Kavga

Soru aslında yine çok açık. Bu kavgaların tarafı kim? Kim kimi dövüyor? Mücadele kiminle? Cevap bence açık. Bu kavgaların görünürdeki tarafları; birbirini besleyen, birbirinden güç alan hatta var eden topluluklar. Bu bir tür milliyetçilik gibi esasında.

Futbol sezonunun sona geldiğimiz şu günlerde şampiyon belli oldu, küme düşenler belli oldu. Sahada oynanan oyun iyice manasız hale geldi. Zaten futbolu izleyen de yok. Hal böyle olunca, insanlar birbiriyle kavga edecek yeni mecralar aramaya başladılar ve bu konuda da çok başarılılar.

Fenerbahçe’yle Trabzon bu konuda zirveyi paylaşıyorlar. Geçmişten gelen ve sönümlenmek bilmeyen bir çeşit husumet, futbol oyununun manasızlaştığı şu günlerde tekrardan piyasaya sürüldü. Trabzonspor şampiyonluk kutlamasında Fenerbahçe’ye yapılan atıf, sonrasında Fenerbahçe’nin geçmişte aldığı kupanın törenini şimdi yapması gibi bir sürü anlamsızlıklar içinde, bir ara İstanbul belediye başkanı bile bu çatışmanın ortasında kaldı. Aynı şehirde, aynı gün, hem Fenerbahçe maçı, hem Trabzonspor’un şampiyonluk kutlaması koymak gibi pek akıllıca düşünülmüş icraatlar da cabası. Ondan sonra toplu taşımada kavga, benzincide kavga, sokakta kavga, çoluk çocuklu kavga... Kavganın her çeşidinin oluşması için her türlü ince düşünce mevcut. Bütün bu kavga ortamı içerisinde birbirinden alkış, takdir talep eden insanların da aslında alkış talep etmediklerini söylemek gerekiyor. O da bir çeşit rakibini deşme unsuru olarak kullanılıyor. Fenerbahçe’nin saygı gösterisi, tebriği şık olurmuş. Gerçekten mi?

Beşiktaş’ın kavga etmeyi en sevdiği camia ise, hakem camiası olmaya son dönemde de devam etti. Beşiktaşlılar neredeyse her hakemlere karşı bilenecek bir unsur bulabiliyorlar. İşin enteresan tarafı, hakem camiası da birbiriyle kavga etmekte olduğu için iş daha karışık bir hal alıyor. Hatta ironi şu ki, geçenlerde Fenerbahçe kulübü başkanı Ali Koç, Beşiktaş kulübünü hakemler veya TFF ile yeterince kavga etmemekle suçlayınca, Beşiktaş taraftarıyla başkanı karşı karşıya gelmek durumunda kaldı. “Başkan baksana, bizim haklarımızı Fenerbahçe savunuyor” denince ortam daha da renklendi. Yani eğer kavga etmiyorsanız da birleşip sizi dövüyorlar bu sefer de. Herkesin yaptığı şeyi yapmamanın verdiği “acaba bir şeyleri mi ıskalıyorum?” hissi belki de.

Galatasaray ise şu sıralar en yakın arkadaşını başka bir arkadaş grubuna kaptırmış gibi köşesine çekilmiş duruyor. Ezeli rakip, ebedi dost Fenerbahçe, kendisine kavga edecek yeni arkadaş bulunca Galatasaray biraz yalnız kaldı. Lakin bunu da fırsata çevirmek mümkündü, Galatasaraylılar da kendi içlerinde kavga etmeye başladılar. Her gün Galatasaray camiasının önde gelenlerinden birileri çeşitli mecralara çıkıp “Galatasaray’ı bu hallere düşürenleri affetmeyeceğiz” şeklinde dışarıdan da ne olduğunun pek anlaşılmadığı camia içi sloganlar atmaya devam ediyorlar.

Konu sadece futbolla sınırlı olsa, yine idare edilebilir bir tarafı olurdu. Bu bir yaklaşım olduğu için, bu yaklaşımla içine girdiği her yeri kendine benzetiyor. Geçtiğimiz hafta kadınlar voleybol liginde Vakıfbank, Fenerbahçe’yi yenip kupayı kazanınca birkaç günlüğüne yeni bir gündemimiz daha oldu. Tam da yukarıda tarif ettiğim kitlenin sarı lacivertli renklere gönül vermiş olanları çıktılar ve “Fenerbahçe spor kulübü bu tür amatör branşlara bütçe ayırmasın” dediler. Çünkü finalde kaybetmişler. Yani finale çıkamamış olsa o kadar sorun değil. Finalde kaybedince kulübün üzerine yapıştığı iddia edilen bir tür “kaybeden” algısını besliyormuş. Yani diyorlar ki, “arkadaş finali kaybediyorsun, ondan sonra bizle şaka yapıyorlar...” Yani Fenerbahçe’nin voleybol sporuna yaptığı katkı, en basit ifadesiyle genç kadınların, o voleybolculardan feyz alıp spora yönelmeleri, rol modellikleri gibi unsurlar bu zihniyet için sıfır değerinde. Zaten o sporu yıl boyu takip ettiği de yok. Kupa alma ihtimali ortaya çıkınca takip etmeye başlıyor, kupanın kendisini üzerinden Fenerbahçe’nin büyüklüğünü anlatabileceği bir argüman olarak kullanıyor. Kaybedince de “kapatın gitsin kardeşim” diyebiliyor. Bunu eleştirdiğinizde size yapıştıracakları yafta da belli “romantik”. Hayatın gerçekleri varmış. Sizin o gerçek dediğiniz ve yekten kabullendiğiniz değer sisteminiz içinde, hayata dair değerli bir yan bulmak mümkün değil ama olsun.

Soru aslında yine çok açık. Bu kavgaların tarafı kim? Kim kimi dövüyor? Mücadele kiminle? Cevap bence açık. Bu kavgaların görünürdeki tarafları; birbirini besleyen, birbirinden güç alan hatta var eden topluluklar. Bu bir tür milliyetçilik gibi esasında. Karşısında koyduğu düşman, özünde kendi varlık sebebi. Düşman olmadan futbolda veya daha geniş ifade edersek, sporda bir mana bulamıyor. Taraftarıyla, sporcusuyla, medya mensubuyla, yöneticisiyle, başkanıyla bunlar aslında aynı duygunun, aynı düşüncenin, aynı düzlemin farklı renkleri. Burada Galatasaray, Beşiktaş, Fenerbahçe, Trabzonspor kavgası yok. Kavga, bu zihniyetteki insanlarla futbolu bir sosyal, sportif etkinlik olarak gören, tüm bu meselelere pozitif duygularla yaklaşan insanlar arasında gerçekleşiyor.

Fenerbahçeli taraftarlarla Trabzonsporlu taraftarlar toplu taşımada birbirlerine girdiklerinde, bunun mağduru, orada birbirine küfreden, yumruk atan insanlar değiller. Onlar evlerine gidip yaptıkları şeyleri çevrelerine gururla anlatacaklar. O durumun mağduru, 6 yaşındaki çocuğuyla orada korku içinde bulunan insanlar oluyor. Bu ülkede, bu insanların haklarını koruyacak, onların varlığını önemseyecek bir mecra yok. Öyle olduğu için de futbolseverler her geçen gün futboldan uzaklaşıyor ve kendine kavga edecek yer arayan insanların ağırlığı artmaya devam ediyor. Bu sadece o veya bu tedbirle çözülecek bir sorun olmaktan çıkmış durumda. Futbola da devrim gerekiyor.