halkının iradesine yönelik bir "gıllügiş (gizli kin)" beslediği her halinden bellidir. HDP'li Kars Belediyesi'nin maruz kaldığı "kayyım saldırısı", Beştepe'nin refleksini ve "Türk tipi" demokrasi kültürünü gözler önüne sermektedir. Anayasa'nın 127. maddesi ve Belediyeler kanunu'nun 47. maddesini gerekçe gösterip Kars valisini kayyım olarak atayan bir devlet, özünde kanun devletidir. Her türlü evrensel değerden ve demokratik işleyişten korku duyan bu sistem, "idarî vandalizme" tutsak olmuştur. İstikrar ve "huzur" adı altında Anayasa'da bazı değişiklikler yapan saray rejimi, nedense Anayasa'nın 127. maddesini "iştiyakla" muhafaza etmiş ve idarî vesayetini devam ettirmek için bu normu fütursuzca kullanmıştır. Daha da kötüsü sarayın "rikapdarlığını" yapan vali Türker Öksüz'ün belediye binası önünde kıldığı namaz ve okuduğu Fetih Suresi, tek kelimeyle sefil bir taassup örneğidir. Eğer vali, İslam'ı referans alarak yaşam sürdürmek ve "ehl-i sünnet" olmak istiyorsa öncelikle "Hucurat" suresinin 13. ayetini okumalıdır. Tamamen militanlaşan valiler, kaymakamlar, hakimler ve savcılar Maksim Gorki'nin deyimiyle ülkeyi "kör solucanlar gibi kaynaştıkları karanlık bir çukura" çevirdiler.
Erdoğan'ın sarayı, tıpkı pandoranın kutusunu andırmaktadır. Kürt halkına "kötülük" ve "mutsuzluk" yaymaktan zevk alan bir kutu gibidir. Van'ın Çatak ilçesinde Türk askeri tarafından işkence edilerek ve helikopterden atılarak öldürülen Servet Turgut, saray yönetiminin Kürt sorunu karşısındaki tutumunu yeterince yansıtmaktadır. Kemalistler, şovenizm nöbetini İslamcılara bırakmışlardır. Neyzen Tevfik'in dizelerinde geçtiği gibi "türkü aynı türkü, sazlarda tel değişti".
Roboski, Sur ve Cizre olaylarında saray yönetiminin gösterdiği "statükocu" yaklaşım, en son Kurmancca tiyatro oyunu Bêrû'nun (Yüzsüz) yasaklanmasında da tezahür etmiştir. Aslında İtalyan oyun yazarı Dario Fo'nun "Yüzsüz: Klakson, Borazan ve Bırtlar" adlı eseri Kurmancca'ya uyarlanmıştır. Temelde iktidar, sermaye ve kitle arasındaki "rabıtayı" konu etmektedir. Lakin sarayın "mutripliğini" yapan yargı organları tarafından "kamu düzenini" bozduğu gerekçesiyle yasaklanmıştır. Ortada kamu düzeni yoktur, sarayın düzenbazlığı vardır.
Ulus-devletler, özünde savaş ve fetih üzerine bina edilmiştir. Rıza yerine "husumet" üretirler. Egemenliğin yolu, kutuplaştırmaktan geçer. Bir "retrograd" olmaktan büyük mutluluk duyan Erdoğan'ın muktedir olma şifresi de Kürt düşmanlığıdır. "Lale" devrinde düz ovada siyaset yapma teranesini terennüm eden saray rejimi, "ifsat" devrinde düz ovada siyaset yapanları birer birer kodese atmıştır. Ne kadar dahice bir strateji ama! Suyu kurut, balığı yakala.
Lakin her gecenin vardır bir sabahı, geceler "tulû-i haşre" kadar devam etmez. Fransa, Cezayir'in uzun soluklu özgürlük savaşı (1830-1962) karşısında nasıl boyun eğmek zorunda kaldıysa, Türk egemen sınıfının da Kürtlerin özgürlüğü karşısında çaresiz kalacağı günler yakındır. Patolojik bir hâl alan saray, "israf, despotizm ve şovenizmin" timsali olarak zihinlerde yer edinecektir.
