Yaşadıklarımızdan öğrendiklerimiz...
Ama her şey bir yana, sahi biz bunca yıldır yaşadıklarımızdan ne öğrendik?
Ataol Behramoğlu’nun “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var” adlı şiirinde dediği gibi, “ömür dediğimiz şey hayata sunulmuş bir armağandır ve hayat sunulmuş bir armağandır insana.” Öyleyse bu armağana layık olabilmek, insana ait olanı yine ona verebilmek için çabalıyorsak, siyasetin hem de güncel siyasetin tam ortasındayız demektir. Tam oradayız; üstelik siyasetin alanı da gittikçe daralıyor. Önümüzdeki ayları da yalnızca seçime, seçim sonuçlarına odaklanarak, katılarak ya da seyrederek tüketeceğiz. Sonra sonuçların getirdiği yeni bir evre başlayacak; biz de o yeni duruma göre siyasetin içinde yeniden mevzileneceğiz. Aydınların ülkeye, dünyaya, sorunlara bakışında, yaklaşımlarında kelimenin olumlu anlamıyla ideolojik bir değişiklik olmayabilir ama pek çok konu öne çıkacak ya da önemini yitirecek. Böyle zamanlarda hayal kırıklıklarının savrulmalara yol açtığını da unutmamalı.
Yaşadıklarımızdan öğrendiklerimizi gözden geçirmek, ilkelerin sınavından geçmek kendimize ve çoğul halimize karşı bir borç sayılmalı.
***
Siyasetin şimdi önde gelen öznelerinin sözlerine, söylemine bakınca insan biraz şaşırıyor. Bugüne kadar kendini sol kulvarda gören, gösteren ya da öyle algılanan, öyle bilinen Halk Partisi artık “sol sağ diye bir şey kalmadı” söylemiyle kendini merkez partisi ilan etti; halkın muhafazakâr olduğu önyargısıyla muhafazakarlığı bir anlamda kutsayarak ya da daha doğrudan söyleyelim, sağa kayarak, stratejisini yeni bakış açısına uygun bir içerikle yeniden kurguladı. Bu stratejinin amacının iktidar karşısında geniş bir muhalefeti bir araya getirmek olduğu söylense de gerçek şudur ki, strateji giderek ideolojiye dönüşebiliyor. Buna karşılık öteki sağcı muhalefet partileri kendi ideolojik yaklaşımlarını, muhafazakâr özlerini pek fazla öne çıkarmadan ağırlığı ekonomi, insan hakları, düşünce özgürlüğü gibi konulara vererek strateji oluşturdular. İçtenliklerini sorgulamak bu seçim döneminde pek mümkün görünmüyor. Ama her durumda CHP de öteki muhalefet partileri de devlet ve sistem partileri olduklarını unutmuyor; bu tutumlarını Meclis’te sık sık kanıtlıyorlar.
***
İktidar partisi genel gidişe uygun davranmayı, siyasal İslam söylemini, yani temel ve ana hedefini daha çok kapalı devre, kendi kitlesine seslenirken kullanmakla sınırlayarak seçim için arka plana aldı; 2002’de liberal destekle başarıyla kullandığı “muhafazakâr demokrat” tabelasını- takiyesini kendisini bu kez “muhafazakâr devrimci” ilan ederek değiştirdi. Demek ki o zaman “demokratlık” kitleleri inandırmaya yetiyormuş, şimdiyse “devrimci” olmaktan aşağısı kurtarmıyor. Ana muhalefet partisi bunun üzerine biraz düşünse mi acaba? Ama artık çok geçtir; saflar da, yaklaşımlar da bu tarihten sonra değişecek değildir. Kuşkusuz iktidar partisi seçimleri kazanmanın garantisini medyayı susturmakta, böylece tüm muhalefet güçlerinin, solun, Kürt siyasi hareketinin sesini kısmakta, gerçeklerin yaygınlaşmasını önlemekte buluyor. Dezenformasyon ya da gerçek niteliği ile sansür yasası bu nedenle hızla yasalaştırıldı; uygulanma da başladı.
Yine de bu konu üzerinde biraz durmakta, anlamaya çalışmakta yarar var. İktidar bloku sık sık söylendiği gibi hikayesini tükettiği, krizi gizleyemediği, teğet masalını yineleyemediği, ekonomik krizin siyasal bunalıma dönüşmesini önleyemediği için yeni bir imaj deniyor şimdi. Ama bu kez liberal destek pek zayıftır, bu nedenle de pek şanslı görünmüyor. Yine de deniyor işte. Türkçe konusunda temel yaklaşıma uygun bir ifadeyle Osmanlıca hayranlığını sergileyen ama yeni stratejiyi kavrayamadığı için hem Türkçü ortağı hem de tüm muhalefeti kızdıran Grup Başkan Vekilinin görevden alınması, “affedilmesi” de bu kapsamdadır.
