Bu köşede sosyal olanın/alanın geri çekilişine ve bizim ellerimizde yeniden yükseltilebilmesinin önemine değineli yaklaşık beş ay olmuş. Arada konunun önemi değişmedi tabii ki! (Kendi adıma bir değişim, bu alandaki boşluğa hitap eden Sosyal Haklar Derneği’nin çalışmalarına dair bir miktar bilgilenmem oldu.)
Evvelki hafta içinde, bir haber etrafında dönen tartışmalara denk gelince, yeniden düşüverdi aklımın bir köşesine. Haberin konusu AKP’nin sosyal yardımları. Özünde sadaka ve rüşvet ama yardımlara ulaşan geniş bir kesimin gözünde sosyal dayanışma. Üstelik, daha geniş bir çeperin (yardımı alanlar, çevresindekiler ve çevresinin çevresindekiler...) gözünde, bu “sosyal iş”i “daha öncekiler”den daha iyi beceren de AKP hükümeti bir şekilde!
Sosyal yardımlarla ilgili tabloyu ve çeperlerin genişliğini özetleyen haber/yorum burada, okuyun bence baştan sona.
Bizim gündemimiz, güncellikle devinme halimiz tüm yoğunluğuyla devam ediyor bu arada. En başta Charli Hedbo katliamı ve yankıları var. Onun yanında tapeleri bile silen komisyonlarla, sarayın merdivenlerindeki on altı + 1 garip varlıkla, diğer padişahlık tezahürleriyle, başkanlık sistemiyle, sıfırlanan soruşturmalarla, yolsuzluklarla, anti-demokratik uygulamalarla, Tuğçe Kazaz’la, sınırlanan özgürlüklerimizle, otoriterleşmeyle, laiklikle, Osmanlıcayla, külliyeyle, bölgesel gelişmelerle vb. ilgilenirken AKP yoksullara “dokunmaya” devam ediyor bir yandan da.
Güç/iktidar onda, dolayısıyla uygulama/icraat de onda olacak, doğaldır. Uygulama olunca da değecek/dokunacak/dürtecek elbette. Sosyal devlet olmasa da, sosyal onlarca uygulamayı yok eden neo-liberal dönemin gerici/piyasacı yer yer cemaatçi/aşiretçi bir hizbi aracılığıyla yönettiği sosyal sadaka sistemi devrede.
Sadaka ya da rüşveti verenle ve veriş biçimiyle ilgili çok uzun ve çeşitli analizler üretilebiliriz bu minval üzere ama sadakayı alanın konumu/durumu/bakışı da önemli.
Sinirlerinizi bozabilir ama şu satırları okuyun bir daha:
“İktidar büyük bir başarıyla sosyal yardım müessesesini kurmuş ve milyonlarca insana dokunacak şekilde yürütmekte. Kendinizi muhtaç konumdaki fakirlerin yerine koyun. Bir yanda kimseye muhtaç kalmadan düzenli yardımlarla nefes alabilmenizi sağlayan bir iktidar var, diğer yanda oyunuzu kömüre sattığını düşünen bir muhalefet anlayışı... Birinin kendini düzeltmesi gerekiyor ama bunun iktidar olmadığı açık...”
Evvelki haftaya ait bu haberin ve ondan hareketle yürüyen kimi tartışmaların üstüne, geçen hafta, bizim taraftan da konuya el atan oldu. M. Ender Öndeş’in Özgür Gündem’deki yazısında konu başka boyutlarıyla tartışıldı. Veriler ve “vergi ile gidenler” bir araya geldi. Hatta bunun “gizli oy” olduğu gerçeği de “açıklıkla” dile getirildi. O yazı da işte burada.
Öndeş’in yazdıklarına paralel bir tane daha veri ekleyelim dilerseniz. Gazeteci Çiğdem Toker’in bir süre önce Cumhuriyet’te yer alan bir haberinden bilgiler de gelsin. “Oyunu kömüre, makarnaya satanlar” vb. denerek en çok bu iki maldan hareketle tartışılıyor ya mesele, kömürden olsun örnek:
“AKP’nin (taraftar yoksul ailelere) kömür yardımları. İktidarın gücüne ve kalıcılığına destek. TKİ ile TTK’nın zararı uğruna devam ediyor. Maliye verilerine göre TKİ’nin 2013 yılı görev zararı 418 milyon TL idi, Ocak-Ağustos zararı şimdiden 420 milyon TL. TTK’ya ise Hazine’den sekiz ayda 455 milyon TL borç aktarılmış.”
Tablo baktıkça büyüyor, genişliyor, derinleşiyor. Öte yandan, ortada gerçek bir “sosyallik” yok, sadakayla rüşvet arası yaratılan bir “bağımılılık” için vergilerden sağlanan kaynak ve onun aktarım mekanizmaları var, orası açık.
Peki, biz bu durum karşısında “oyunu satanlar” diye yakınmak dışında ne yapacağız, gerçek bir sosyalliği nasıl hayata geçireceğiz, açık mı? Nedir sosyallikten yana iktisadi yaklaşımımız, programımız? Gerçek bir sosyal kalkınmayı ne kadar anlatmaktayız? Sosyalizmin genel çerçevesini anlatabilmenin ötesinde, somut sosyal kazanımlar sunabilme gücümüzü ne kadar gösterebilmekteyiz?
