Üçüncü ittifak deklarasyonunun farkı ve ‘Kürt sekülerleşmesi’

İttifak bileşenleri ve onu bireysel veya kolektif düzeyde destekleyenlerin elinde, Emek ve Özgürlük İttifakı isminin hakkını gayet iyi biçimde veren bir deklarasyon bulunuyor. İttifakın sahip olduğu yüzde 20’lik oy potansiyelini realize etmesi için, bu metinde ifade edilen hedeflerin somut bir program, söylem ve eyleme dönüştürülmesi gerekiyor.

Son yazımın üzerinden 3 ay geçmiş. Bazı kayıpların ardından insanın eli bir şey yapmaya gitmiyor. Sonra yas yerini sızıya birakır ve eski hayat rutinlerine eksilmiş halde dönmeye başlarız. Bu akış içinde yazmak diğer yaslılarla vakit geçirmekten, borçların ödenmesinden, dostların omzuna yaslanıp güç toplamaktan, okuyup, düşünmekten, yarım kalan işlerin tamamlanmasından, verilen sözlerin tutulmasından sonra gelir. Belki bazıları daha farklı işler, ya da işlemez bilemiyorum ama üç aydan sonra yeniden yazmaya başladım.

Son üç ay içindeki en hayırlı olay kuşkusuz, 24 Eylül Cumartesi günü Emek ve Özgürlük İttifakı’nın (EÖİ) ilan edilmesiydi. Toplantının kendisi ve genel başkanların konuşmaları belli bir ilgiye mazhar olsa da ittifakın irade beyanı olan deklarasyon metninin daha fazla gündemleştirmek gerektiğini düşünüyorum. Deklarasyonda kısa ve öz biçimde ifade edilen söz ve tutumları inceltmek, ayrıntılandırarak sokaklarda, pazar yerlerinde, kahvelerde, toplu taşıma aktarma noktalarında toplumla paylaşmak gerekiyor.

Yüzeysel bir bakışla, deklarasyon metninin, demokrasi, özgürlükler, Kürt meselesi, emeğin hakları gibi pek çok konu başlığında söylenenlerin Kürt legal partileriyle Türkiye solu arasındaki önceki seçim ittifaklarının ortaklaşma metinlerindekilerden çok farklı olmadığını söyleyenler olabilir. Halbuki, biraz dikkatli bakıldığında, EÖİ deklarasyon metninin bu temalar arasındaki ilişkilerin kuruluş tarzı, iç tutarlılığı ve oluşturduğu bütünsellik bakımından bileşeni her bir sosyalist partinin  altına iç rahatlığıyla imza atacağı bir içeriğe sahip olduğu fark edilecektir. Nitekim, dahil olmayan sol çevrelerin 24 Eylül sonrasında EÖİ’ye dönük kimi eleştirileri olduysa da bunların hiç biri deklarasyon metnine dönük değildi. Onların dahi bu hususta bir eleştiri getirmemesi büyük ölçüde Deklarasyon’un sözünü ettiğimiz sosyalist bütünselliği, sistematiği ve tutarlılığından kaynaklanıyor. EÖİ deklarasyon mentinin farklılığına geçmeden önce, ittifakın ilanından sonra önünde beliren engellerden de bahsetmek istedim fakat sonra yazacaklarının asıl anlatmak istediklerimi arka plana itebileceği düşüncesiyle bu netameli konuyu son nota atmaya karar verdim. İlgilenenler bakabilir[i].

PEKİ İTTİFAK DEKLARASYONUNUN NESİ FARKLI?

Girizgahında söze; “içinden geçtiğimiz bu olağanüstü süreçte ekonomik ve politik acil görevlerin gerçekleşmesi için hedeflediğimiz ittifak, sömürülen ve ezilen bütün halk kitlelerinin ittifakı” biçiminde tanıtarak başlayan EÖİ deklarasyonunun ilk altbaşlığının “İnsanca Çalışılacak ve Yaşanacak Bir Ekonomik Düzen” olması bilinçli bir sosyalist tercihtir.

