Sevgi Soysal’ın “Yürümek” romanını okuyalı yıllar oldu. Yürüyüşün kendisinden çok, yürüyüp devinerek çemberleri aşma çabası kalmış o romandan aklımda. Şimdi eski defterleri/günlükleri karıştırıp bulamayacak olsam da, yıllar önce bu kitapla ilgili aldığım notlar da “çemberler”le ilgiliydi diye hatırlıyorum. Sistemin bizi sarıp sarmaladığı ya da bizim kendi ilişkilerimizle çizdiğimiz, sonra da aşıp dışına çıkmak ya da delip geçmek ve parçalamak için didiştiğimiz çemberler…
Sevgi Soysal’la ve onun yürüdüğü yollardaki başka bazı yazarlarla duygusal/düşünsel bağları olduğunu düşündüğüm Irmak Zileli’nin geçen yıl yayımlanan son romanını ise yeni okudum. Notlarım da taze! Evet, notlar aldıran, hakkında bir şeyler yazma isteği uyandıran, insanın aklını yeni düşüncelerle kışkırtan kitaplardan, “Gölgesinde”. (Zileli’nin daha önceki iki romanı da benzer bir etki uyandırmış, “Eşik” için şöyle, “Gözlerini Kaçırma” için ise böyle bir şeyler karalamıştım zamanında).
Yine çemberler, sınırlar, sistemin ya da ilişkilerimizin getirdiği kısıtlar, tüm bunları aşma/yıkma çabası ve özgürleşme kavgası geliyor sayfalar ilerledikçe akla. Ama bu kitabı bir on beş, yirmi yıl sonra yeniden düşünecek olsam, aklıma ilk gelen, romanın adıyla da bağlantılı olarak “başkalarının gölgesinde kalan hayatlar” olurdu herhalde.
“Başkaları” derken, en temelde erkeklerin gölgesinde kalan hayatlar söz konusu aslında. Biraz daha “tarihsel” olarak bakarak, ataerkinin gölgesinde diyebiliriz. Ya da iç içe geçsin “çember” ve “gölge” kavramları ve çevremize çizdiğimiz ya da toplum tarafından çevremize çizilen (bizim de “mecburen uyuverdiğimiz”) evlilik gibi, sorumluluklar gibi, zorunluluklar gibi, “ideal aşk” gibi çemberlerin gölgesinde kalan hayatlar diyelim. Kaynaştırdık ama dolaştırdık. Karışık, dolaşık bir mesele zaten.
Sorularla daha da karıştıralım: Eninde sonunda “bağlılık” gerektiren bir ilişkiden özgürlük çıkar mı hiç? Sınırlamayan bir sevda mümkün müdür sahiden? Tarafların giderek birbirine benzeşmesiyle, alışkanlıklara kapılıp bir bireyi oluşturan değerleri silikleştirmesiyle sonuçlanmaz mı evlilik? Neden bir başkasını gözümüzde büyütüp abartarak, bir tür yanlış ve geçici bilinç hali geliştirerek (aşk?!) kendimizi kısıtlıyoruz ki? Gerçekten özgür bir birliktelik mümkün mü sahi? Sahibi olduğunu düşündüğümüz şeyler, dönüp bizim sahibimiz olmasın sakın? Giderek birbirine benzerken sevgililer, bir tarafın iradesi daha da silikleşir ve diğerinin gölgesine doğru çekilirken, beğeniler, zevkler, istekler/arzular, beklentiler de hep erkeğin gölgesinde mi kalmaya başlıyor acaba bu ataerkil toplumda?
“Gölgesinde”yi okur ve Leylâ ile Fikret’in “özel ilişkileri”ne bakarken, “genel bir sorgulama”ya doğru ilerliyor, bu tür sorular üzerine düşünmeye başlıyoruz bir yandan da. Genel olarak ilişkilere, ilişkilerini geliştiremeyen/dönüştüremeyen bireylerin birbirini silikleştirmesine, başkasının “gölgesinde kalmaya” dair usta işi bir anlatı, bir meydan okumayla karşılaşıyoruz esasında.
Afşar Timuçin’in roman tanımıyla –“insan araştırması” anlamında– “Gölgesinde”nin 330 sayfası boyunca derinlemesine araştırmalarla karşılaşıyoruz. Karakterlerimizin derinlemesine tahlili ve günlük ilişkilerin/alışkanlıkların sorgulanmasıyla birlikte, etkili, zihin açıcı benzetmeler geliştiriyor Zileli. Ve sağlam referanslarla bizi farklı metinlere, yazarlara, yollara, patikalara doğru götürüyor.
