“Yukarı Bakma", yılgınlık ve proleter güç siyaseti

Hiçbir norma, ahlaki kurala, insani teamüle sığmayan bu tuhaf faşist siyasetin bitmeyen asabiyesi muhaliflerin çoğunu da dehşete düşürüp, hızla suskunlaştırıyor.

Selahattin Demirtaş “bir faşist kolay yetişmiyor” demiş; doğrudur diyor ve ekliyorum, faşizan rejimler de kolay kurulmuyor. Bazıları kurulsa bile istikrar bulmuyor da diyor ama faşistler için bu hiç de dert değil aslında. Kılıcın üstünde oturduklarının bilgisiyle hareket ediyorlar. Kapitalistler ve onun devletlü egemenleri adına sürdürmeyi üstlendikleri sömürü düzeninin devam etmesinin ancak, toplumun sürekli bir ölüm-kalım seferberliği içinde tutulmasıyla, talan ve zulmün, şok ve dehşetin güncellenmesiyle mümkün olduğunu bal gibi biliyorlar. Yani, neo-faşist düzenler de kolay yeniden üretilmiyor şu dünyada…

‘YUKARI BAKMA’

Birkaç gün önce günümüz dünyasında kendilerine alternatif sağ diyen neo-faşist siyasetin başımıza açtığı ve açacağı felaketlerle ilgili “Don’t Look Up” adında bir film izledim. Leonardo DiCaprio, Jennifer Lawrence, Meryl Streep ve Cate Blanchett (o kadar başarılıydı ki kendisini tanıyamadım) gibi tanınmış oyuncuların oynadığı filmin yönetmeni Adam McKey daha önce 2009 mortgage krizini anlatan “The Big Short”un yönetmen koltuğundaydı. Adam McKey daha önce 2009 mortgage krizini anlatan “The Big Short” un yönetmen koltuğundaydı. Film, Dünyaya altı ay içinde çarpacak olan bir kuyruklu yıldızın yaklaştığını fark eden bilim insanlarının Trump’ın kadın versiyonu olarak karakterize edilen Başkanı bilgilendirmesi, onun önce önemsemeyip, sonra kendi çıkarına kullanması ve sonrasında araya ülkenin en zenginlerinden birinin girmesiyle sarpa saran bir hikayeyi konu ediniyor. Filmde kuyruklu yıldız ön planda olsa da çeşitli göndermelerle aslında göz göre göre içine sürüklendiğimiz ve her yıl daha büyük felaketlere yol açan küresel ısınma felaketinden bahsedildiğini de söyleyebiliriz. Yani, McKey’in filminde anlatılan günümüz kapitalizminde iklim değişikliği ya da Covid-19 pandemisi gibi sorunlar karşısında insanlık medeniyetinin kolektif çaresizliğinden başka bir şey değil.

‘YUKARI BAKMA’ DİYEN TRUMPGİLLERDEN ‘AŞAĞI BAKMAYACAĞIZ’ DİYEN BOĞAZİÇİLİLERE

Filmde ABD’nin lümpen aşırı sağcı yönetimi, dünyayı yok edeceği aşikar olan meteor (iklim değişikliği) gözle görülecek kadar belirginleştiğinde, meteorun üzerindeki değerli madenlerden kar etmeyi hesap eden sermaye sahibine zaman kazandırmak için vatan-millet-düşmanlarla bezeli post-truth edebiyatıyla, “Don’t Look Up” sloganını yükseltince hayret ve sinirden gülmeye başlıyorsunuz. Bu göz göre göre sürüklendiğimiz yok oluş trajedisini izlerken, aklıma Boğaziçi öğrencilerinin kayyum rektör karşıtı eylemlerinin ilk ayı dolarken yaşanan bir olay geldi. Aklıma aslında, Reisin ne büyük bir iktisatçı olduğunu gösterip, ona sahte bir zafer kazandırayım derken, bilinçli biçimde yaratılan döviz kuru kriziyle milyonlarca insanın geçim ve yaşam koşullarının sefilleştirilmesi de geldi ama merak etmeyin konuyu dağıtmadan devam ediyorum.

Hatırlarsanız,  saray iktidarı Boğaziçi öğrencilerinin “kayyumluk” önünde açtığı sergideki gökkuşağı renkleriyle bezenmiş bazı görselleri dine hakaret saymış ve bir gözaltı saldırısına girişmişti. Sonrasında da gökkuşağı bayrakları açarak bu gözaltıları protesto eden 159 öğrenci daha gözaltına alınmıştı. Gözaltına alınırken neşeli ve meydan okuyan tavırlarını sürdüren öğrencileri itip kalkan bazı polislerin öğrencilere “aşağı bak”, “yere bak” diye bağırması büyük tepki çekmişti. Bu arada, Boğaziçililer direnişin yıl dönümü 4 Ocak’ta yeniden “Aşağı Bakmıyoruz” diyeceklerini duyurmuşlar.

