Uzun oldu başlık. Hepsini birden iç içe anlatmaya kalkışırsak karmaşık da olabilir. Sırayla ve sadeleştirerek anlatmayı deneyelim o halde.
Gösterimde Whiplash diye bir film var birincisi. Amerika’daki meşhur bir müzik okulunda eğitim gören bir davul öğrencisinin öyküsü yahut trajedisi. Tipik Hollywood filmi, Oscar adayı, gençler gidiyor, melomanlar (müzik tutkunları) gidiyor, başarı/hırs/disiplin ekseninde yaşamını sürdüren ve bu sürüp giden şeyi sorgulayan yakası beyaz kardeşlerimiz gidiyor, seviyor. İyi. Eğlenceli... Ama aynı Rocky gibi.
Mantık aynı. Basınç seviyesi aynı. Dramatizasyon aynı. Davulcu kardeşimizin, “Acı yok, acı yok, acı yok...” diye zorluklara katlanışı da Sylvester abinin tıpkısının aynısı. Kendine model olarak Charlie Parker’ı almış lakin. Kötü. Eksik. Üstüne bir de yanlış. Neyse, geliriz oraya sonra.
İzlerken kaptırıp giderseniz, hiçbir sorun yok aslında filmde. Duygusal özdeşleşme, heyecan, adrenalin, hırs, zorluklarla başa çıkma, aşırılıklarla da baş edebilen yüksek irade, talebeleri süründüren edepsiz öğretmene/otoriteye haddini bildirme vb. vb. kapılıverirsiniz zaten rahatlıkla bu akıma. Ancak yabancılaşırsanız yandınız; yalan dünya, her şey bomboş, akademi sarhoş, akademisyen nahoş... Talebe mi? Her zamanki gibi, “Acı yok, acı yok, acı yok…” abi… En sonunda “özdeşleşme gereği” kahraman da olacak tabii… Olmadı, “anti-kahraman” veririz, Hollywood’un geniş repertuarından seçiniz.
Dramatik akışa kapılıp ve hatta anlatılanlarla özdeşleşip iyice içine doğru girerseniz; müziği ve sanatı, teknikte ustalaşma ve ötesinde bir teknik gösteri olarak kabul etmeye başlayabilirsiniz. Mükemmel teknik arayışı ya da “hız, güç ve gösteriş” üzerine kurulu bir düzen.
Bir de büyüğü seviyor tabii ki Hollywood ya da Amerikan yaşam tarzının inşa ettiği estetik algı. Büyükle büyülemeyi seviyor. Abartmayı. Amerikan yaşam tarzı ve fastfood kültürünün daha büyük hamburgerlerine, daha iri pop corn menülerine eşlik edebilecek daha abartılı görsel/işitsel şölenler lazım muhtereme.
İşbu büyüklük/abartma manyaklığına, gigantomania deniyor literatürde. (“Giant”tan, yani “dev”den türetme.) Bunun örneklerini birincisi faşizmin estetiğinde, ikincisi Hollywood’da S. Stallone’nin, A. Schwarzenegger’in vb. oynadıkları filmlerde daha “kolay” görebilirsiniz ama Whiplash’te de olay paralel aslında. Davulda daha hızlı olacak, çok çalışacak en hızlı olacak, kaçık hocanın istediği ritmi yakalayacak, trafik kazasından hemen sonra bile kafayı gözü yardığında biz “O-ha!” derken o yine de çalmaya çalışacak, en sonunda da öyle bir solo attıracak ki herkes görecek aslında neymiş be abi…
Özetle, “Abi bak gördün mü, ne şahane çalmış, adam yardırıyor ya, koptu gitti valla” vb. diyip hayran hayran izleyeceğimiz yüce/kaçık sanatçı tipinin zorlu eğitim süreci bu. Abartmanın bir ucunda da deha boyutu ya da deha pompalaması var haliyle. Çünkü öyle çok çalışacak, öyle deneyimler yaşayacak ki bizim eleman, tıpkı Charlie “Bird” Parker gibi tartışılmaz, büyüleyici bir deha olacak sonunda.
Her şeyin abartıldığı, biz fani insanların şaşırıp kalakaldığı, izlemekle yetindiği, dehaları yetiştiren büyük, büyülü ve eh haliyle çok meşakkatli bir dünya bu. Herkes yapamaz o dünyada. Herkes erişemez o mertebelere...
Şimdi biraz filmden kopup, müziğin ve sanatın daha içsel tartışmalarına doğru geçelim dilerseniz. Yine filmle uyumlu bir örnekle başlayalım. Arada başka kulvarlara uzansa da fusion gitarının bir ustası, John McLaughlin söylesin mealen; “Dünyanın en iyi gitaristi ben miyim? Olabilir. Günde 12 saat gitar çalıyor/çalışıyorum. Tabii eğer benden daha çok çalan/çalışan biri varsa odur en iyi gitarist.”
Öyle mi? Değil sanki.
Neden mi değil? Onun için sıradaki kavramımıza bakalım bir de: Tamuyarlık.
Afşar Timuçin hocamızın geliştirdiği bu kavramı, özle biçim arasındaki uyarlık/uygunluk meselesini çözmek, çözümlemek açısından gayet uygun! Timuçin, “Nazım Hikmet’in Şiiri” adlı kitabında, usta şairimizin şiirindeki biçimsel denemelerle yoğun içeriğin nasıl bütünleştiğini, birbiriyle iç içe geliştiğini ve birbirine tam olarak uyabildiğini anlatırken kullanıyor bu kavramı.