Camille Claudel (Rodin’in gölgesinde); Sylvia Plath (Ted Hughes’un gölgesinde); Virginia Woolf, Ortega Y Gassett, Freud, Galeano, Calvino, Adorno, Paul Nizan, Fernando Pessoa gibi dünya edebiyatının/felsefesinin ağır toplarıyla birlikte, Didem Madak, Nilgün Marmara, Gülten Akın, Tezer Özlü gibi “bizden sanatçılar” da ilişkilere, kadınlık hallerine, çemberlere, gölgelere, özgürlük arayışına vb. dair görüşleriyle hep aramızda.
Evet, sağlam referansları var Zileli’nin ve okuruyla usul usul paylaşıyor yıllar içerisinde sindirdiklerini, birikimini… Kendinde bir “metinler-arası”lık değil bu. Romanda sık karşılaştığımız “rüya gerçekliği” (hayal âlemi ile gerçek dünyanın iç içe geçmesi, üst üste binmesi ve sınırların belirsizleşmesi) ya da ayna imgesine başvurulması vb. ile birleştirilip, “Yazarımız postmodernizme doğru mu kayıyor acaba?” diye sorgulamanın yahut kitabın ikinci bölümünü oluşturan “Yürüyüş” kısmında kullanılan anlatım tekniğinden hareketle “Yazarımız bilinç akışını mı deniyor?” vb. diye “akımlar”la bağlantı kurarak düşünmenin gereği var mı bilmiyorum ama bu tür bağlantıları pek de zorlamadan, kaptırıp giderek okumak kanımca daha yerinde. Zira nelerden ve kimlerden etkileniyorsa, hangi akımlara, yaklaşımlara, düşüncelere yakınlık duyuyorsa, uygun bir mesafeden katıyor bunları yazdıklarına Zileli, kıvamında, sırıtmadan, içselleştirerek…
Genel yaklaşımdan uzaklaşıp özgün içeriğe biraz daha bakacak olursak, toplumsallığa da dokunan bireysellikler üzerinde duran, ataerkinin gölgesinde kalmış ilişkileri enine boyuna sorgulayan bir anlatı olduğunu söyleyebiliriz “Gölgesinde”nin. İki beraber ama yalnız bireyin, Leyla ve Fikret’in kopan ilişkilerinin romanı. Onların arayışları, yürüyüşleri ve kayboluşlarının. Ve arka plandakilerin, trans kadınların, sokakta yatıp kalkanların, çöp toplayanların, ilk gençlik aşklarının ve onların bugünkü hayali siluetlerinin, bir dönem sevdiğiyle ilişkisi farklı şiddet biçimleri yahut iletişimsizlik nedeniyle kopmuş olanların, köpeklerin, köpeklere “sahip” çıkmaya çalışanların, yolların ve yolculukların...
Kapalı bir mekânda gelişen, önce diyalog zannedilen, sonra monolog olduğu anlaşılan bir bölümden, açık alanlara, sokaklara, yolculuklara uzanıyoruz roman boyunca. Hapsedildiğimiz (başkalarını da hapsettiğimiz) odalardan, nefes alabildiğimiz geniş sahalara, doğaya uzanıyoruz. Yürüyerek, devinerek, yeni ilişkiler geliştirerek, açılarak, beraberlikleri hep sorgulayarak yolunu bulma çabasına… Feminist bir duyarlılık ve tavır, tüm bu yol boyunca, her anda.
Yürüyüş boyunca belli kavramlar/olgular dönüp durmaya başlıyor aklımızda: Sahiplenme, evlilik, baskı, denetim, özgürlük, yalnızlık, kibir, boyun eğme, sadakat, güven, terk etme/edilme, özgür birliktelik mümkün müdür, babalık, annelik, sorumluluk, yine özgürlük, hep özgürlük, çocuğun/ergenin gözünden görünen büyükler ve cinsellik dünyası, genç kızlık halleri, ilk yakınlaşmalar/hisler, olgunlaşınca kaybolanlar –işte malum bağzı soru ve sorun alanları.
Yürürken soru ve sorunların peşinden, görüş alanımızı da genişletiyoruz bir yandan. Has romanların en değerli özelliklerinden/niteliklerinden biri de hayatımızda hep gördüğümüz şeylere yeni bir gözle bakmamıza, onları yeniden görmemize, üzerine düşünmemize vb. yardımcı olmasıdır kanaatimce. Bu romanda da, örneğin “topuklu ayakkabılar”ı yeniden görmeye başlayabilirsiniz benim gibi siz de.
Kimbilir, köpekleri de yeniden görebilirsiniz. Ve köpeklerin dostluğu bağlamında bir kez daha sorgulayabilirsiniz sadakat ve özgürlük, ah şu “sahiplenme” merakını.
Çok uzatmayalım. Köpekleri de yanımıza katıp okuyalım ve yürüyelim en iyisi. Efendisiz, sınırsız… gölgesiz ama yine de ferah bir yerlere doğru…