Yaşam, tercihlerimize dairdir

Haydi, gerçeklik, hakikat ve tercihler bakımından hepimize kolay gelsin…

Başlığın içindeki “tercih” nitelemesinin bir yarısı doğruysa, diğer yarısı, tercihlerimizden bağımsız da gelişebilir.

Metin Çulhaoğlu’nun acı ve derin kaybı, benim bazı zorunluluklardan ara verdiğim yazılarıma, yeniden devam tercihimi tetikledi. Oysa keşke onun kaybı olmasaydı da yeniden yazmaya hiç başlamasaydım.

Yani başlığın derin paradoksu, aynen de budur.

HAKİKAT VE GERÇEK...

Hepimizin sık kullandığını düşündüğüm iki kelime var. Birisi “hakikat”, ötekisi ise “gerçek”.

Kimisi, gerçek kelimesini, hakikatin öz Türkçesi anlamı yerine tercihen kullanıyor. Sözlüğe bakarsanız her ikisi de anlamdaş. Oysa aralarında aynı zamanda felsefi önemli bir fark var.

Kestirmeden ve sade olsun!

Gerçek, dış dünyada olan, hakikat ise düşünmeye bağlı olandır. Düşüncenin gerçeğe uygunluğu hakikattir. Gerçek sıfat ya da isim olarak kullanılabilir. Yani, tıpkı “bakmakla”, “görmek” arasındaki ince anlam farkı gibi bir durumu niteler. Bakmak gerçeklikse, görmek öyle olup olamadığını bilemediğimiz bir hakikate denk düşer.

Konuşma dilimizde benzer ve anlamdaş iki kelimeyi daha birbiri yerine kullanırız. Yaşam ve hayat gibi… Oysa yaşam çeşitlilikleri hayatın gerçeklikleri içindedir.

Yani hayat öğretir. Hem de ve sonunda yaşam çeşitliliklerinin hakikatini. 

Kavramlaştırırsak hakikat mutlaktır. Gerçekler ise görecelidir. Hakikate ulaşmak için bir kılavuzdur.

Ne ki gerçekleri de hep farklı kavrarız. Yani hayattan çıkardığımız dersler de farklıdır. İşte bu farklılıktır ki, sürdürdüğümüz yaşamlar artık kendi tercihlerimizdir.

Yani hayatın bir parçası olarak yaşarız ve yaparız.

Hem de yaşamın alt kesirlerinde.

O ne ola ki diye soran olursa, onlar da her birimize ait olan biricik ömürlerimizdir.

Öyleyse o biriciklikteki gerçeklik görüngüsünden, hakikate yol alışlarımız, yoksa tercih algılarımızla mı ulaşılır oluyor? Cevabı zor olan soru budur?

YENİDEN 'TERCİHE' DAİR...

Tercih derken ne anamızı, babamızı seçme özgürlüğü vardır, ne de toplumsal yaşamımızdaki sınıf aidiyetlerini belirleyebiliriz. Ana, baba, kardeş tercihimiz olamadan bağımsız olarak hep baki kalır. Ne ki sınıfsal tercihlerimizde bilinç olarak, kimi kez kendi için sınıf, bazen de kendinde sınıfın içine düşeriz. Farkında olarak veya olmayarak…

Sonuçta, bunların tümü, sosyal, politik, iktisadi ve kültürel olarak gelişir ve kendimizi de bir anlama kavşağına vardırır. O kavşağı algılamamıza veya algılayamamıza bağlı olarak, yaşamımız ondan sonraki tercihlerimiz üstüne kurulmaya başlar.

Elbet referanslarımız, başka insanların, olayların, olguların ve hayatın başka gerçekliklerine göre konumlanışlarına dairdir. Bu referanslara göre nerede bulunduğumuz, bizlerin de yaşamda nerede durduğumuzu belirler.

Bu bedenimizde de böyle değil midir? Örneğin, yüreğimiz göğsün sol yanında ve soldan atar. Pompaladığı kanla bütün vücudu besler.

Yaşamdaki kendi konumlanışımda, hep yüreğimin attığı tarafta olmaktan dolayı onur duyarak yaşadım…

BUNLARI NEDEN ANLATTIM?

Şimdi ve daha sonraki yazılarda tartışmak istediğim iki konu var.

