Film adı gibi. Film gibi… Roman adı gibi. Roman gibi… Hayat gibi. Hayatın ta kendisi gibi… Gözlerimizin önünden şerit şerit, yıl yıl, satır satır akıyor… Üstelik yazılanlar akıp giderken, karın kaslarını da harekete geçiriyor. Böylece, akla daha iyi kazınıyor.
Brecht’in (bir yerlerde) dediği gibi; “Karın kasları harekete geçtiğinde, daha iyi öğrenir/beller insan”. O yüzden yazdıklarının arasına bir şekilde mizahı da katmaya çalışmış üstat, her zaman.
Tıpkı bilgisi, deneyimi, birikimi, dili, eleştirel aklı gibi, mizah duygusu da hayli gelişkin bir başka üstadımız var karşımızda şimdi.
Tüm bu özelliklerin işaret ettiği “bilgeliği” kendisi kabul etmese de, “bizim sol cenah”ın bir bilgesinden, onun berrak ve ışıltılı zekâsından, ilk bakışta “sıkıcı” gibi görünen ama esasında pek eğlenceli olan dünyasından yansıyan hatıralar okumak istemez misiniz siz de?
Bilginin peşinde koşan ama eğlenceyi de hiç ihmal etmeyen bir bilim insanının, esprili dili ve kallavi birikimi eşliğinde, yakın tarihimize ve kimi portrelere bakmak istemez misiniz? Maalesef sayıları çok az olan bu “özel insanlarımız”ın erdemlerini (yeniden) keşfetmek? (Cumhuriyet’in [bitmek bilmez] inşa sürecinde en zorlu yollarda yürür ve en meşakkatli işleri yüklenirken, hayatla ve kendileriyle dalga geçebilme erdemlerini mesela.) Memur oğlu memur “örnek bir memur”un yaşadıklarının izinde, bürokrasinin esasını anlamak? DPT’den TÜBİTAK’a, Mülkiye’den Enerji Bakanlığı’na, cumhuriyetin bir dönemini, “kuruluş ve kurtuluş”un olanaklarını görmek? Ve elbette birçok renkli portreyle karşılaşmak, onlar hakkında farklı açılardan ve etraflıca düşünmek?
Ergun Türkcan’ın “Türkün Memuriyetle İmtihanı ya da Hayat-ı Kırtasiyem” adlı anı kitabı, bu sorulara, “isterem, isterem” diye yanıt verenler için ideal bir yapıt.
Çoktandır sayfa kenarlarına bu denli çok not düştüğüm, gülücük işaretleri koyduğum, yanına ünlemler, yıldızlar vb eklediğim bir kitap olmamıştı sanırım.
Adından yola çıkarsak; “örnek” bir hayatın izinde, Türkiye’de memuriyet kurumunun ya da bürokrasinin - belli bir zaman perdesinde - oluşumu ve gelişimi var her şeyden önce bu eserde. Roman gibi demiştik ya en başta, Kafka’nın bürokrasi/otorite eleştirisinin bir başka hali bir yönüyle. Bürokrasinin sahici, samimi ve matrak bir başka eleştirisi. Hop dedik; matrak dedik, mutlak değil! Görecelilik yahut görelilik (bilemedim, hangisi doğru şimdi) önemli bir nosyondur, bilim insanlarının özgün birikiminde.
Ve tabii geniş bir bakış açısına sahip olmak da önemli bir parçasıdır bu birikimin. Hem içeriden görüp yaşamak, hem dışarıdan bakıp değerlendirebilmek olay ve olguları. Gerçeğe daha çok yaklaşmak böylece. Başka türlü bir Kafka. Yaşanmışlık, sıkışmışlık ve tanıklıkla birlikte, bilgi ve birikim de içinde!
