Bir mutabakat metni ve solun üzerine düşen anayasa tartışması
"(...) TİP’in sözü çok daha etkili olma potansiyeline sahip. Emekçilerin sesinin sosyalist anayasal taleplerle dile getirilmesi bu noktada kurucu bir role sahip olacaktır."
Tayfun Sarsılmaz
Ukrayna’daki savaş durumunun yarattığı küresel kriz atmosferi Türkiye gündemini meşgul etmeye devam ederken tali kalmış bir konu olarak hızlıca üstünden geçilmiş olsa dahi Millet İttifakı’nın 28 Şubat’ta açıkladığı parlamenter sistem mutabakat metnine dair birkaç cümle etmek gerektiği kanaatindeyim.
Açıkçası metnin içeriğine dair bir şey söylemek gibi bir arzum yok. Zira Türkiye toplumunun geniş kesimlerini siyasetsizliğe iten söylemi üreten, demokrasiyi ve halkın siyasete katılımını sandığa endeksleyen düşünceyi tahkim eden siyasi anlayışın tutum belgesi bu. Ukrayna krizi nedeniyle gölgelenmesinin haricinde bu ittifakın söylediklerinin toplum nezdinde bir heyecan yaratmaması da mutabakat metninin açıklanmasını tali konuma itmiş olabilir dolayısıyla. Yine de mutabakat metni, Türkiye’nin geleceğinde söz sahibi olma iddiasında olan bir seçim ittifakının tutum belgesi ve kapitalist rehabilitasyonun(1) anayasa taslağı olması açısından anlamlı. Bu durum, içeriğinden bağımsız olarak Türkiye’de her daim halkın sözünü güçlendirmek için mücadele veren sosyalistlere bazı görevler yüklüyor.
Mutabakatı imzalayan altı partinin kurduğu masanın “rehabilitasyon masası” olması nedeniyle Türkiye solunun bileşenlerinin masaya davet edilmemesi solun derdini iyi anlattığını gösteriyor. Sol, böyle bir rehabilitasyon sürecinde yer almayacaktır. İlan edilen tutum belgesinde şeffaflık ve siyasi katılım gibi ilkeler yer almasına karşın metnin oluşum sürecinde mutabakatta adı geçmeyen siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşlarıyla herhangi bir müzakere yapılıp yapılmadığına dair bir ibare yer almıyor. İçeriğinde örneğin Kürt sorununa yönelik olarak, isim vermeden, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi haricinde hiçbir şey söylenmiyor. Kapitalist çalışma koşulları altında ezilen emekçiler hakkında herhangi bir şey söylenmemesi, arkasında durulmayan kamulaştırma-devletleştirme söyleminin bir kez daha sözünün geçirilmemesi aslında Türkiye’yi post-AKP döneminde yönetme iddiasında olan siyasi ittifakın, solun temsil ettiği kesimleri ve talepleri mutabakat metni dahilinde düşünmedikleri sonucunu çıkarmamıza neden oluyor. Tam da bu nedenle söyleyebiliriz ki, eğer Millet ittifakı bir seçim ittifakı olarak varsa ve bu mutabakat metni onların anayasa taslağıysa, Türkiye’nin üçüncü bir ittifaka ihtiyacı olduğu kadar üçüncü bir anayasa taslağına da ihtiyacı var.
Bu noktada bir özeleştiri vermemiz gerekiyor. Hukuk konusunda, soldaki ortodoks yorum, onun bir üstyapı kurumu olarak altyapı tarafından belirlendiğine ve dolayısıyla altyapıyı oluşturan üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılması halinde hukuka ihtiyacın kalmayacağı ve sonuç olarak sönümleneceği yönünde. Bu yorumun uzantısı olarak burjuvazinin bir aygıtı olarak görülen hukuka ve onun ürünleri olan anayasa ve kanun çalışmalarına belli bir mesafe mevcut. Bu mesafeyi aşmak gerektiğini düşünmekteyim. Peki neden?