İlki, kendi memleket coğrafyamızın kaderinde, yeni bir köşe başı oluşturacak yakın dönem seçimleri var. İkinci başlık ise, kuşkusuz bölgemizin jeopolitiğinde uzun vadede etkilerini göreceğimiz son NATO konferansını yeniden değerlendirmek. O konferansta, ABD ve AB hegemonyasına değil de İsveç ve Finlandiya’ya karşı pozisyon almaya kalktık. Sonuçta attığımız imzayla, Avrupa güvenliğinin en doğudaki yeni muhafızlığına bizi bekçi kılacak yeni bir mecburculuğa soyunmuşta olduk. Bunun yeniden irdelenmesi gerekiyor.

Belki şimdi sırası değil ama “Kıbrıs ve yakın tarih” başlığında, altı bölümünü yazdığım tefrikanın, geri kalan bölümlerinin de bu anlamda yazılarak bitirilmesi başka bir zorunluluk olarak gerekmekte. Zira NATO konferansının anlaşılmasında, Doğu Akdeniz’in en kritik başlığı olan Kıbrıs meselesi sindirilmeden nerede, ne yaptığımızın anlaşılması da mümkün olmuyor.

Yani bakacağız ve göreceğiz…

SEÇİME DAİR...

İktidarın 2023 diye kendi takvimine aldığı “Genel Seçim” Türkiye için en yakıcı tarihsel kavşaklardan birisi…

Kuşkusuz hangi parti ya da partiler ittifakının iktidara geleceğinden bağımsız olarak, aynı zamanda, “başkanlık sistemine” göre kimin cumhurbaşkanı olacağını da belirleyecek bir seçim bu.

Toplumsal olarak toplumsal yarılmamızın tezahürü, iki karşıt kesim halindeyiz. Bunlardan birisi ne olursa olsun Erdoğan gitsin havasında, ötekisi de “ölürüz senin yollarına reis” şarkısını söylemeye devam ediyor.

AKP, MHP ve BBP “Cumhur ittifakını” ve CHP ve İYP’nin başını çektiği, mahşerin diğer altı atlısı da “Millet ittifakını” temsil ediyor.

Seçim kanunda yapılan değişikle, seçilebilme barajı yüzde yediye indirildi ve “ittifakçılık” düsturuna göre, içinde bulunulunan ittifakta barajı geçen bir parti varsa, diğer partiler de aldığı oy oranına göre meclise girerek temsil edilme hakkına sahip olacak. Yani yüzde yedi barajının altında kalacak partiler açısından, barajı geçecek bir ittifak içinde olmak, seçilme şansı bakımından sağlam kazık. Bu bir anlamda her hangi bir partinin kendi tabanındaki seçmenine de oyunuz heba olup gitmeyecek mesajı olarak değerlendirilebilir.

Cumhur ittifakı bu bağlamda malumumuz. Bugünün tarihini de içeren bir seçim anketine göre, AKP yüzde yirmi dokuz-otuz bandında oy oranına sahipken, MHP yüzde altılarda ve BBP yüzde bir iki bandında. Bugün seçim olsa ne MHP, ne BBP yüzde yediyi geçemiyor. Oysa Cumhur ittifakının AKP dışı diğer iki küçük partisi de bu hesaba göre meclise girebiliyor.

Millet ittifakına gelince Kendisini sol parti sayan sosyal demokrat CHP dışındaki diğer partiler AKP, milli görüş ve geçmişin DYP-ANAP bakiyesi muhafazakâr sağ çizgileri temsil ediyorlar. Birbirlerine ev sahipliği yaptıkları ilk altı toplantı sonuçlandı. Başkanlık adaylığı dâhil, topluma vaatleri, “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” ve “Türkiye eski fabrika ayarlarına dönecek” dışında daha derin bir söylem üretmediler. Vaktin henüz erken olduğunu ifade ettikleri bir çalışma sürecini devam ettiriyorlar.

Siyaset kesiti olarak sosyalist, devrimci kesim bu ittifaklar içinde temsil edilmiyor. Sonuçta bunun ilk arayışı sosyalist mücadelenin içinde olan üç parti ve bazı siyasi hareketlerden mürekkep bir cenahtan geldi ve geçtiğimiz günlerde kendi bildirgeleriyle toplum önüne çıktılar.