Birkaç sene önce katıldığım bir kavram atölyesi kapsamında, “tamuyarlık” kavramını da inceler ve farklı sanat dallarından örnekler verirken, müzik dünyasından önrekler arasında bir başka Kuş’a (Bird) ulaşmıştık. “Little wing” (”küçük kanat”) adlı şarkıda anlatılan bir kuştu bu. Bu şarkıya önce ünlü şarkıcı Sting’in getirdiği yorumu dinlemek mümkün: https://www.youtube.com/watch?v=0t73ZTRCdIc
Şarkının ortalarına doğru uzun bir gitar solo işitecekisiniz. Uzun ve mükemmel. Kusursuz. Teknik olarak harika vb. Hiram Bullock adlı bir gitarist çalıyor. Yine fusion dünyasından, birçok stüdyo albümünde çalmış, kendisi de caz-rock albümleri yapmış bir gitarist.
Ardından aynı şarkıyı, bir de orjinalinden, Jimi Hendrix’ten dinleyebilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=DSPoYlfY0j4
Hiç de Bullock’unki gibi mükemmel olmayan, kırık dökük, kesik kesik bir solo. Kırılgan. Tıpkı kanatları küçük, rüzgar karşısında ne yapacağını bilemeyen kırılgan bir kuş gibi!!! Tıpkı şarkıda anlatıldığı gibi...
Evet, teknik olarak mükemmel olan, “Whiplash eğitimi”nden geçen gitar solosu Hiram Bullock’tan. Ama solo o kadar iyi ki, kanatlar bir türlü küçük olamıyor. Kocaman, devasa, gigantomanic bir şey. Küçük kanada ruhunu veren, onun kırılganlığını anlatan, rüzgarda savruluşunu gösteren solo ise Jimi Hendrix’ten. Tamuyarlık böyle bir şey işte. Olay, yorumladığınız eserin derdine/meramına en uygun biçimi geliştirebilmekte, tam uyarlılığa gidebilmekte, küçük kuşun ruhunu yakalayabilmekte. (İlgili derste, bir diğer örneği türkü dünyasından ve onun iki farklı yorumcusundan seçmiştik. “Deryalar” adlı bu ağıt/türküyü, dilerseniz önce bir oyun havası tarzında Arif Şentürk’ten - https://www.youtube.com/watch?v=Nys4SWcNmDw – sonra bir de tamuyarlık arayışı içerisinde, sözlerine biraz daha dikkat ederek ve ağıt tarzında Emin İgüs’ten dinleyebilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=g6iwbqQJml8#t=24 Fazla söze gerek yok zaten!)
Elbette teknik bir temel oluşturmak, bunun üzerine çok çalışarak onu geliştirmek, kendinden önce üretenleri takip etmek, mirası deşmek, yaratıcılığı da tetikleyen bir çalışma disiplini geliştirmek vb. vb. çok önemli meseleler ama onun ötesinde yaşamın içinden, hakiki deneyimlerden ve mücadeleden gelmek, gerektiğinde çamura batmak, sahici duyguların içinden geçmek, hayallerin ve düşüncelerin soyutlama gücünde bu sahiciliği yeniden üretmek… Bird ya da Hendrix ya da tüm has müzisyen ve sanatçılar bu otantik deneyimlerden ve onun ruhundan fışkırır… hız ve teknik eğitimlerinden değil!
Anlatılanlarla anlatım tarzı arasında bir uyum yakalamak ve yeni olanı, yeni biçimleri zorlamak da meselenin bir başka boyutu. Bird ile Hendrix yine buradalar. Ve son kavramımız olan “avangart”ın içindeler. Kendi dönemlerinde, icra ettikleri müzik türünün sınırlarını zorlayarak, öncülük yaparak, yeni anlatım tarzları/biçimler geliştirerek, onu ileriye doğru ittirmişler.
Sorun hangi türü dinlediğinizde yahut icra ettiğinizde değil o halde. Klasik, caz, rock, elektronik, folk... yeniyi ne kadar zorluyorsunuz, ne derece öncülük yapabiliyorsunuz, bu da meselenin bir parçası.
Biçim arayışları, yeni formlar peşinde koşturmak, sınırlarda dolaşıp dışarı taşmak, yeni anlatım biçimleri ve füzyonlar geliştirmek vb. derken, mevzu müzikse, “notalar, armoni, ritim, melodi, ölçü, tonasyon, unison, ostinato, legato, glissando vb. vb.” bunların hepsini bilip, deneyimleyip ilerlerken yine yeni formlara açılabilmek işte...
Çalışma disiplini, tekniğin gelişimi, daha hızlı olabilmek, virtüozite, icabında “kopmak” falan bunlar da iyi şeyler tabii. Yaptığınız işin ruhu, has sanatın dokusu kadar olmasın onlar da en temelde lazım. Lakin hız ve büyüklük tutkusuna kapılıp abartmayın!
Siz en iyisi, Bird gibi, kuş gibi – daha büyüğe, daha hızlıya, yapay arayışlara vb. değil de – özgürlük arayışına doğru kanat açın... Kanatlarınız küçük de olsa, aldırmayın...