***
Ama üzerinde oynayabilecekleri başka alanlar yok değildir. Dış politika örneğin. Siyasetin sağda konumlanmış tüm özneleri pekâlâ bilir ki ulusal bağımsızlık, gerçeklerin kolayca gizlenebileceği bir alan değildir. Dışarıya bağımlı bir ekonomide, ekonomik politikalarda, “heterodoks”, “klasik” ya da “monetarist” reçetelerde bağımsızlık söz konusu olamaz. Uluslararası ekonomik ilişkilerde “karşılıklı bağımlılık” ya da “yönetişim” gibi pek fiyakalı kavramların da devri geçmiş küreselleşme emperyalizme tabiiyetin tek tanımı olmuştur. Bu nedenle de olmayacak hedefleri “hemen şimdi şeriat” diyenleri tarikat ilişkileri ile oyalayarak bırakmak, emperyalistlere “kafa tutmanın” daha fiyakalı yöntemlerini bulmak, örneğin “iki blok arasında sözü dinlenir ülke” imajına yüklenmek, bir o tarafa bir öteki tarafa meylederek “bağımsızlık” söylemini yüksek sesle dillendirmek daha mantıklıdır. Batı’nın ya da “dış güçlerin” de bu konuda anlayışlı oldukları anlaşıldığı için sürekliliği olmasa da işe yarar ve zor bir iş sayılmaz.
Ama seçimlerde işe yarayıp yaramayacağı kuşkuludur.
***
Hem üzerinde tepinilebilecekleri, hem de çekirdek kitleyi memnun edebilecekleri konu ise Ana muhalefetin pek talihsiz “türbana yasal özgürlük” çıkışıyla elde edilmiş gibi görünüyor. Bu konuyu derinleştiren iktidar partisi LGBT direnişini de mesele ederek, Medeni Kanun’u ve Anayasa’yı by pas etmenin yolunu en azından propaganda düzeyinde buldu. Ana Muhalefet partisinin sağ kesimlerle diyalogda yeni bir adım umuduyla attığı taş geri döndü. İktidar partisi de fırsatı değerlendirdi. 6’lı Masa’nın en az bir üyesinin Saadet Partisi’nin kitlesini karıştırabilecek bir koz olarak köpürtmeyi başardı. “Aileyi yeniden tanımlama” başlığı altında İstanbul Sözleşmesi’nin iptaline itirazları da etkisizleştirme fırsatı çıktığını düşünüyor iktidar bloku.
Dil tartışması siyasal İslamın ne kadar hoşuna gidiyorsa, bir direnç yaratması da o kadar ürkütüyor. Çünkü şeriatın ana dili bir zamanların uygarlık dili ve yazısı olma özelliğini çoktan yitirmiştir. Şimdi İslamın dili olarak Arapça, bilim ve uygarlıkla ilişkisini dışarıdan alınan teknolojinin tercümesi ile sınırlı tutuyor. Bilime katkının kapısı kapatılalı ise yüzyıllar oldu. Türkçe de ne yazık ki, Cumhuriyetle birlikte başlattığı atılımı sürdürememiş, son yirmi yılda ise İslami eğitimin ağır basmasıyla açık bir gerileme dönemine girmiştir. Bu durumun genel kültür yaşamına şimdilik gözle görülmeyen etkisinin yoğunlaşması bir karşı atak geliştirilemezse kaçınılmaz görünüyor. İktidar ilk yıllarında liberallerin desteğiyle eski yazı Arap alfabesi konusunda bir kampanya açmış ama başarılı olamamıştı. Şimdi de konjonktür izin vermediği için geri adım atmak zorunda kaldı. Muhalefetin Türkçeye saldırının iktidarın en önemli hedeflerinden birisi olduğunu söylemekten kaçınmasını anlamak ise mümkün değil. Gerçi sokakta olduklarını sık sık söylüyorlar ama hemen herkesin muhafazakarların da Türkçenin sokakta kaybolmak üzere olmasından şikâyet ettiğini görebilirlerdi. Tutarlı bir Türkçe savunusu hem konunun ırkçı boyutlara tırmanmasını önler hem de Türkçeyi savunmanın farklı boyutlarına dikkat çekmenin yolunu açabilirdi. Son olarak kısaca bu konuya değinelim. Bir başka yazıda üzerinde düşünmek, tartışmak üzere bu yazıyı Türkçenin ve Türkiye’nin özgünlüğü- özgüllüğü konusuyla kapatalım.
***
Türkçe hem ulusal bir dil olarak hem de farklı etnisitelerin ortak anlaşma dili olarak önemini, ulusal dil olma özelliğini korumaktadır. Şu meşhur “dış güçler” ne yapsalar bu olguyu karartamaz, yok edemezler. Dil çünkü başka dillerle ilişkisinde de bu özelliği ile kendini gösterir; ülke içinde ortak dil olma özelliği ile de eğer siyaset dilin öteki dillerle ilişkisini, birbirine çevrilmesini bağnazlıkla zedelemez, yasaklarla yolu kapatmazsa çözümlerin ortak dili olma yeteneğine de sahip olacaktır. Bu başlı başına önemli bir misyondur ve ancak siyasetin elinde ete kemiğe bürünebilir. Kuşkusuz bu konuyu tartışmaya değer bulanlar soldan bakmadan, konuyu derinleştirmenin, savunmanın ve sonuç almanın mümkün olmadığını da bilirler…
Ama her şey bir yana, sahi biz bunca yıldır yaşadıklarımızdan ne öğrendik?