Millet ittifakının ve HDP’nin birbiriyle temasları oldu. CHP bu temasların ara yüzü rolünü üstlendi. Fakat yüzde yedi barajını çok rahat geçebilen bu partinin, ittifakın diğer muhafazakâr üyeleri tarafından kabul edilme şansı bulunmadığından ya tek başına veya başka sol arayışlar içinde olması kaçınılmaz olarak işin doğal gerçekliği gibi görünüyor…

Nitekim buna dair yeni bir sosyalist-sol ittifak gelişmesinin eli kulağında olduğunu, geçenlerde TİP Genel Başkanı ve İstanbul milletvekili Erkan Baş kamuoyuna duyurdu. Böylece ittifaklar manzumesi içinde ikinci bir sosyalist ittifak olma durumu söz konusu. Başka bir söylemle, bir yanda çoğunluğu sağ ve muhafazakâr iki ittifak birbiriyle mücadele ederken, buna sosyalist soldan katılacak iki yeni ittifak cenahı da dâhil olacak ve toplumsal olarak muhtemel dört oluşumla 2023 seçimlerine gidilecek.

Denebilir ki, iki farklı sosyalist ittifak fazla lüks değil mi?

Lüks mü, değil mi kimse adına ahkâm kesemem.

Ama görünen o ki ve kuşkusuz siyaset yapış ve algılayış tarzlarındaki anlayış tercihleri, belki de adına antifaşist halkçı sınıflar ittifakı denmesi gereken geniş kesimlerin bir araya gelmesi ve buluşmasını, bu seçimlerde de bir kez daha engelliyor.

AKP’nin ve RTE’nin en büyük rakipleri, ne Millet İttifakı ne de diğerleridir. Esasen bu hayat pahalılığı, ezici bir yoksullaşma ve enflasyondur.

Kendimden örnek olsun, bir üniversite ve kamu çalışanı olarak en yüksek dereceden emekli oldum. Hesapça devletin verdiği en yüksek emekli maaşlarından birisine sahibim ve aldım maaşla geçim endeksleri bakımından yoksulluk sınırı ve altına düşmüş bulunuyorum. Benim için durum buysa, bu türden baremlerin altında bulunan çalışanlar ve emekçiler ne yapsın?

AKP iktidarı, bu seçimlerde gitmeye en yakın eşik içinde bulunuyor. Çeyrek yüzyıla yakın ülkeyi yöneten bu parti, bütün badire ve eskimişliğine bağlı olarak, hala seçimlerde başa baş güreş tutmaya çalışıyor. Bunu sadece kömür çuvalı ve makarna paketi dağıttılar eyyamcılığıyla, herhalde açıklayamayız.

Unutmamak gerekir ki, en kötü iktidar en iyi muhalefet hareketinden her zaman bir adım öndedir. Üstelik seçim işlerini de nasıl düzenleyecekleri konusunda engin bir deneyime sahip olmuşlarken…

Seçimler çok önemli. Sahip olduğumuz bu burjuva demokrasisi bakımından, şimdilik seçim mekanizmasının dışında vaz edilebilecek başka bir değişim stratejisi de görünmüyor.

Görünmezi mümkün kılacak ve siyaseten halk sınıflarına bir çıkış ve umut yolu gösterecek programatik bir siyasi önderliğin varlığı başat önceliktir. Yani halkın örgütlenmesi, örgütlenme çağrılarına ses vermesi, temenniyle, kendiliğinden de olacak bir süreç değildir.

Elbette halk mutlaka örgütlenmelidir. Örgütlenmenin temel ölçütü, hayatın gerçekliği olarak başta açlık, yoksulluk mücadelesine dayanıyor. Dayanılmaz bu enflasyonist gidişatın alt edilmesi gerekiyor. Başta gelen temel ihtiyaçlar arasında, örneğin sağlık, barınma, doyunma gibi başlıkları, diğer sosyokültürel önceliklere taşıyacak gerçekçi bir siyasi hareketlenmeye ihtiyaç bulunmaktadır. Bunları beceren bir ittifaklar manzumesi, ancak bu türden seçim temelli bir süreci sürükleyebilir ve gidişata müdahalede diğer bir seçenek haline gelebilir.