Av. Onur Güneş yazdı | Tanıdık hukuku
04-01-2021 08:46

Av. Onur Güneş
Hukuk Fakültesi 1. sınıf öğrencilerinin “Hukuk Başlangıcı” derslerinde ilk duydukları kavramlardan biri normlar (kurallar), hiyerarşisidir. Normlar hiyerarşisi, hukuk düzenini bir piramit haline sokar ve hukuk normlarının birbirilerine karşı ast-üst ilişkisini ortaya çıkartır. Her norm, gücünü bir üstündekinden alır ve kendini buna göre düzenler.
Kısaca bizdeki normlar hiyerarşisine göre piramidin en üstende Anayasa vardır. Ardından ise milletler arası sözleşmeler, kanunlar, tüzükler, yönetmelikler ve diğer düzenleyici işlemler (genelgeler, tebliğler) olarak aşağı doğru ilerler.
Çok sık kullandığımız ve duyduğumuzda bize güven veren bir kavramdır normlar hiyerarşisi. Çünkü kendisine gönderilen bir genelge sebebiyle hukuka aykırı işlem tesis etmeye çalışan bir kamu kurumu personeline, işlemin hukuka aykırı olduğunu bir yönetmelik veya kanun maddesi ile ispat ettiğinizde bu tavrından vazgeçeceğine, hukuka uygun işlem yapacağına inanırsınız. En azından teoride durum böyledir.
Tabii kavramın kendisinin güven vermesi ile uygulamadaki karşılığı arasında bazı ülkelerde açı vardır. Açı ne kadar genişse ülke o kadar büyük bir kaos cumhuriyeti demektir.
Memurlar kendisine en yakın (en hızlı sonuç doğurabilecek) normları hayata geçirmek konusunda daha heveslidir. Kanundansa tüzük, yönetmeliktense genelge, hatta Anayasa'dansa amirinin emrini uygulamayı daha çok tercih ederler. Çünkü tehlike en yakın nereden gelebilecek durumdaysa onu savuşturmayı isterler. Amirin emrine itaatsizlik yapmaktansa, bile isteye kanuna hatta Anayasa'ya aykırı işlem tesis etmeyi daha zararsız görürler.
Devletin yöneticileri de aslında bu durumu körükler. Kim uğraşacak Anayasa değişikliği ile kanun düzenlemesi ile… Ver emri yukardan, sıkıysa yapmasınlar.
Her devlet memuru bu emirlere dayanamaz. Üzerindeki baskıyı kiminin gözünden anlarsınız. O durumda bazen siz de “ne yapsın emir kulu” düşüncesine kapılırsınız. Ama kimi de hukuka aykırı işlemden zevk alır. “Beğenmiyorsan git şikayet et” sözü en yaygın zevk alma biçimidir. Bilerek hukuka aykırı karar vermek, haksız gözaltı-tutuklama yapmak, çıplak arama yapmak, işkence etmek de sıkça karşılaşabileceğiniz zevk alma halleri arasındadır.
Kavga etmek de tekil olarak bir yere kadar sizi ilerletir. Tek başınıza koca mekanizmalarla her seferinde kavga etmekten yorulur, yaptığınız işten, yaşadığınız ülkeden tiksinme noktasına gelirsiniz.
İşte o anda bir karar vermek zorundasınızdır. Eğer kökten çözümlere sırtınızı çeviriyorsanız, ya tası tarağı toplayıp memleketi terk edeceksiniz ya da onların hukuk düzenine ayak uyduracaksınız. Elinizdeki normlar hiyerarşisi üçgeni ile Anayasa ve temel kanunlar kitabınızı bir köşeye kaldırıp hiç olmamışlar gibi davranacaksınız.
Çünkü onların hukuk düzeni “TANIDIK HUKUKU”dur. Tanıdık hukuku devlet mekanizması ile olan işlemlerinizi inanamayacağınız derecede kolaylaştıracak, kapısından geçemeyeceğiniz memurların odasında bacak bacak üstüne atıp çay-kahve içmenizi sağlayacak bir hukuk dalıdır. Kökleri eskilere dayansa da ülkemizde bugünü ve görünen o ki geleceği en parlak olan tek ve yegane hukuk dalı da ''tanıdık hukuku''dur.
Ben kendi alanım olması sebebiyle yalnızca “tanıdık hukukunu” anlatabilirim. Ancak herkes kendi yaptığı işe bu durumu uyarlayarak örneğin “tanıdık maliyesi”, “tanıdık akademisi” gibi kavramları kullanıma sokabilir.