Bürokrasinin aklı ile akıl dışılığı zaten hep iç içe. Kurallar ve yönetmelikler gereği bir kazançtan vazgeçmek mesela. Yanlış tapu kayıtları, nüfustaki isim hataları ile Kafkaesk dünyanın ve davaların kapılarını aralayıp durmak ya da. Bürokrasi işte; üstelik a-la tur-ka… biz Doğululara, Türklere özgü taraflarıyla…
Bürokratik çekişmeler, kademeler, çekemezlikler, kayırmalar vb bir yanda; gerçekten işine hakim, dürüst, çalışkan, değerli yöneticiler diğer yanda. İhale ve rüşvet sistemi, bir o yanda bir bu yanda. İş yaparsan “rüşvet mi yedin acaba” sorusu, yapmazsan atalet. Aşağı sakal, yukarı bıyık. Matrak değil, mutlak! Mutlak bir biçimde değişmeyen bir şeyler var bu bürokraside galiba. “Devlet geleneği” de deniyor! Hasretle ve hararetle “sönümlenmesi” bekleniyor…
Her neyse, “geleneğin” erdemleri ve açmazları, olanca açıklığı ile bu kitabın içinde. Sadece bir hatırat olarak değil, “devlet mekanizması”nı somut olarak anlamak için de önemli bir yapıt kanaatimce. “En geleneksel” olanı, atanmışlarla seçilmişlerin ilişkilerini, Cumhuriyetten ve öncesinden, devlet-i âli geleneğinden gelenleri… (Son 10 küsur yılda, “ak” yöneticilerin elinde ne hale gelmiş olabileceğine dair tahmin ve düşünceler de zihninizde belirebilir belki.)
Ergun Türkcan’ın, bürokrasiyi, “bürokrasinin binaları”ndan hareketle tasviri, kitapta yer alan güzel bir örnek galiba. Benzer şekilde, odaların ve masaların paylaşımı, çaycıların özel hizmeti, sekreterlik müessesesinin önemi vb bir dizi benzer başlıkta bürokrasinin röntgenini çekse de Türkcan, bu örnek ilgimi daha çok çekti:
“Bürokrasi içsel dinamiklerine göre çoğalan biyolojik bir (sosyal) yapıdır ve bunun kabuğunu çeşitli binalar oluşturur. Bürokrasi, genelde, kendi binasını bütçeden yaptırmakla birlikte, deniz kabuklularında görüldüğü gibi, başkalarının binalarına da, ilk fırsatta el koyar ve burada gerçek bir Darwinci mücadele, yani ‘survival of the fittest’ (güçlünün bekası) kuralı geçerli olur. Bürokrasi büyüdüğü zaman yeni bina arayışına girdiği gibi yeni bir bina da onun daha rahat büyümesini kolaylaştırır. İşte, bu nedenle, bürokrasi, hiçbir binasını gelecekteki büyüklüğüne göre değill, ilerde onu değiştirmesine imkan verecek bir dar aralıkta planlar ki, her kuruluş yeni binasına girdiğinde onun yetmediğini görür; maksat hasıl olmuştur.” (a.g.e., s. 307)
Ve “portreler” demiştik değil mi? Yakın tarihin ve yaşadığımız günlerin renkli simaları, Mihri Belli’den Erdal İnönü ve Atilla Karaosmanoğlu’na, Yalçın Küçük’ten, Bilsay Kuruç, Orhan İyiler ve Korkut Boratav’a herkes burada! Sadece ana metniyle değil, dipnotları, yan notları, satır araları ve bu noktalardaki “gıybeti” ile de kıymetli bir yapıt. E, anı olur da dedikodu olma mı?!
Evet, iyi bir hatırat kitabında “dedikodu” bol olacak evvela! Merakı kaşıyan, yeni okumaları çağıran türden olacak kimisi, yakası açılmadık türden olacak diğerleri. Eski ve hafiften “kaçık” Ankara Belediye Başkanı Vedat Dalokay’ın, Ecevitlerin sevgisizliğini ortaya koyan “bir bebeği tekmeleyen” anekdotu orada, Yıldırım Aktuna’nın bir grup “yüksek bürokrat”ın huzurunda osurması burada.
Sadece dedikodular değil, derinlemesine portreler de var tabii kitapta. Sayfa 375 gibi başlayan ve üç, beş sayfa akıp giden Oktar Türel hocamızın portresi mesela. Bugünlerde Kapital’in yeni basımına verdiği yoğun emekle ve Yordam Kitap’tan çıkan “Uzun 19. Yüzyılda Orta Avrupa” kitabıyla gündemde. Türkcan’ın çizdiği portreyle baktığımızda, DPT’de İPD (İktisadi Planlama Dairesi) başkanı olarak uzmanlığı, buradaki titizliği, ayrıntıcılığı, birikimi, derinliği, çok yönlü entelektüel kimliği, her işini kendisi yaptığı için sekreter kullanmaması ama bunun bürokratik teamüllere aykırı olduğu için ciddi sorunlar çıkarması, işini bütün ayrıntısıyla içine sindirerek halletmeden teslim etmemesi vb vb güncel portreyi tamamlayabilir sanki. Ve bir ara sonuç: “İyi kalpli, titiz bir insandan iyi bürokrat-teknokrat çıkmayacağını Oktar’dan anladım.”
