Utanmazlar
Türkiye’de kulüplerin sorunları tartışılırken, masaya getirilen en güçlü argüman, kulüplerin sahiplik sistemine dönmesi olur.
Sizi bilmem ama benim için 2021’in spor alanındaki en önemli olayı, dünya futbolunu domine etme iddiasında 12 kulübün, Avrupa Süper Ligi adında yeni bir lig formatını tanıtıp, ertesi gün o karara imza atan yöneticilerinin sokağa bile çıkamayacak hale gelmeleri oldu. Böyle bir teklifi ortaya getirebilme cesaretlerinden bağımsız olarak, belli ki böyle bir kitlesel tepki alacaklarını öngörmüş değillerdi. Bu kadar toplumlardan kopuk insanların, toplumlar adına kararlar alabilme yetkisini kendilerinde görmeleri ise tarihin sayfalarına yazılmış oldu.
Uzun uzun anlatmaya gerek yok. Avrupa futbolunun önde gelen 12 kulübünün başkanları çıkar ve biz böyle uygun gördük, bundan sonra bu 12 kulübün merkezinde olduğu yeni bir futbol ligi formatı oluşturduk, hayırlı olsun derler. Bu format, kurguladığı yapısı gereği; gücü ve parayı bir piramit şeklinde, piramidin tepesinde biriktirmek amacıyla kurgulanmış bir formattır. Zaten bu, sadece spor alanında değil, hayatın her alanında görmekte olduğumuz çok bildik bir hikaye.
Öyle bir lig formatı düşünün ki, gücünü yerelliğinden alan rekabetlerin, yeteri kadar gelir üretmediği gerekçesiyle üstünü çizip, dünyanın en iyi futbolcularının oluşturduğu bir takım yapılar üzerinden çok daha fazla eğlence vermeyi taahhüt ediyor. Yani esasında mahallenizdeki bakkalla Fenerbahçe – Galatasaray sohbeti yapmayın, gelin size Real Madrid - Juventus maçının kritiğini yaptırayım diyor. Tüm dünya otursun kalksın, bu 12 takımın ve aslında 12 şirketin etrafına doluşsun, neyi nasıl konuşacağınızı ve güç atfettiğiniz her şeyi de bu 12 şirket sunsun kabulüyle hareket ediyor.
Burada esasında mesele, onların oyunu nasıl gördükleri, oyuna nasıl bir şekil vermek istedikleri, buna güçlerinin veya haklarının olup olmadığı değil. Çünkü onlar bunu yapmak isterler. Burada mesele, toplumun buna ne reaksiyon vereceğiyle alakalı. Çünkü, bu muktedirler yaptıkları veya yapmayı tahayyül ettikleri her konuda topluma bakarlar. Bu kararlarını açıkladıkları günün ertesi gününde, artık karara imza atan isimlerin sokağa bile çıkamayacak hale gelmiş olduklarını görmek, işte yılın spor adına en anlamlı olayıydı.
Kimler kimler ne tepkiler göstermediler ki... Önce taraftar grupları ayağa kalktı. Bizim kulübümüzü, değerlerimizi oluşturan yer, yerel rekabettir dediler. Biz bir pub’da farklı takımı tutan bir arkadaşımızla futbol sohbeti yapamayacaksak, o rekabeti kendi içimizde yaşayamayacaksak, tüm bu olan bitenin ne anlamı ver dediler. Bunu öncelikle bu ligin zaten kurucusu olan, ağızlarına bir parmak bal çalınan, kendilerini ayrıcalıklı pozisyonda hissetmeleri beklenen kulüplerin taraftarları söyledi. Liverpool kulübünün simgesi olan, gücünü de belli oranda oradan aldığı meşhur KOP tribünü, ertesi gün yaptığı açıklamada bu karar uygulanırsa tribünlerden çekileceklerini resmen ilan ediyorlardı. Diğer taraftar grupları da onları takip ettiler.
Sonra kulüplerin efsane karakterleri ortaya çıktı. Eski sporcular, görev yapmış eski personeller, eski başkanlar. Gerçekten neden efsane olduklarını, kulübün tarihini, değerlerini gerçekten bilen insanlar... Alınmak üzere olan kararı yerden yere vurdular. Yetmedi, kulüplerde faal olarak görev yapmakta olan insanlar; teknik adamlar, futbolcular, çalıştıkları kulübün (şirketin) patronuyla ters düşmek pahasına, bu yeni formatın sakıncalarını anlatmaya başladılar. Yetmedi, gücünü patronlarla kurduğu karmaşık ilişkilerden değil, okuyucusundan alan gazeteler bu kararı alan patronları adeta yerin dibine sokan manşetler attılar.
Neredeyse sadece 1 gün içerisinde, bu şirketlerin üst yapıları bir tarafta; kulüp efsaneleri, faal sporcular, teknik adamlar, spor yazarları, gazeteler, televizyon yayıncıları ve en büyük güç olarak, taraftar grupları diğer tarafta kalmıştı. Kulüplerin finansal sahipleriyle, kulüplerin kültürel sahipleri arasında bir güç savaşıydı bu.