“Tanıdık hukuku”nda yapmanız gereken tek şey her kademede güçlü veya güçsüz tanışlar bulmaktır. Kimseyi küçümsememek gerekir, bir mübaşir tanımak, hayatta size 5-6 saat kazandırabilir. Yargıtay’da tanıdık varsa dosyanızın lehinize bozulma ihtimali, savcılıkta tanıdık varsa çabucak tahliye olma ihtimali, mahkeme kaleminde tanıdık varsa normal şartlar altında yapamayacağınız sorguları yaptırma ihtimali, icra müdürlüğünde tanıdık varsa icra memurunun masasına oturup onun sistemini bizzat oymuşçasına kullanarak sonsuz bir özgüven ile işlem yapma ihtimali belirecek/kuvvetlenecektir.
Artık oturup senelerce dirsek çürütmenin, duruşmalarda “boş boş” konuşmanın, savcı kapılarında sürünmenin, bir ödeme emrinin tebliği için icra memuruna şirinleşmenin gereği kalmamıştır. Enerjiyi doğru yere harcamak ve tanıdık hukukunun ruhunu kavramak tüm sorunlarınızın çözüm anahtarıdır.
ÇEVİRİ | Hollanda’da saatlik asgari ücret mücadelesi: 14 İçin
Kampanya Hollanda’da artmakta olan eşitsizliğe de dikkat çekiyor ve zenginliğin daha adil dağılımını talep ediyor. Bu elzem çünkü en zengin yüzde 10, bütün zenginliğin üçte ikisine sahip durumda. Bu eşitsizlik ayrıca birkaç CEO’nun sadece birkaç günlük kazancının asgari ücretlinin bir senelik kazancına eşit olmasından da gözlemlenebiliyor.
02-01-2021 01:33

Pankart: Zenginler daha çok zengin oluyor, refahın daha eşit dağılması gerekiyor.
FNV [Hollanda İşçi Sendikaları Federasyonu] 14 Nisan 2019’da “14 İçin” (“Voor 14”) kampanyasını başlattı. Kampanyanın amacı [saatlik] asgari ücretin 14 euro olması. Daha yüksek bir asgari ücret, emekli maaşı gibi birçok kazancın da artmasını sağlayacak. Daha yüksek bir asgari ücret ayrıca hali hazırda 14 euro civarında kazanan insanlar için de daha iyi bir pazarlık payı sunacak. Dolayısıyla bu kampanya, maaşlı bir işi olsun olmasın, bütün çalışan sınıfının menfaatini barındırıyor.
SERMAYENİN HÜKMÜ
Kampanya Hollanda’da artmakta olan eşitsizliğe de dikkat çekiyor ve zenginliğin daha adil dağılımını talep ediyor. Bu elzem çünkü en zengin yüzde 10, bütün zenginliğin üçte ikisine sahip durumda. Bu eşitsizlik ayrıca birkaç CEO’nun sadece birkaç günlük kazancının asgari ücretlinin bir senelik kazancına eşit olmasından da gözlemlenebiliyor.
Koronavirüs ve ekonomik krizle birlikte son yıllarda devasa kârlar kazanmış en büyük firmaların, hükümetten de ilk destek görenler olduğunu görüyoruz. En kötüsü ise hükümetin onlara kulak vermesi ve vergi ödeyen milyonlarca insanın parasıyla onlara destek vermesi!
FNV’nin haklı biçimde söylediği gibi: Hollanda’da büyük sermaye hüküm sürüyor. Muhtelif birçok siyasi parti sadece o sermayenin menfaatlerine kulak veriyor. Sermaye aynı zamanda şu bilindik argümanı beraberinde getiriyor: Yüksek maaşlar iş kayıplarına yol açar. Sermayedarların daha yüksek bir asgari ücret istememesi doğal çünkü daha yüksek maaş, daha az kâr demektir ve sermayenin tek amacı olabildiğince çok kâr etmektir.
Hollanda işçi sınıfının durumu onlarca yıldır kötüye gidiyor ve FNV’nin müzakere kültürünün de bunda payı oldu. Güncel olarak sendika [FNV] muntazaman işçi sınıfının menfaatlerini savunan savaşımcı bir organizasyon değil, daha ziyade önderliğinin sıklıkla sermayeye tavizler verdiği bir sendika. Bu durum, işçi sınıfından birçok insanın ve özellikle gençlerin sendikayı yararlı bulmamasına katkıda bulunuyor. “14 İçin” kampanyası ve FNV’nin birçok başka (grev) eylemi sendikanın hala mücadeleci olabileceğini gösteriyor. Biz komünistlerin içtenlikle takdir ettiği bir husus. Sadece mücadeleci bir işçi sınıfı eşitsizliğe ve gittikçe kötüleşen durumuna karşı koyabilir.