Sadece “biz”den değil, “onlar”dan portreler de var tabii kitapta. Ekmeleddin İhsanoğlu mesela. Ergun Türkcan’ın Açık Öğretim için yazdığı “Teknoloji Tarihi” kitabı “yeterince İslami” bulunmayıp toplatılıyor ve onun yerini, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun “düzenlediği”, İslam’ın bilim ve teknolojiye katkıları üzerine inşa edilen yeni bir kitap alıyor. “Yazar dediğin günün ideolojisine uygun kitap yazmalı”, (a.ge. s. 50- 502) yalan mı? Sonra o Ekmel Bey, “günün ideolojisi”ne uygun olarak ,“sol”un cumhurbaşkanı adayı yapılmadı mı?
Galiba, en baştan beri, Ergun Türkcan’ın hangi alanlarda uzmanlaştığını, meziyetlerini falan belirtmeyi unuttuk değil mi? Bilmeyenler için; iktisat, maliye, gelişme iktisadı, bilim ve teknoloji politikalarının oluşturulması, bilim tarihi, teknoloji tarihi, planlama ve kalkınma, belediyecilik, enerji, sanayi... ve her birinde hem görev adamı/bürokrat hem de bilim adamı/akademisyen formasyonu ve titizliği... Seyahat ve sanat ilgisini, cin tonik hazırlama becerisini vb bir kenara bırakalım şimdi! Bilginin/bilimin peşinde geçen, eğlenmeyi ihmal etmeyen renkli bir hayatı, bürokrasinin gri-sıkıcı dünyasında yaşatmak kolay değil tabii ki.
Dönelim portrelere. “Onlar”da kalmıştık en son. Sadece akademi ve bürokrasi çevresi değil, hem arkadaşları olarak hem de özel sektördeki mesaisi nedeniyle, Rahmi Koç, Asil Nadir, Hattat ailesi vb en büyük sermaye ve sosyete de giriyor aralara bir yerlere. Sisteme bakışta “ilkel birikim yasası” aynı olsa da, kişiye bakışta “ince zevkli burjuva” ile Kayserili ağa arasındaki farklar da ortada.
Tekrar “bizim cenah”a dönersek; adı unutulan/unutturulan ya da “yanlış değerlendirilen/ hatırlanan” değerlerimiz de var kitapta. Oktay Yenal’ı ben tanımıyordum mesela. Ya da Dışişleri Bakanlığı koltuğunda Gündüz Ökçün gibi değerli insanların oturmasından (Amerika’da resmi bir ziyarette kütüphaneye gittiği için “kaybolmasından”) bugünkü cehalete de uzanabiliyorsunuz bu yolculukta.
Tabii söz konusu olan “hatıra” ve “portre” ise, her anlatıcı/aktarıcının kendi merceğinden görünenler ve öznellik bir şekilde devrede olmak durumunda. Aynı kişileri bir başkası anlatsa, başka dönemlerini yazsa vb, başka türlü portrelerin de burada beliren görüntüye eklenebileceği hep aklımızda. O yüzden Kemal Özer’in “Bendeki görüntüsü” yaklaşımını sevdiğimizi daha önce de belirtmiştik.
Her neyse, kişilerle birlikte olaylar da önemli. İlk ve tek TÜBİTAK grevinde, Cahit Arf ile Abidin Dino’nun bir anlamda karşı karşıya gelmesi mesela. Bilim politikalarımızın, belediye işletmelerimizin, sanayileşme girişimlerimizin, planlama faaliyetlerimizin vb çıkmaz sokaklarına dair birçok olay aktarılıyor kitapta.
Yaşam dersleri ve özlü sözler açısından da etkileyici bir kitap. “Roman okumadan tarihçi olunmuyor” (s. 176) mesela. “İnsanın yaptıkları yaşarken ödüllendirilmeli, mezarda değil” (s. 202); “Türkiye’de her şey gizli olduğu için, hiçbir şey gizli değildir” (s. 273) ya da.