Öncelikle hukuk sadece meşruiyetini burjuva devletinden alan bir “kurum” olarak sınırlanamaz. Aynı zamanda ona rengini veren ve meşruiyet sağlayan kurucu bir misyona da sahiptir. Hukuk, varlığıyla bir iktidar alanı oluşturur. Devlet içerisinde yer alan her iktidar alanı gibi hukuk alanı da çeşitli iktidar odaklarının çarpışmasına sahne olur. Hukuk alanının diğer alanlardan farkı; evrenselleştirme (ve dolayısıyla normalleştirme) işleviyle sembolik iktidara sahip olan devlete yurttaş-devlet ilişkisinde tarafsız bir konum atfedilmesini sağlayıp devlet otoritesinin meşruiyetini sağlayabilmesinde gizlidir. Bu sembolik iktidarı Pierre Bourdieu’nun cümleleriyle özetlersek: “Sembolik iktidar, gerçekliğin inşasında bilgi kuramı olarak bir kuralın yerleşmesini sağlayan bir güçtür.”(2) Devlet, bütün kurumlarıyla sembolik iktidarın, yani gerçeklik algısını belirleyen iktidarın en güçlü örneği, hukuk da onun bir aygıtı olmasının yanı sıra eş zamanlı olarak kurucusudur. Dolayısıyla sol literatürdeki tabirleri kullanırsak altyapıyı da etkileyen özgün bir üstyapı kurumudur.
Hukukun sembolik iktidar ile ilişkisi, kuralların birbirleriyle tutarlı olarak kurgulanması ve herkese eşit bir şekilde uygulanabilmesi iddiasında ortaya çıkıyor. İşte hukuk alanının evrenselleştirici bu özelliği, yapılacak değişikliklerin ve kurulan düzenin rasyonalitesinin ve meşruiyetinin hukuk ile yaratılmasına olanak sağlıyor. Bu nedenle bu alanda güçlü bir iktidar odağı olarak var olmak, oraya etki edebilmek, gerçeği şekillendirmeye cüret etmek demek oluyor. Aslında sol bunu yıllardır hukukun bir ayağında, yani başta insan hakları ve savunma mücadelesi olmak üzere mahkemeler nezdinde yapıyor, bir burjuva kurumu olan ve devletin bir baskı aygıtı olarak nitelenen mahkemelerde hak mücadelesi veriyor. Ancak aynı doğrultuda bu mücadelenin anayasal zemine de taşınması gerekiyor. Bu durumda, sistemi meşrulaştırma tuzağına düşmeden, sistem içi taleplerin sistem içi çelişkileri büyütmesi ve sonrasında sistem dışı talepler haline gelebilecek şekilde kurgulanması ve sosyalist taleplerin gerçekliğinin inşa edilmesi mümkün. Bu kısmı, yazıyı çok uzatmamak adına, daha sonra bu konu üzerine daha ayrıntılı yazmak üzere söz vererek şimdilik bitirelim.