IRKÇILIĞA VE CİNSİYETÇİLİĞE KARŞI MÜCADELE
Ayrıca kampanyanın kadın mücadelesine desteği ve ırkçılık karşıtı mücadele vurgusunu da takdir ediyoruz. İşçi sınıfının ortak çıkarları olduğunu; cinsiyetçilik ve ırkçılığın ise bu ortak işçi sınıfı çıkarlarına zarar verdiğini anlaması önemli. İlginçtir ki kampanya Güney Rotterdam’ın Arikaanderwijk [mahallesinde] başlangıç aldı. Batılı olmayan birçok göçmenin yaşadığı ve hala yaşamakta olduğu, fakir bir mahalle. Ayrıca 1972’de Hollanda’nın ırsi birçok kargaşasının baş verdiği mahalle. Sebebi, emekli bir Türkiyelinin, Türk göçmen işçileri yerleştirmek için Hollandalı bir kadın kiracısını evden çıkarmasıydı. Temel problem aslında bütün işçi sınıfı için ödeyebilecekleri fiyatta yeterince konut olmamasıydı. Hollandalı işçiler çoğunlukla Türkiyeli işçilere karşı mücadele ettiler ve bu nedenle sınıfın asıl düşmanına karşı mücadele verilmedi. Ödeyebilecekleri fiyatta konut ihtiyaçlarını sağlamanın onun için yeterince kârlı olmadığı, sınıfın asıl düşmanı…
Afrikaanderwijk [mahallesinde] birçok sokak ismi Güney Afrika’daki aparthayd (ırk ayrımı) kurucularına ve uygulayıcılarına atfedilmiş durumda. Hal böyleyken, suçları, kahramanlıkmış gibi yüceltilmiş oluyor. Irkçılığı anlamak ve ona karşı mücadele etmek ise, sınıf mücadelesinin işçi sınıfı adına kazanılması için elzem. Zwarte Piet'in ırkçılık olduğunu açıkça söyleyen Voor 14 aktivistlerini ihraç etmesi, FNV önderliğinin henüz ırkçılıkla tutarlı olarak mücadele etmediğini gösteriyor.
Çevirmenin Notu: “Voor14” kampanyasının Rotterdam kolu bu sene Zwarte Piet’i resmi olarak protesto etmiştir ancak sendikanın geneli sessizliğini korumaktadır.
MÜCADELECİ BİR İŞÇİ SINIFI İÇİN
Hollanda kapitalist olduğu sürece, parlementodaki partiler -sol ya da sağ farketmez- sermayeye hizmet edeceklerdir. Marx’ın da belirttiği gibi, işçi sınıfı her dört senede bir ancak kendilerine kimin zulmedeceğini seçebilmektedir. Çünkü üretim araçlarının özel mülkiyeti anayasa tarafından korunmaktadır. Ofisleri, hammaddeyi, fabrikaları ve makinaları (üretim araçlarını) ellerinde tutarak sermayedarlar diğer insanları çalıştırabilmekte ve işçilerin ürettiği her şeye el koyabilmektedirler. Maaşlar, elde edilen kârın sadece küçük bir kırıntısıdır. İşçi sınıfının sorunlarını çözmek için bu temel anlayış gerekmektedir. Bu nedenledir ki siyasi partilere odaklanılması kampanyanın büyük bir problemi halindedir. Özellikle politik spektrumun sol tarafındaki partiler “14 İçin” kampanyasına sempati ile bakmaktadır ancak bu eğer bir koalisyon hükümeti içerisine olma fırsatı verilse yapabilecekleri konusunda hiçbir şey ifade etmemektedir.
Partilerin çoğunluğunun asgari ücret zamını seçim programlarına eklemeleri, böylece ümit ederek sonraki bir hükümetin gerçekten de asgari ücrete zam yapması, durulması gereken nokta olmamalıdır. Hayır, asıl nokta işçi sınıfının öyle güçlü olmasıdır ki, öyle çok mücadele vermesi ve öyle çok patronu [saatlik] 14 euro vermeye zorlamasıdır ki yeni hükümetin asgari ücreti artırmak dışında başka hiçbir seçeneği olmasın.
