Bir ülkede yerleşiklerin[1] yabancı ülkelerle olan iktisadi işlemlerini kayıt altına almak ve izlemek amacıyla ödemeler bilançosu ya da dengesi adı verilen tablo oluşturulur. Ödemeler dengesinde beş denge vardır: cari işlemler hesabı, sermaye hesabı, finans hesapları, uluslararası rezerv hareketleri ve net hata ve noksan. Ödemeler dengesinde her işlem iki ayrı kaleme iki ayrı işaretle -artı ve eksi olarak- kaydedilir. Örneğin, Almanya’ya sattığımız 1000 Avro değerindeki mal bedeli, ihracat hesabına artı olarak kaydedilirken; karşılığında diğer yatırımlar, varlıklar, efektif ve mevduat hesabına eksi olarak kaydedilir. Böylelikle ödemeler dengesi sürekli dengede kalır. Bu denge ülkenin uluslararası rezerv varlıklar hesabındaki değişimle sağlanır. Rezerv varlıklarda değişimle bu denge sağlanamadığı takdirde, net hata ve noksan kalemiyle sağlanmaktadır. Net hata ve noksan kalemine, nerden geldiği/nereye gittiği belli olmayan döviz de denilmektedir. Yani kaynağı belirsiz döviz giriş ve çıkışlarını gösterir.
Cari işlemler hesabının mal dengesi, hizmet dengesi ve gelir dengesi olmak üzere üç alt dengesi vardır. Bunlar, dış ülkelerle, dışarda yerleşiklerle olan ticari mal hareketleri, yani ihracat ve ithalatı içeren mal dengesi; hizmet hareketlerini içeren hizmetler dengesi ve çalışanların ücretleri ile doğrudan yatırım ve portföy yatırımı ve diğer yatırımlara ilişkin gelirleri ve ödenen tutarları içeren gelirler dengesidir. Bunlara ek olarak, ağırlıkla yurtdışında çalışanların havalelerinden (işçi dövizleri) oluşan cari transferler de cari işlemler hesabında yer alır. Cari açık ya da döviz açığı en basit haliyle mal ve hizmet ihracatı ile ithalatı arasındaki farktır. Bu nedenle eğer bir ülke dışarıya sattığından daha fazlasını alıyorsa cari işlemler dengesi açık veriyor demektir. Türkiye de aşağıdaki grafikte görüldüğü gibi cari işlemler hesabı sürekli açık veren ve bunun temelinde de büyük ölçüde dış ticaret açığının (ithalatın ihracattan fazla olması-mal dengesi açığı) yattığı bir ülkedir.
Kaynak: TÜİK
Cari açığın ulaştığı boyutu ve Türkiye ekonomisi için nasıl bir yapısal soruna dönüşüp önemli bir kırılganlık kaynağı oluşturduğunu anlamak için aşagıdaki grafiğe bakmamız gerekir.
Kaynak: TÜİK
Grafikte, cari açığın hem Gaysi Safi Yurt içi Hasıla[2] (GSYH)’ya (mavi sütunlar) hem de Türkiye ihracatına oranları yüzde olarak yer almaktadır. Cari işlemler açığının, GSYH’ye oranı, her ülkede cari işlemler açığının gelişimini ve önemini anlamak için her zaman doğru bir gösterge olmayabilir. Özellikle bizim gibi ulusal parası tam konvertibl olmayan, küresel döviz piyasalarında parası kolaylıkla alınıp satılamayan, mal ve hizmet üretiminin büyük bir kısmının dış ticarete konu olmadığı ekonomiler için anlamlı bir gösterge olamayabilir. Bu nedenle cari açığın ihracat gelirine oranlanması daha anlamlı olabilir. Son iki yılda yaşadığımız iktisadi çöküntü nedeniyle düşen cari açık/yıllık ihracat oranı, Türkiye’nin genellikle ihracat gelirinin %30’una yakın düzeyde cari işlemler açığı verdiğini göstermektedir. Sorunun bu hale gelmesinde dış ticaret açığındaki artışlar temel oluşturmaktadır. Bu ise sanayimizin dışa bağımlı hale gelmesinin kaçınılmaz sonucudur. Sanayimizin dışa bağımlı hale gelmesinde ise Sayın Prof. Dr. Korkut Boratav’ın sıkça vurguladığı gibi, ulusal paramızın belli dönemlerde önemli para birimleri (ABD Doları ve