Bu başlıkta, toplumun birinci derdinin, izlenen sömürü ve baskı politikalarının işçi ve emekçilerde, yoksul çiftçi, köylü ve esnafta, ezilen halk kesimlerinde yarattığı ekonomik ve sosyal yoksunluk olduğu belirtiliyor. Ardından, bugün herkes için ilk meselenin; hayat pahalılığı, düşük ücretler, işsizlik, yoksulluk, geçinme, barınma vb. sorunların çözülmesi için somut adımların atılması ve işçilerin, emekçilerin, ezilen halk kitlelerinin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi olduğu vurgulanıyor. Devamındaysa, zamların durdurulup, ücretlerin yoksulluk sınırının üstüne çıkarılmasından başlayarak, atılması gereken acil-öncelikli politika adımları sıralanıyor.  Metinde ülkenin temel sorunları ve çözümlerine dönük ilkesel tutumlar sırasıyla; mevcut faşizan rejim yerine halk demokrasisi, Kürt sorununa demokratik, barışçıl çözüm, kadınlar, gençler, engelliler ve dezavantajlı gruplar için eşitlik ve özgürlük talepleri ve doğa, çevre ve kültürel varlıkların korunması başlıkları altında ele alınıyor.

EÖİ deklarasyonu, “Türkiye’nin aydınlık ve demokratik geleceğini düşünen tüm kurum, kuruluş ve partilere, tek tek yurttaşlara” dönük bir çağrıyla sonlanıyor: “Hep beraber sorumluluk alalım. Cumhuriyetin 2. yüzyılında yangın yerine çevrilen ülkeyi ortak talepler ve birlikte mücadele anlayışıyla özgür ve demokratik şekilde yeniden inşa edelim.” Türkiye halklarının Cumhur İttifakı ve Millet İttifakı arasına sıkışmış bir egemen siyasete mahkûm olmadığını ortaya koyan bu kısa ve öz bu irade beyanı şu sözlerle tamamlanıyor: “Emek, barış, özgürlük ve demokrasi değerleri temelinde halkın egemen olduğu bir toplumsal düzen kurabiliriz. Bunu başarmak ezilen ve sömürülen halk kitlelerinin değiştirici gücüyle mümkündür."

Ezcümle; ittifak bileşenleri ve onu bireysel veya kolektif düzeyde destekleyenlerin elinde, Emek ve Özgürlük İttifakı isminin hakkını gayet iyi biçimde veren bir deklarasyon bulunuyor. Selahattin Demirtaş’ın dün Artı Gerçek’te yayımlanan ve İrfan Aktan moderatörlüğünde 29 gazeteciyle yaptığı toplu röportajda[ii] ifade ettiği üzere ittifakın sahip olduğu yüzde 20’lik oy potansiyelini realize etmesi içinse, bu metinde ifade edilen hedeflerin somut bir program, söylem ve eyleme dönüştürülmesi gerekiyor. Onun sözleriyle somutlaştıracak olursam: “Adı üstünde, emek politikası çerçevesinde net bir sınıf bakış açısıyla işçiden, çalışandan yana bir ekonomi programı ilan edilebilir. Bu program sade, anlaşılır ve inandırıcı bir sol program olmalı.” Peki, bu daha net sınıfsal ve emek eksenli deklerasyonun arkasındaki sosyal dinamikler neler olabilir?