Kısa bir süre içerisinde 12 kulübün oluşturduğu bu yapının dağıldığını gördük. Önce bir kulüp almış olduğu kararı gözden geçireceğini açıkladı, sonra diğeri, sonra diğeri. Biri ligden çekildiğini açıkladığı anda bu şekil bir lig düşüncesi tuzla buz olmuştu. Amerikan eğlence sektörünün, sahip oldukları spor kulüpleri aracılığıyla Avrupa’da gücünü arttırma projesi en azından bir süreliğine rafa kalkmış oldu.
Peki Avrupa’da bunlar olurken bizde ne oldu? İlk baktığımız şey, acaba bu lige bizi de alırlar mı oldu. Geçmiş başkanların -ki aynı zihin dünyasının üretimi olan insanlar- bazılarının Avrupa Super Ligi’ne giriş, geçmiş dönemlerde seçim vaadiydi. Bizim hedefimiz o lige katılmak diye anlatıyorlardı, milyon euro borç bırakmadan önce. Tabi bizi lige almayacakları ortaya çıkınca moraller bozuldu elbette. Zaten bu formatın amacının “bizi” bu lige almamak olduğu sonradan kavranınca bir gönül koymadık değil. Süreç biraz uzasa, birilerinin “beni al, onu alma” diyeceği kesin!
Şimdi bir hayali senaryo düşünelim. Türk takımlarını da bu lig formatının içine dahil etmiş olsalardı, bu mesele Türkiye’de nasıl ele alınırdı?
Türkiye’de herhangi bir gazetenin 3 büyükler veya onları yönetenler için “Utanmazlar” diye başlık atması ne kadar mümkün? Burada ülkemiz için olası senaryo şöyle şekillenirdi; medya dediğimiz aygıtın büyük bir bölümü, egemenlerin ortaya koyduğu projeye toplum nezdinde rıza üretilmesi adına kullanılacak aparatlar olmayı baştan kabul ederlerdi. Bize bu yeni lig formatının ne kadar güzel, ne kadar iyi olacağını ikna etmeye çalışırdı. Neymar’lar, Messi’ler havada uçuşurdu. Gücünü okuyucusundan almayan bir medyanın, gücünü aldığı yerle birlikte hareket etmesi doğal ama insan yine de başka örneklere bakıp canı sıkılmıyor değil.
Kulüp yönetimleriyle “içli dışlı” olan bir takım taraftar grupları çıkar, bir olası protestoya karşı net tavır koyarlardı. Bu protestoların kulübe zarar vereceği, yöneticilerin artık bir karar aldıkları ve bu karara destek olunması gerektiği, bu karara katılmayanların kripto rakip taraftarı olduklarının altı çizilirdi. Destek olmayanların başlarına ne geleceği ise gri alan olarak bırakılırdı, çünkü kulüp olarak birlik ve beraberlik içinde olunması gereken zamanlardı.
Türkiye’de kulüplerin sorunları tartışılırken, masaya getirilen en güçlü argüman, kulüplerin sahiplik sistemine dönmesi olur. “Efendim bu kulüpler satılsa, satın alan kişi nasıl ki kendi şirketlerini yönetiyorsa, o hassasiyetle yönetir ve bu kulüpler kalkınır, ileri gider”. Bir parmak şıklatmasıyla dağılan bir diğer argüman bu oldu. Her nasılsa bu argümanın sahipleri yazmaya devam ediyor. Kulüp sahipleriyle, kulübün gerçek sahibi olan taraftar kitleleri arasında bir çıkar birliği oldu ön kabulüyle zemin bulan bu argümanın yerle bir olduğu yer, tam da bu “çıkar birliği” safsatası oldu. Demek ki, kulüp sahiplerinin çıkarıyla, o kulübün taraftarı arasında her zaman çıkar birliği olmuyormuş. Kulübün finansal menfaatiyle, taraftarın isteği her zaman örtüşmüyormuş. Kulüp sahibinin tek arzusu daha fazla kar etmek iken, taraftarın daha başka değerleri varmış. O değerler de zaten bu oyunu bu kadar sevilir kılan değerlermiş.
Mesele muktedirlerin neyi nasıl hayal ettikleri değil. Toplumun buna rıza gösterip göstermemesi. O yıkılmaz, o güçlerinden sual olunmaz görünen bir takım siyah ceketli adamların bir parmak şıklatması suretiyle yıkılıp gitmesidir esas mesele. Bu oyunun ve aslında hayatın, hangi dinamikle döndüğünü biraz kavrayabilsek, üzerimize özenle seçilmiş bilgi, haber ve içeriklerden kendimizi biraz koruyabilsek bugüne kadar kaybettiğimiz onca cepheyi geri alabileceğimizi görmüş olduk. Bu olay, onlar tepedeki yıldızları gösterirken, yıldızlara değil kendi durduğumuz yere bakabilsek; değişim, dönüşüm ve hatta devrimin hiç de öyle uzaklarda olmayabileceğini ortaya koymuşsa, ben bundan daha büyük bir olay bilmiyorum. Darısı başımıza!