Anı kitaplarında en sevdiğimiz bölümlerden “Çocukluk” bölümü de yine çok canlı burada. Kendinizde de yakalayabileceğiniz “yaramazlık türleri” ile çocukluk daha heyecanlı geliyor bana. Diğer bölümlerde haliyle bilgi/belge öne çıkarken, çocukluk faslında daha fazla “duygu” ön planda galiba. İlerleyen yaşlarda işin içine biraz “diplomasi” ve olaylara kendi merceğinden bakmanın getirdiği “kırılma”lar girerken; çocuklarda/çocuklukta, hisler/duygular daha hakiki görünüyor. Benzer bir hissi Gün Zileli’nin ve Ülkü Tamer’in anılarını okurken de yaşamıştım sanki.
Evet, son yıllarda iz bırakan okumalara baktığımda, anılar, (oto)biyografiler, nehir söyleşiler hep öne geçiyor: Ahmet Say, Orhan Suda, Ülkü Tamer, Doğan Özgüden, Taner Timur, Bülent Habora, Sencer Divitçioğlu, Gün Zileli... hep “içimizden” gelip, farklı tanıklıklar, güçlü portreler çiziyor. Şimdi onların yanına Ergun Türkcan da eklendi işte.
Bir adım ötesinde, son dönemde okuduğum biyografiler/anılar boy verdiğinde, onlardan bir boy daha derin olabilir Türkcan’ın “İmtihan”ı sanki. (Evet, deniz kenarında yazıldı bu cümle tabii). Sık sık gülümsettiğini en başta söylemiştik zaten değil mi? Yanında içki ve rakı sofraları, dost meclisleri ve sohbetler, yemekler, önden viski, votka, sonra gezi, Gezi, mücadele, hayattan eğlence çıkarmayı da bilmek vb vb... iyi cin tonik yapabilmek de önemli tabii.
Son olarak belirtmeden geçmeyelim o halde; Ergun hocamız/ağabeyimiz tam bir malumatfuruş! Bu sözcük genelde olumsuz anlamda kullanılır ama bu kez olumlu! Çünkü her şeyden önce durumun farkında ve bu özelliğiyle de dalga geçen biri kendisi. Cüretli bir adım daha atalım; Ergun hocamız, çok güzel birlikte yemek yenip (yanında içki tabii, rakı ya da daha aristokratça olacaksa şarap yahut viski) sohbet edilir diyeceğiniz türden bir abimiz.
“Bir yazarı okuduğunda, onunla oturup içmek ve sohbet etmek istiyorsan, işte o sıkı bir yazardır” diye bir söz vardı, yanılmıyorsam Salinger’den. İşte tam öyle bir abimiz! Tanımıyorum ama böyle “samimi” oldum işte ben de kendisiyle birdenbire. Bir cin tonik tarifi de alırız belki ileride. Hadi şerefe…
Bağzı notlar:
1. Okuma “macerası”nın en güzel yanlarından biri de, kuşkusuz, iyi/tartışmalı kitapların başka iyi/tartışmalı kitapları (arkadaşlarını) çağırması. Boş geçmeyin bence bu çağrıları. Taner Timur’un nehir söyleşi kitabı “Bugünden Geçmişe, Geçmişten Geleceğe” de, Ergun Türkcan’ın “Hayat-ı Kırtasiyem”ini de Yalçın Küçük’ün son kitaplarından “Çıkış 1” çağırdı. Çok iyi bir iş yaptı!
2. Türkiye’deki “kitap piyasası”nı da insafa davet edelim yeri gelmişken. Onca “gereksiz” kitap rafları kaplarken, İstanbul’da “Türkün Memuriyetle İmtihanı”na yer yok. İhtiyarlara yer yok! Bu memuriyet, Ankara’nın işidir diye düşünmüş olabilirler elbette. Çok dışarı çıkmasın, nizamı bozmasın. Yine de ilaç niyetine birkaç kitapçıya bırakır insan! Ankaralı Phoenix yayınevinden çıkan bu güzel eseri, özel sipariş üzerine İstanbul Kadıköy’deki İmge kitabevi getirebiliyor. İnternetten almaya kalkışacaksanız da, daha popüler olan “idefix”te yok ama “kitapyurdu”nda bulunabiliyor.
3. Bir de kitabın olası yeni baskıları için bir öneri olsun en sonda: Fihrist lazım bu tip eserlerin sonuna. Kitabı okuyup bitirdikten sonra, örneğin Deniz Baykal adı geçen yerleri tekrar kontrol edebilme hakkımız olabilmeli, öyle değil mi?