Kendisini soldan tanıtan sosyal demokrat siyasetler, “sermaye ve emek arasında bir uzlaşma” arayışı içindedir. Dolayısıyla düzen ölçülerinde her türden farklı sınıfsal çıkarı kollayıcı bir role soyunmuş görünümdedir.

CHP’nin başını çektiği ittifak uzlaşmasının resmi, aynen bunu yansıtmaktadır.

Toplumsal kurtuluşu başa yazan sosyalist siyasal tavır ise, emek sermaye uzlaşmasını değil, doğrudan “emeğin iktidar mücadelesini” önceliğine alır.

Dolayısıyla eğer sol-sosyalist bir ittifak cephesi bu seçimlerde varlık ve kimlik bulmak ve sistem siyasetine gerçekçi bir müdahalede bulunmak istiyorsa, bu seçimlerde hem seçilebilecek ve hem de iktidar iddiasını hayata geçiren nesnel bir konuma kendini oturmak durumundadır. Yoksa ben sözümü söyler ve halkın ne yapması gerektiği konusunda uyarıda bulunurum tutumu, bundan öncekilerde olduğu gibi sonuçsuz ve barutu ateş almayan bir işaret fişeği gibi başka bir vuslata savrulur gider.

Ne Cumhuriyet değerleri, ne kamusalcılık, ne demokrasi, ne vazgeçilemez laiklik özlemi, kendi yaşam suyuna erişecek bir vahaya dahi erişemez.

Yukarılarda bahsettiğim seçim anketi Gazete Duvar'da yayımlandı. BirGün TV’ye konuk olan Aksoy araştırma şirketi kurucusunun anlattığı anket sonuçlarına göre, aynı ittifak içinde bulunan CHP ve İyi Parti neredeyse başa baş. İlki yüzde yirmi üç, diğeri yüzde yirmi iki bandına oturmuş durumda. DEVA, Gelecek ve Saadet partileri, toplamda yüzde dört buçuk toplar vaziyetteler. Kısaca Cumhur İttifakı yüzde otuz yedi iken, Millet İttifakı yüzde kırk dokuz, elli bantlarında. Yani bugün seçim olsa birisi gitti gider, diğeri de iktidara geliyor. Gerçi seçimlere kadar ki olan zamanda, bu anketler çokça da su kaldırır.

AKP kemik tabanının kendinden vazgeçmeyecek tutumuna karşın, konsolidasyon kayganlığı içeren AKP ve MHP oyları, kısmen CHP, İYP ve Millet İttifakı'nın diğer partilerine savruluyor. Ne ki bu durum, Cumhur İttifakı'nın Erdoğan’dan tamamen vaz geçtiği anlamına hiç gelmiyor. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını kaybetme tehlikesi daha aşikâr hale gelirse, o seçmen tabanı yeniden ve ölümüne aslına rücu eder.

Anlatmam şudur ki, sosyalist solun gerçek bir müdahale tutumunu hayata geçirmekte başarılı olabilmesi için, kendi içindeki bölünmüşlükleri tekrarlayacak bir kısır döngüden mutlaka sıyrılması ve halkçı bir cephe olarak meclise ortaklaşa girebilecek gerçekçi çözümleri üretmesi gerekiyor. Oysa seçime dair gerçeklik, durumun şimdilik böyle olamayacağına da işaret ediyor. Yoksa kimilerinin kendi köşesinden, ben çağrı yaptım, gel katıl ve bu çağrıya biat et tutumu sürerse, gelinecek durumda, “benim oğlum bina okur; döner döner yeniden okur” tutumundan başka bir şey olmayacaktır. Bu aymazlığa düşmemek gerekir.

Laf uzayıp gidiyor.

Sonuçta sistemin partileri, kendi sınıfsal çıkarlarına hizmet edecek iktidar seçenekleri için kıyasıya mücadele ederken, Türkiye sosyalist solu hayatın diğer mücadele alanlarında sürdürmek istedikleri siyasetlerini meclise de ortaklaşa girerek gerçekliğe taşımak ve görünür kılmak mecburiyetindeler.

Haydi, gerçeklik, hakikat ve tercihler bakımından hepimize kolay gelsin…


[email protected]