FNV ayrıca [Hristiyan demokratik parti] CDA ve [sosyal liberal parti] D66’ya da gitti ve diğer partilere onların da çoğunluk destekçilerinin daha yüksek bir asgari ücretten yana olduğunu göstermek istedi. Kulağa şaşırtıcı geliyor ama bu aslında çok doğal. Bütün Hollandalı işçi sınıfı ortak çıkarlara sahip ve farklı siyasi partiler sadece işçi sınıfının bir seçim şansı varmış gibi gösteren ilüzyonu yaratıyor. Eğer sendika siyasi sahneden inmeye cesaret eder, gerçekten savaşır ve bir güç oluşturursa, o zaman tam olarak bu -siyasi eğilim ne olursa olsun bir işçi olarak aynı menfaatlere sahip olunduğu- sendika hareketinin zaferlerinin sarsılmaz temeli olacaktır.
Gittikçe daha fazla organizasyon “14 İçin” kampanyasına destek veriyor ve birçok sokak eylemi gerçekleşiyor. Bir tebeşir eylemi, [Süpermarket zinciri Albert Heijn] AH bir fotoğrafı 14 euroluk asgari ücret talebini silecek şekilde montajladıktan sonra viral oldu. Bu, çalışanlarına çok değer verdiğini iddia eden, ama hala daha yüksek ücret ödemeyen, süpermarket patronlarının riyakarlığını gösteriyor. Bir kez daha bize, işçilerin çıkarları için organize olmasının önemini ve sermayedarların kendiliğinden daha iyi olacaklarının umulmaması gerektiğini gösteriyor. FNV’nin sürekli tekrar eden ve ahlak dersi veren üslubu işçilerin bir mücadele ortaya koyması gerektiğini açıkça ifade edemiyor. Kampanyanın gelecek periyodu için bu büyük bir engel teşkil ediyor, çünkü desteğini ifade etmek ve online kampanya imzalamak elbette yeterli değil.
Mücadele tek yoldur ve mücadele sonuç verir. Bu nedenle CJB 14 euro asgari ücret talebine destek veriyor ve bunu hayata geçirmek için mücadele veriyor.
Hollanda Komünist Gençlik Hareketi CJB’nin resmi sitesi vorwaarts.net’teki 9 Haziran 2020 tarihli yazısından çevrilmiştir.
Çevirmenin Notu: Türkiye İşçi Partisi Hollanda birimi de Temmuz 2020’den beri “14 İçin” hareketine Rotterdam kolunda aktif ve fiziki olarak destek vermektedir.
ÇEVİRİ | REM uykusu yeme davranışlarını etkiliyor
Biz uyuruz ve beynimiz yoğun bir şekilde çalışır: REM uykusunun belirgin olarak yeme davranışlarımızla bir ilgisi olduğu, fareler üzerinde yapılan çalışmaların sonuçlarıyla daha açık hale geliyor. Bu uyku evresinde besin alımını kalıcı olarak etkileyen sinir hücreleri aktif hale gelir. Bu işlev yapay olarak bastırıldığında, kemirgenlerin iştahına zarar verir. Araştırmacılar kesin bağlantıların henüz kanıtlanmak zorunda olduğunu, ancak bu keşfin yeme bozuklukları ve bağımlılık davranışları araştırmalarında önemli olabileceğini söylüyorlar.
28-12-2020 08:58

Çeviri: Umut Döner
Uyku olmadan olmaz, ancak uykunun hangi işlevleri ve önemi olduğu hala tam olarak anlaşılabilmiş değildir. Uyurken çeşitli yollarla dinlenme hissine katkıda bulunan farklı evrelerden geçeriz. Diğer evrelerin yanında, araştırmanın odağında, gözler kapalı biçimde yapılan hızlı göz hareketleri ile karakterize edilen uyku evresi duruyor. Bu REM (Rapid-Eye-Movement) adı verilen uyku evresi insanların uyku süresinin yüzde 25’ine tekabül ediyor. REM uykusu farelerde görüldüğü gibi hayvanlar için de geçerli olan bir uyku unsurudur. Bu uyku sadece hareketli rüyalarla bağlantılı değildir, aynı zamanda duyguların düzenlenmesi ve farklı bilişsel kabiliyetlerle de alakalıdır.