DEKLARASYONUN FARKLILIĞININ OLASI NEDENLERİ

Kürt soluyla Türkiye solu arasındaki önceki ittifakların metinleriyle kıyasladığımızda, emekçi sınıflardan yana bu belirgin bir tutum farkının ittifak bileşenleri içi dinamiklerini bilmemekle birlikte, Saray Rejimi kurulduğundan beri söz konusu olan kriz-soygun halini alan yoksullaştırma ve servet transferinin yaratttığı sosyal sınıfsal bunalımın çok geniş halk kesimlerinin gerçekliği haline gelmesinin bir payı olsa gerektir. Haziran 2018 seçimlerinden iki ay sonra başlayan, döviz kuru krizi, finans sermayesi ve yandaş İslami sermayeyi ihya eden düşük politika faizi politikası ve hiper enflasyon politikasıyla bir soygun biçiminde yaşanan şok yoksullaştırmanın yol açtığı ağır bir sosyal bunalım sürecinden geçiyoruz. TÜİK istatistiklerine göre ücretlilerin milli gelirden aldığı payın son iki buçuk yılda yüzde 38,8’den yüzde 25,4’e düştüğü, özel şirketlerin payının yüzde 42’den 54’e yükseldiği Cumhuriyet tarihinin hiç bir döneminde görülmemiş düzeyde bir servet transferi, sermaye içinde de saray çevresi ve iktidar destekçisi MÜSİAD ve tarikatların oluşturduğu İslamcı orta burjuvaziyi ihya eden soygun biçiminde bir servet transferi gerçekleşiyor. Bu sosyal-sınıfsal soygunu müesses düzenin muhalefeti yamultarak ele almak zorunda olsa da tabanları ve kadroları açısından bu yoksullaştırıcı soygunun mağdurları arasındaki sosyalistler ve HDP’nin bundan kaçınma şansı bulunmuyor. Tabii, insan öznelliği kendi realitesiyle çoğu zaman denk düşmeyen çarpıklıklarla malul olduğu için yine de ittifakın büyük kümesinin yöneticileri kaçınmaya çalışadabilirdi. Neyse ki ve de iyi ki bunu yapmamış, toplumun yüzde 75-80’lik bir kısmını kapitalizmdeki gerçek sınıfsal gerçeğiyle yüzleştiren bir süreç yaşanırken, kendileri de her gün ne yiyip-içeceğini, nasıl hayatını idame ettireceğini düşünenlerin partilerinin müteahhit-emekli bürokrat partilerinden farklı hareket etmişler. Kendiliğinden patlayan emekçi direnişleri ve geçinemiyoruz eylemlerinin ve onun arkasındaki halk öfkesinin de deklarasyonun böyle şekillenmiş olmasında payı olsa gerektir.

Deklarasyonun şekillenişine etki ettiğini söylediğim söz konusu sosyal bunalım gerçekliğini, işçi-emekçi direnişleriyle, halk protestolarını Kasım 2021-Nisan 2022 arasındaki İleri Haber köşe yazılarımda ayrıntılı biçimde ele almaya çalışmıştım. Bugünkü yazıda deklarasyonun ardındaki daha öznel ve belki dolaylı sayılabilecek (Kürt coğrafyasına özgü) bir dinamikten söz etmek istiyorum. Deklarasyonunun Kürt cenahında sosyal açıdan gücünü aldığı bu öznel politik dinamiğin ipuçlarının Yusuf Ekinci’nin şu sıralar okuduğum ve doktora alan araştırmasına dayalı “Kürt Sekülerleşmesi” (2022, İletişim Yayınları) kitabının geniş kapsamı içinde fark edilebileceğini düşünüyorum.

BİR EŞİTSİZ POLİTİK GELİŞME TEZAHÜRÜ: ‘KÜRT SEKÜLERLEŞMESİ’

Ekinci’nin sorunsalı farklı olsa da Ekinci’nin kitabının satır aralarında, Türkiye’nin batısında AKP yanlısı “dindar ve kindar” gençlik ve onun karşısında milliyetçi, liberal, sosyalizme mesafeli iki kesim ön plana çıkarken, Kürt nüfusun çoğunlukta olduğu coğrafyada sol-sosyalist siyaset ve ideolojinin kentli ve genç kuşaklarda yenilenerek kök saldığının hikayesini okuyoruz. Kitapta, genç kuşaklara gelindikçe belirginleşen sol-sosyalist ideolojik tutumun Kürt toplumunun din ve onun dolayımından kurduğu geleneksel ilişki ve bağları zayıflatması, yerini modern, dünyevi ve görece eşitlikçi tutumların güç kazanması anlamında yaşanan sekülerleşme çeşitli dinamikleri ve sonuçlarıyla ele alınıp, ortaya konuyor. Türk ve Kürt coğrafyaları arasındaki eşitsiz gelişme 12 Eylül karanlığından kimin nasıl çıkmaya çalıştığıyla ilgili farklılıktan beri söz konusu. Ekinci’nin kitabı, 2000-2015 arasında eşitsiz politizasyon biçiminde kendisini vuran bu farklılığın, bugün eşitsiz bir sol-sosyalistleşme ve sekülerleşme biçimini alıp-almadığını tartışıyor.