LÜMPEN NEO-FAŞİZMİN DEHŞETLİ ASABİYESİ

Geçen haftaki yazımda hegemonik açıdan öldüğünü söylediğim neoliberalizmi tam gaz devam ettirmeyi vaat ederek iktidara gelen neo-faşist lümpen liderlerin inkar, sorumsuzluk ve bizden sonrası tufan mantığı üzerine kurulu siyasetleri karşısına güçlü bir sosyal ve ekolojist alternatif koyamamamızın yarattığı çaresizliği anlatacak kim bilir kaç film daha yapılacak? Ne diyor bu neoliberal Bonapart/Reisler; “gerçekte küresel ısınma bir şey yok”, “bunlar dünya egemenliğimizi çekemeyen/ülkemizin uçuşa geçmesini kıskanan bir takım karanlık güçlerin uydurduğu yalanlardır” ve “bizi kutsanmış yolumuzdan döndürmek isteyen bozguncu felaket tellallarına inanmayalım ve güçlü liderimizin otoritesini sorgulamadan fedakarca çalışalım ve yaşayalım”. Post-truth denilen bu siyasi söylem, kısmi-görüngüsel doğrularla, onların son derece arsız bir pragmatizmle eğilip bükülmesiyle bir sürü insanlık suçunu, yolsuzluğu, doğa katliamını, savaşı, zulmü, adam kayırmayı, yoksullaştırmayı ve başka bilimum kötülüğü meşrulaştıran saf propagandif bir bilgi-enformasyon sistemine dayanır. Bu söylem hem liberal-temsili demokrasiye yabancılaşmış emekçi sınıflara, hem de ne istediğiyle nerede durduğunu bir türlü bilemeyen, ama her şeyi de bildiğini zanneden mutsuz ve narsist küçük burjuvaziye hitap eder. Süreç içinde de onları “gerektiğinde” hızla totaliterleşecek, kıyıcılaşacak neo-faşist siyasetlerin militanı, lümpen fanatiklere dönüştürür. Elbette finans oligarşisinden başlayarak kapitalistlerle sermaye egemenliğinin devletli ve sivil muktedirleri (orta-üst burjuvazi) de bu neo-faşistleri kurulu düzen sürgit devam etsin diye herkesten önce kucaklarlar.

Neoliberal kapitalizmin iktisadi olarak da canlı yaşamın devamlılığı açısından da dünyayı çöküşe götürdüğünün insanların çoğu da farkında. Fakat düzenlerinin istikrar kazanamaz olduğunu bal gibi bilen neo-faşist iktidarların, yüz yüze oldukları çoklu krizleri, toplumsal bunalımı karmaşıklaştıracak ve sermaye makinasının daha yok edici biçimde dönmesini sağlayacak yeni bir fırsata çevirme konusundaki büyük yeteneği işleri iyice içinden çıkılmaz hale getiriyor. Kabul etmek gerekir ki bahsettiğimiz yetenek gerçekten de kör gözüm parmağına şeklinde işliyor. Hiçbir norma, ahlaki kurala, insani teamüle sığmayan bu tuhaf faşist siyasetin bitmeyen asabiyesi muhaliflerin çoğunu da dehşete düşürüp, hızla suskunlaştırıyor. İnsanlar elbette büsbütün ve ilelebet susmuyorlar. Fakat yedikleri kroşenin etkisi geçtikten sonra yeniden ringe dönebiliyorlar.

En hızlı susan ve yılgınlığa düşenlerse, on küsur yıl eğitimle ve burjuva normlar/doğrularla sosyalleştirilmiş seküler beyaz-gri yakalı muhalifler oluyor. Kentin bu aydın ve yarı-aydınları yıldırılıp, geri çekildikçe de muhalefette bir daralma yaşanıyor. Yazılar yazılmaz, tweetler atılmaz, toplantılar yapılamaz hale geliyor. Birçoğu bu post-modern zamanlar diktatörlüğünün kendisine gösterdiği köşeye kıvrılıp, en çok kendi kendini yiyip tüketerek, sık sık kendisi gibilerden gıcık kaparak ve açığını arayıp, bulduğunda linç etmeye çalışacağı bir bekleme pozisyonuna çekiliyor. Ya da kendisi gibi itilip-kakılmışlarla, örneğin KHK’yla ihraç edilmişlerle bir araya gelip kolektif eylem yapmak, ses çıkarmak yerine, kendi yankı odasından çok “like” veya etkileşim alacağı duyarlılık aktivizmlerine çekilmeyi tercih ediyor. Örneğin geçen hafta, benim de üyesi olduğum bir grup KHK’zede, toplaştığı WhatsApp grubunun yeni üye alma kapasitesi dolunca, daha büyük kapasiteli başka bir anlık iletişim grubuna geçmek yerine, 20 yıl öncesinin mail gruplarına geçmeyi seçti. Bence bu birlikte iş yapmaktan kaçmanın nazik ve dolambaçlı bir yolundan başka bir şey değildi.