ARAŞTIRMACILARIN HEDEFİNDE ÖZEL BİR UYKU EVRESİ
Araştırmalardan bilindiği üzere REM uykusu sırasında farklı beyin bölgeleri yoğun şekilde çalışır. Bu elektriksel aktivitenin neye yaradığı şimdiye kadar geniş ölçüde belirsiz kalmıştır. Bern Üniversitesi’nden Lukas Oesch önderliğindeki araştırmacıların ortaya koyduğu gibi, lateral Hipotalamusun(1) da REM uykusunda artan aktiviteye sahip olduğu görüldü. Burada söz konusu olan tüm memeli hayvanların ara beyinlerinde mevcut olan bir yapıdır. Bu bölgedeki beyin hücrelerinin, insanlar uyanıkken iştahın düzenlenmesi ve besin alımında rol oynadığı, ayrıca motivasyonda ve bağımlılık davranışlarında önem sahibi olduğu bilinmektedir. Böylece beynin bu bölgesinin fonksiyonu ve REM uykusu arasında olası bir bağlantı belirmiştir. Araştırmacılar çalışmalarının çerçevesinde bu bağlantı izini fareler üzerindeki araştırmaları vasıtasıyla takip ettiler.
Bunun için deney hayvanlarının lateral hipotalamusundaki sinir hücrelerinin örnek aktivitelerini beyin çalışmalarının modern metotlarıyla saptadılar. Böylece öncelikle hayvanların, REM uykuları ile uyanık oldukları sıradaki yeme alışkanlıkları arasındaki olası bağlantıyı temellendirebildiler: Uyanıklık esnasında besin alımı için sinyal veren nöronların belirli aktivite kalıplarını keşfettiler. Bunlar aynı zamanda REM uykusu esnasında da sahneye çıkan nöronlardı.
MANİPÜLASYON İŞTAHSIZ HALE GETİRİYOR
Araştırmacılar, sonradan belirebilecek olası etkileri araştırabilmek için optogenetik(2) yöntemini kullandılar. Optogenetik, belirli fare genlerinde sinir hücrelerinin aktivitelerini, ışık atımları ile etkilemeyi mümkün kılar. Araştırmacılar denemelerinde, lateral hipotalamustaki daha önceden gözlemlenmiş sinir hücrelerinin nöronsal faaliyetlerini REM uykusunda kasıtlı olarak ekarte ettiler. Bir başka deyişle, fareler doğal uykularında REM uykusunun bu yönünden yoksun kaldılar. Ardından araştırmacılar bu manipülasyonun deney hayvanlarının davranışlarına ne ölçüde etki ettiğini analiz ettiler.
Araştırmacıların bildirdiği gibi, sinyallerin ekarte edilmesi, uyanık haldeki farelerin yeme aktivitesi kalıplarının değişmesine ve daha az besin almalarına yol açtı. Lukas Oesch, “lateral hipotalamustaki müdahalemizin uzun süreli etkisi ve gücünün yanında farelerin davranışlarını bu kadar etkilemesi bizi şaşırttı. Aktivite kalıplarının değişimi henüz dört gün sonra saptanabilir vaziyettteydi” diyor. Araştırmacılar ise, “Bu araştırmalar böylece, rem uykusunda besin alımının hipotalamik tasvirinin stabilize edildiğini ve öte yandan gelecekteki yeme davranışlarının etkilendiğini göstermektedir” diye yazıyorlar.
Bu sonuçlar doğrudan bir sürece veya doğrudan iştahı etkileme imkanına çevrilememektedir. Ancak araştırmacılar köklü bir potansiyel ortaya çıktığını söylüyor: REM uykusunda hücrelerin aktivitesi ve yeme davranışı arasında keşfedilen ilişki, yeme bozuklukluklarına yönelik yeni terapi yaklaşımlarında işe yarayabilir. Ek olarak bağımlılık davranışları ve motivasyon araştırmalarında da önem sahibi olabilir. “Ancak bu tam sinir devrelerine, uyku evresine ve hala incelenmesi gereken diğer faktörlere bağlıdır” diyor çalışmanın kıdemli yazarı, Bern Üniversitesi’nden Antonie Adamantidis.
(1)Çevirenin Notu: Beyinde yeme düzenlemesi ile ilgili olan bölge.
(2) Çevirenin Notu: Bu yöntemde genleriyle oynanmış hücrelerin davranışları ışık ile kontrol edilmektedir.
Kaynak Site: wissenschaft.de
Link: https://www.wissenschaft.de/gesellschaft-psychologie/rem-schlaf-praegt-essverhalten/