AVRO) karşısında aşırı değerlenmesi, yani ucuz döviz politikası ile Avrupa Birliği (AB) ile yapılan Gümrük Birliği anlaşması yatmaktadır. Çünkü ucuz dövizle birlikte, büyüme ihracata değil iç tüketime bağlı hale gelir. İthalat artar. Yerli üretici hem iç, hem de dış piyasalarda yabancı rakiplere karşı rekabet gücünü kaybeder. İhracattan daha hızlı artan ithalat nedeniyle dış ticaret açığı ve cari açık kronik bir hal alır. Cari açığı finanse etmek için dış borç artar. Yaygın kullanılan bir deyimle ‘kedi kendi kuyruğunu kovalamaya başlar’ ve ülke hem iktisaden hem de siyaseten dış etkilere, şoklara ve baskılara açık hale gelir. Gümrük Birliği anlaşması ise üçüncü ülkelerle olan dış ticaretimizde tabi olacağımız kuralları belirlediği için, kısa sürede Türkiye ithal mal ve girdi cennetine dönüşmüştür. Eskiden, örneğin Eskişehir’de, buzdolabı üretiminin önemli bir yan sanayisi varken, yani parçalarının çoğu burada üretilirken, şimdi bunların hiçbiri kalmamıştır. Zaten aşağıda yer alan grafikler de bu durumu en net biçimde göstermektedir.
Kaynak: TCMB
Grafikte yer alan kırmızı çizgi ile gösterilen ve ulusal paramızın ticaret ortaklarımızın paralarına göre değerini enflasyondan düzeltilmiş olarak veren reel döviz kurunun aşırı değerlendiği[3] dönemler, cari açığın arttığı dönemlerdir. Aşağıda yer alan grafikler ise sanayimizin nasıl dışa bağımlı hale geldiğini göstermek ve anlamak için oluşturulmuştur.
Kaynak: TÜİK
Kaynak: TÜİK
Bu üç grafiğin verdiği ortak mesaj gayet açıktır. Sanayimiz dışa bağımlı hale gelmiştir, çünkü ithalatımız içerisinde hammadde (ara malı) ithalatının payı oldukça yüksektir (birinci grafik). İkinci grafik ise hammadde (ara malı) ithalatı ile dış ticaret açığı artışı arasındaki yakın ilişkiyi ve ihracatımızın bu açığı kapatmada ne kadar yetersiz olduğunu göstermektedir. Son grafik ise yaygın söylemin aksine, dış ticaret açığındaki artışta enerji ithalatının rolünün, hammadde (ara malı) ithalatına oranla daha az önemli olduğunu göstermektedir. Bir başka deyişle, enerji ithalatının ham madde (ara malı) ithalatındaki payı yatay seyrederken, enerji hariç ara malı ithalat artışı doğrudan dış ticaret açığı olarak karşımız çıkmaktadır. Yani sanayimiz bu şekilde dışa bağımlı hale gelmekte ve cari açık da en önemli yapısal sorunumuz olmaktadır. Bu nedenle cari açık sorununu çözmek için Türkiye’nin sadece ihracat rekabet gücünü artırmak yetmeyecektir. Bunun yanında aşırı ithalat bağımlılığını da azaltması gerekmektedir. Bu ise ancak sanayinin dışa bağımlılığını azaltan, plana dayalı, sanayiyi ve ekonomik kalkınmayı destekleyen kamucu anlayış ile mümkün olacaktır. Bir sonraki yazımda cari açığın finansmanı ve yarattığı sorunlar üzerinde duracağım.
[1] Yerleşikler ile bir ekonomide bir yıldan daha fazla süreyle devamlı ikamet eden, o ekonomi içinde faaliyette bulunan kişi ve kurumlar kastedilir. Bu kişi ve kurumlar devlet (genel hükümet); parasal otorite (merkez bankası); bankalar, diğer sektörler, özel kişilerdir.
[2] GSYH, bir ülkenin, belirli bir sürede, ülke sınırları içerisinde ürettiği nihai mal ve hizmetlerin piyasa değerini verir. Ülkemizde üç aylık ve yıllık olarak hesaplanmaktadır.
[3] Endeks değeri 100’ün üzerine çıktığında paramız değer kazanmakta, yani döviz ucuzlamakta; 100’ün altına indiğinde de paramız değer kaybetmekte yani döviz pahalılaşmaktadır. Rekabetçi kur ile de bu kastedilmektedir.