Saray rejiminin propagandası ve baskısı tekrar galebe çaldığında siyasi yılgınlık ve geri çekilme tavrı bahsettiğimiz kesimler içinde, bahsettiğimiz dinamiklerle yeniden güç kazanıyor. Bir haftadır bu geriye doğru salınımı yeniden gözlemliyoruz. Halbuki, halkın geçinemiyoruz feryadıyla, gençliğin yoksulluğa, barınamamaya, geleceksizliğe isyanı bitmiş değil. Proleterya devrimcilerinin, kadınların ve Kürtlerin bu kasvetli havayı yırtıp atacak çıkışlarının Şubat-Mayıs arasında yükseleceğini öngörmek için de kahin olmaya gerek yok.

DEMOKRAT PREKARYANIN TEMSİL SİYASETİ VE PROLETER GÜÇ SİYASETİ

Neoliberalizmin tuhaf diktatörlerinin dünyayı ve toplumları göz göre göre yıkıma götürmesini dert eden çok sayıda insan var. Bunlar yeni tehlikeli sınıf olarak tanımlanan eğitimli prekaryanın kültürel-ideolojik önderliğinde zaman zaman yükselen ancak bir türlü siyasal değişim yaratamayan bir muhalefet pratiği içindedir. “Telefonunu göster” diyen dayıların tacizlerinden yılmış olan bu kesimler, dünyanın neo-faşist siyasetçiler eliyle yok edilmesinin asıl müsebbiplerinin her yıl bin bir reklamla piyasaya sürdüğü akıllı telefonları satın alıp, uygulamaları indirip, sosyal medyayı kullanarak, onun algoritmaları içinde sesini duyurabildiği kadarıyla bu anti-demokratik gidişatı tersine çevirmeye çalışır. Nasıl yaptıklarını biliyoruz: Tweet atarak, hashtaglere yüklenerek, medya-kültür endüstrisinin popülerleriyle konserler, imza kampanyaları yaparak, bir takım normlara davet eden içerikleri like’layarak, bir yerlere bağışlar yaparak, STK’ların Zoom üzerinden etkinlikleriyle bilinç arttırarak, vb. Bunları gören neo-faşistlerse sosyal medyanın çağın sorunu olduğu gibi söylemlerle, tersinden onların modern bir iktidar için avantajlı bir yerde, yani sanal alemdeki aktivizmini daha anlamlı kılar. Bu yazının yazarı da elbette kendisinin bu görünmez hapishanelerin tümüyle dışında olduğunu söyleyemiyor.

Burada kritik olan nokta, diktatörlüğün mücadelenin hararetlendiği yerler ve zamanlarda interneti kesip, oyunu radikal biçimde lehine çevirme şansına sahip olduğunun farkındalığıyla; sanal alemdeki oyunun tamemen dışına çıkmasak bile, fiziken var olabileceğimiz ve müdahalerimizle fiziki değişimler yaratabileceğimiz gerçeklik düzlemlerinde güç biriktireceğimiz farklı bir oyun kurmamız gerekiyor. Yakın geleceğin halk isyanlarını siyasi değişime nasıl kanalize edebilmemizin ilk adımı burasıdır. Dolayısıyla yukarıda resmettiğimiz oyun döngüsünde olmayan, küçük otonom gruplar halinde anti-kapitalist/anti-fa faaliyetler yürüten radikal dostlara bir selam çakarak, daha kapsamlı ve kuşatıcı bir proleter güç siyasetinin eski ve yeni yolları (genel grev, özsavunma, konseyleşme, konut, kurum, fabrika ve meydan işgalleri, sivil itaatsizlik eylemleri, metropollerin ana ulaşım ve lojistik sistemlerinin blokajı) üzerine daha fazla eylem odaklı denemeler yapmanın gerekli olduğunu düşünüyorum.. Başka türlü ifade etmem gerekirse, Phil Neel’in Hinterland’ı üzerine yazımda da söylediğim gibi: “Çoğu zaman burjuva-küçük burjuva normlara çağrı üzerinden işleyen “temsil siyaseti” yerine, yoksullaştırılmış işçi-işsiz ama her şeyden çok mülksüz emekçilerin sokak çeteleri-taraftar grupları vb. içinde devinen toplulukçu öfkelerinin, yeni bir komünist siyasetle örgütlenip, yol kesme, işgal, grev, blokaj gibi etkili eylemlerle hayatın gündelik akışını durduracağı güç siyasetine dönülmesi önerildiği anlaşılıyor.”

Malumunuz sınıf ayrımlarının, bu ayrımlardan türeyen onlarca çeşit eşitsizliğin ortadan kalkacağı genelleşmiş bolluk toplumu hiç kolay kurulmuyor. Marx’ın deyimiyle “insanlığın tarih öncesi” evresinin bu şekilde sonlanmasıyla eşiğini aşacağımız Özgürlük Dünyasını ise ancak fragmanlar halinde hayal edebiliyoruz.

 

Not: Gelecek yıldan itibaren daha kısa ve daha az tashihli yazabilmek amacıyla makalelerimin sıklığını iki haftada bire indirdiğim bilgisini de vererek, herkese keyifli bir yılbaşı gecesi diliyorum.