Tarihsel TİP de 1961-1971 yılları arasındaki parlamenter tecrübesinde anayasal mücadeleye yabancı değil. Mehmet Ali Aybar 1961 Anayasası’na dair 1966 yılında yaptığı bir değerlendirmede anayasaların genellikle egemen sınıfların ideolojisini ve çıkarlarını yansıttığını, ancak 1961 Anayasası’nın türlü tarihi nedenler dolayısıyla toprak ağalarının, kapkaççıların değil, emekçi halkın çıkarlarını savunduğunu belirtir.(3) Bu görüşünün temelini 1962 yılında yaptığı başka bir konuşmasında oluşturan Aybar; üretim ilişkileri ile tabiatı değiştirirken kendilerini de değiştiren ve geliştiren üretim kuvvetleri arasında, gelişim hızları farklı olduğu için çelişkilerin ortaya çıktığını, bunun yeniden ahenkli hale getirilmesinin ise egemen sınıflar vasıtasıyla gerçekleştirildiğini, ancak o dönemde Türkiye’de egemen sınıf olan toprak ağalarının ve yabancılarla ortaklık kurmuş aracı sermayedarların artık “eskimiş” sınıflar olduklarını savunarak, 1961 Anayasası’nın üretim ilişkilerinin değiştirilmesinin önünü açtığını ve bu nedenle uygulanması için mücadele etmek gerektiğini, egemen sınıfların ise anayasayı uygulamayarak çıkmazda oluşlarını tescil ettiklerini iddia eder.(4) Bu durumda “eskimiş” egemen sınıfların üretim kuvvetleri tarafından alaşağı edilmesi ve üretim ilişkilerinin lağvedilmesi tehlikesine karşılık, egemen sınıfların, çelişkileri baskıyla ve hukuku ilgayla gidermeye çalışmasına karşı TİP, parlamenter mücadelenin ve sokak eylemlerinin yanı sıra iptal davalarında kendini bulan anayasal mücadeleyle yanıtını vermiştir. 1961-1971 arasında, anayasaya aykırılık iddiasıyla 40 iptal davası açan TİP, sosyalizmi krimanalleştiren TCK 141-142 gibi kanunlara, çalışma hayatını emekçiler aleyhine zorlaştıran ve sendikal özgürlükleri kısıtlayan düzenlemelere ve insan haklarını ihlal eden uygulamalara karşı anayasaya aykırı oldukları gerekçesiyle pek çok dava açmıştır.(5)
Bugüne geldiğimizde tarihi TİP’in attığı adımın bir adım ilerisine geçmek zorunluğundan bahsetmek zorundayız. Solun düzen siyasetine karşı reaksiyoner bir hukuk mücadelesi tecrübesinin olduğunu; bunun gerek tarihsel TİP’in parlamenter tecrübesinde, anayasal mücadelede gerekse de mahkeme salonlarında kristalleştiğini, bunun paralelinde sokak eylemlerinin yürütülen hukuk mücadelesinin önemli bir ayağı olduğunu biliyoruz. Sosyalistlerin, elde ettikleri tecrübeyle artık oyun kurma rolüne de talip olmaları gerekiyor. AKP döneminde dönüştürülen devlet, yeni bir dönüşüm sürecinin arifesinde. Bu süreçte emekçi halkın ve solun, parlamentoda yer alacak bir TİP’in sözü çok daha etkili olma potansiyeline sahip. Emekçilerin sesinin sosyalist anayasal taleplerle dile getirilmesi bu noktada kurucu bir role sahip olacaktır. Sola bu noktada, Sovyet Anayasacılığı da önemli bir kaynak oluşturmaktadır.
Ezcümle, emekçi halkın sorunlarının dahil edilmediği bir anayasa tartışmasına TİP’in bir aktör olarak hazır olmasının büyük bir önemi bulunmaktadır. Millet ittifakı bileşenleri tarafından oluşturulmaya çalışılan rehabilitasyon çizgisinin, sosyalist bir siyasetin özgül ağırlığını artırmasıyla ve alternatif üretmesiyle bükülmesi mümkündür. Anayasasızlaştırılma sürecinden geçen Türkiye’de post-AKP döneminde hegemonik aktör olabilecek kadar güçlü olmayan, ancak seçimler sonucunda iktidarı alabilecek siyasi partilerin varlığında emekçi halkın anayasasının ciddi bir potansiyeli ve karşılığı olacaktır. Önümüzdeki sorular belli. Mevcut düzen içerisinde çalışma koşullarına dair haklar başta olmak üzere çalışma hakkı gibi işçi hakları nasıl düzenlenecek? Burjuva insan haklarına karşı yaklaşım ne olacak? Mülkiyet ve miras konuları nasıl muamele edilecek? En nihayetinde sosyalist bir anayasa nasıl mümkün olacak?