Eğitimde, sağlıkta, barınmada, ulaşımda, yaşlı ve çocuk bakımında, tüm sosyal ve kamusal hizmet alanlarında “olması gerekenler”i, olabilecekleri, bizim yapabileceklerimizi ne kadar anlatabiliyoruz? İktidarda değiliz, uygulamadan yana zayıfız ama uygulanabilecek bazı şeyler var mı gösterebileceğimiz? Sosyal hak arayışları konusunda insanları harekete geçirebilir miyiz? Sosyal olan her şeyin eriyip bitirildiği dönemde alternatif sosyal odaklar, dayanışma ağları yaratılabilir, sağlıkta, eğitimde vb. insanlara “dokunan” uygulamalarla bir dinamizm yakalanabilir mi?
Siyasal/toplumsal iktidar kurgusu içerisinde ileride yapabileceklerimizin anlatılması bir yana, bir de bugün “dayanışma”yla yapabileceklerimiz, gösterebileceklerimiz, uygulayabileceklerimiz var mı?
Sorular ortada.
*
Bir de bizim cenahın soru(n)ları dışında, hazır AKP’nin “sosyal yardım mekanizmaları”nı da anmışken, meselenin “cemaatleşme eğilimi” doğuran bir başka boyutu ya da “yamukluğu” daha var. Onun uzak ülkelerdeki, uzak tarihine de değinelim dilerseniz kısaca. (Bizim ülkemizdeki yakın tarihi için, 12 Eylül’le birlikte düzlenen ortama, imam hatiplerin yeşermesine, mahallelerden devrimcilerin kovulmasına ve gericilerin yerleşmesine, milim milim yürütülen çalışmalara vb. başka vesilerle ilerde değinebiliriz.)
Yine bu köşede başka bir vesileyle andığımız bir kitaptan, Richard Sennet’in “Ten ve Taş” adlı çalışmasından bu konuya da uzanabiliyoruz. Batı uygarlığında şehirlerin dönüşümünü ve bedenlerimize dönük politikaları tartışan kitabın belli bölümlerinde, farklı cemaatlerin, belli boşluklara yüklenerek, kimi zaman diğerlerinden korunma refleksiyle, kimi zaman da diğerlerinin aleyhine genişleme çabasıyla ve ne olursa olsun kendi içlerinde gösterdikleri dayanışmayla nasıl tutunup ilerleyebildikleri de ele alınıyor.
Uzatmadan, örneklere bakalım. Mesela, Ortaçağ Parisi’nde “Cemaat, insanların iyi tanıdıkları insanlarla ya da kapı komşularıyla yardımlaştıkları bir ortamı anlatır” iken, aynı zamanda “Şehirdeki imarethaneler, hastaneler ve manastırlar kapılarını yabancılara taşradakilerden daha rahat açıyorlar, gezginleri, evsiz insanları ve terk edilmiş bebekleri, tanımadıkları hastaları ve delileri içeri alıyorlardı.” (a.g.e., s. 141)
Kilise ve Hıristiyanlık, pagan inancının hakim olduğu ortamlarda bu “cemaatçi” yapısıyla güçlenirken, yakın gelecekte modern şehire damga vuracak ikilik de bir yandan ilk işaretlerini veriyor: “Bir yanda bireysel özgürlük adına cemaat bağlarından kurtulma arzusu, öte yanda insanların birbiriyle yardımlaştıkları bir yer bulma arzusu.” (Elbette sınıf varken, meseleye “toplum/birey ve hemen karşısında cemaat/kul” ikiliğiyle, bu türden sosyolojik kategorilerle bakmanın belli sınırları var ama bu da ayrı bir konu.)
Yine Ortaçağ’da, “Başkalarının yardım etmediği yoksullara ve hastalara bakan dilenci tarikatları” doğuyor. (a.g.e., s. 158) Şapel ve manastır bahçeleri, içine cennet bahçesi tahayyülünü de katarak, yine içine “çalışın ve dua edin” söylevini de ekleyerek, hayırseverliğin merkezleri oluyor.
Biraz daha ileride, Paris’ten Venedik’e ve Hıristiyanlar’dan Yahudiler’e geçildiğinde de, bu kez şehrin bir bölgesine sıkışıp ilk gettoları oluşturan Yahudilerin zorunlu cemaatleşme süreci ve saldırılardan korunma çabaları anlatılıyor ve “Cemaat hayatı, en iyi halinde bile bir kılıç değil kalkan olabiliyor”. (a.g.e, s. 224) Yokluk içerisinde, köşeye sıkışmış, en aşağıda kalmış, dışlanmış vb. kişi ve kesimler, ilk elden kendilerine bir kalkan, bir güvence aramayacaklar da ne edecekler zaten?!
Her neyse; bu ve benzer örneklerin çağrıştırıcılığında, Paris ve Venedik’ten İstanbul’a, Hıristiyanlık ve Yahudilik’ten Müslümanlığa, Ortaçağ’dan Yeni Ortaçağ’a bir yol uzanırken, çaresiz konumdaki insanlara bir tür cemaatçilikle “güvence” ve “sığınma alanı” yaratma çabası da en önemli ortak paydalardan birini oluşturmuyor mu sizce de?..