Kitabı tanıtmaya gelecek yazıda devam edeceğim fakat çalışmadan anladığımı özet biçimde söyleyerek bir önbilgi vereyim: legal-illegal, sivil-demokratik-sosyal-kamusal alan boyutlarıyla Kürt coğrafyasında ağırlıkla HDP’yi destekleyenlerin oluşturduğu Kürt siyasal alanında (KS) genç ve kentli nesillere doğru gidildikçe kendini Kürtlük-yurtseverlik ve dindarlıkla tanımlanan sosyal-siyasal eğilim ve yatkınlığın, sola ve sosyalist ideolojiye doğru değiştiği; bununla bağlantılı olarak da gelenekler, aile ilişkileri, kadın meselesi, dine yaklaşım başlıklarında seküler bir praksisin güç kazandığı anlatılıyor.

Dünkü röportajda Demirtaş kendisine, Sizce HDP, Kürtlerin yoğun yaşadıkları bölgelerde dini bağnazlıktan bağımsızlaşması ve daha demokratik bir toplumsal yapının inşa edilmesi için ne yapıyor, ne yapmalı?” sorusunu soran Orhan Bursalı’ya;Keşke bir haftanızı Hakkari’de ya da Şırnak’ta geçirip Kürt kadınlarının gücünü, toplumsallığını yerinde gözlemleyebilseniz” demiş. Ben de Kürt coğrafyasında dinin ve aşiretlerin etkisinden yakınarak, Kürt meselesini tartışmayı taca atan 1960 model Türk solcularıyla, Kemalistleri Kürt siyasetinin son 30 yılda nasıl bir aydınlanma ve sekülerleşmeye yol açtığını anlamaları için bu kitabı tavsiye ediyorum. Kitabın ve ona temel oluşturan çalışmanın yöntemi, kavramları, bulgu ve analizlerinin ayrıntılarını gelecek yazıda aktaracağım. Yer kalırsa da eşitsiz politik gelişmenin diğer bir kutbu sayılabilecek, 15-25 yaş arası Türk seküler gençlerin (popüler tabirle Z Kuşağının) Mayıs ayından bu yana göçmen düşmanı-Türk milliyetçisi-ve piyasacı bir sağ Kemalist kulvara doğru bir savrulma yaşadığına ilişkin sol cenahtaki baskın izlenimin gerçekliği ne ölçüde denk düştüğünü, düşmese bile yansıttığı resmin nasıl etkiler yarattığı konularını tartışacağım.


[i] İttifakın potansiyel seçmenleri üzerinde nasıl bir etki yarattığına dair bir araştırma bilgisi henüz kamuoyuyla paylaşılmış değil ama 24 Eylül’den bugüne sağdan soldan, dost bilinen güçlerden EÖİ ittifakının önüne mayınlar dizilmeye başladığını gördük. Seçimlere kadar bunların büyüyerek devam edeceği öngörüsüyle hareket etmek gerekiyor. HDP’nin kapatılması kararının adaylıklar belli olduktan sonra açıklanması, seçim sathı mailinde silahlı eylemler-bombalamaların yükselmesiyle “milli güvenlik”, “terörün kökünün kazınması”, “vatanın ve milletin bekasının tehdit altında olduğu” türünden faşist güçlerin klişe ama iş gören söylemlerinin güçlenmesi, ya da ittifak bileşenlerine dönük çeşitli türden saldırılar dahil pek çok olumsuz gelişmenin ipuçları ortaya çıkmış bulunuyor. İttifak bileşenlerinin bunların gerçekleşmesine hazırlıklı olması, önlem ve karşı manevraları önceden konuşup, beraberce kurgulaması önemlidir. Bunlar ittifakın kurmay düzeyinde yapacağı işler olsa da bu işlerde olumluluklar kadar, olumsuzluklar ve tehditlerin kamuoyuyla açıklıkla paylaşılması ve halkla kadroların güvenliğinin azami ölçüde sağlanması önemlidir. Lenin’in de dediği gibi açıklık kendi açtığı yaraları kapatır.

[ii] https://artigercek.com/makale/selahattin-demirtas-en-ideal-gunah-kecisi-olarak-gosteriliyorum-226634