Burjuvazi, devrimini yapmadan önce kurumlarını aristokrasiye dayatmayı başarmıştı. Mülkiyet anlayışını, ihtiyaç duyduğu iktisadi yapıyı ve kendi hukuk anlayışlarını yavaş yavaş düzenin içine yerleştirmişlerdi. Dünyada burjuva devrimleri başladığında aristokrasi buna karşı direnemedi, çünkü halihazırda kurumsallaşmış bir doktrin zaten iktidarın burjuvazi tarafından yönetilebilmesini sağlamıştı. Sosyalistler de, Sanayi Devrimi’nden itibaren bütün kazanımlarını hukukla perçinlediler. Ancak günümüz neoliberal formasyonunda kazanılmış haklar saldırı altında. Hukuk mücadelesini büyütmek bu nedenle, tam da Türkiye’nin eşiğinde bulunduğu değişim süreci öncesinde bir görev olarak önümüzde bulunuyor.
Yazıyı sonuçlandırmadan önce, anayasal taleplerin ve hukuk mücadelesinin reformist bulunarak eleştirilmesi ihtimaline karşılık Fırat Çoban’ın Komünist dergisinin 15. Sayısında yer alan yazısından bir alıntı yapmak isterim: “Geçmişin ‘reformist’, ‘özü’ itibariyle sosyalist olmayan talepleri, bugün bütün bir siyasetin sağa kayması sonucu düzenin kıyısında durmaktadır. Sosyalist bir hegemonya projesi doğrultusunda eğitimden sağlığa, konut politikasından sosyal hizmetlere değin sosyal politikaların sosyalist bir strateji doğrultusunda ele alınması, tüm bu talep ve mücadeleleri düzenin kıyısından düzen dışı bir hatta itebilir ve düzen dışı bir siyaseti büyütebilir.”(6) Bu doğrultuda hukuk ve anayasa çalışmaları, düzenin kıyısında duran mücadelenin düzen dışına taşındığındaki meşruiyetini sağlayacak, kazanımların garantörü olacak ve sosyalizmin gerçekliğini inşa edecek bir işlev görecektir. TİP’in dillendirdiği “Kurtuluş ve Kuruluş” paradigmasının Kuruluş ayağı ancak böyle bir anayasa tartışmasının mümkün olabilmesi ile kristalleşecektir. Erkan Baş’ın İleri Haber’de yayımlanan yazısından bir cümleyle bitirelim: “TİP sokaktaki direncini meclisle, meclisteki kavgasını sokakla bütünleştirmekte, halk adına, emekçiler adına kazandığı ne kadar mevzi varsa hepsini koruyup geliştirmekte kararlıdır."(7)
NOTLAR:
(1)Metinde “reform” olarak isimlendirilmiş. Bununla birlikte önerilerin pek çoğu 2017 öncesi parlamenter sisteminin özellikleriyle paralel. Günün sonunda yönetim biçiminde yapılacak birtakım yeniliklerin Türkiye’de kapitalizmle harmanlanmış parlamenterizmin tarihinde yeni bir dönemi değil, aksine AKP öncesi dönemin sosyal adalet söylemleriyle bezenmiş kapitalizminin yeniden hayata geçirilişini simgelediğini düşünüyorum.
(2)Bourdieu, Pierre. (1977), Sur le pouvoir symbolique, Çeviren: Dr. Kadir Yoğurtçu, Annales. Économies, Sociétés, Civilisations, Volume 32, Numéro 3.p. 405 – 411
(3)Aybar, M. A., Bağımsızlık, Demokrasi, Sosyalizm Seçmeler 1945-1967, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1968 sf.481
(4)Aybar M.A., a.g.e., sf.240-242
(5)İlgililer, bu konuda ayrıntılı bilgi için Murat Öngel’in VitaVerita e-dergisinde yayımlanan “Anayasanın Eksiksiz Tastamam Uygulaması: Türkiye İşçi Partisi’nin Anayasa Mahkemesi’nde Açtığı İptal Davaları” isimli makalesini inceleyebilir.
(6)Çoban, F., Neoliberalizmin Kıyısında: Sosyalist Siyaset, Sarkaç ve Hegemonya, Komünist, 15. Sayı sf.109
(7)https://ilerihaber.org/yazar/ucuncu-ittifak-ne-neden-nicin-nasil-kimlerle-1-133309