Geleneksel kalkınma iktisatçıları ve özellikle de ‘Yapısalcı Yaklaşım’,[1] imalat sanayiini büyümenin motoru olarak görür. Bu açıdan bakıldığında gelişmekte olan ülkelerin gelişmiş ülkeler düzeyine gelebilmeleri için sanayileşmekten başka çareleri yoktur. Bu düşüncenin özellikle 1950’li yıllardan başlayarak 1960’lı ve hatta bazı ülkelerde 1970’li yılların başına kadar genel kabul gördüğünü ve o yıllarda hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde sanayinin geliştiğini söyleyebiliriz. Buna karşılık, özellikle 1970’li yılların ikinci yarısı ile, zengin batı ekonomilerinin, II. Paylaşım Savaşı sonrası dönemde alıştıkları yüksek büyüme oranları yerine birçok iktisadi sorunla uğraşmaya başladığını görmekteyiz. 1920’lerin sonunda ortaya çıkan dünya iktisadi krizinden sonra ilk olarak işsizlik ciddi bir sorun olmaya başladı. Bu dönemden başlayarak, başta İngiltere ve ABD olmak üzere, önce gelişmiş ülkelerde ve daha sonra da orta ve düşük gelir düzeyine sahip ülkelerde, adına ‘sanayisizleştirme’ denilen bir süreç başladı ve süreç kısa sürede artan işsizlik ve buna bağlı ciddi sosyo-ekonomik sorunlar ile iç içe geçti.
İktisat yazınında farklı tanımları bulunan sanayisizleştirme, en basit biçimde ‘bir ekonomide, imalat sanayinin payının azalması ve sektörün daralması olarak’ tanımlanmaktadır. Bunun için de, imalat sanayinin Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (GSYİH)’daki katma değer ve istihdamdaki payının azalıp azalmadığına bakılır. Sözkonusu azalmayı belirlerken, imalat sanayinin paylarındaki mutlak azalmalar yanında nispi azalmaya da yoğunlaşmak gerekir; çünkü sektör mutlak olarak önemini korurken nispi olarak daha az önemli hale gelmiş olabilir. İstihdam payındaki değişimi incelemek, farklı sektörlerde üretkenlik (verimlilik) düzeylerinin gelirin büyümesi için çok önemli olması ve sanayileşme ile yeni istihdam yaratılması arasında bağlantı olması nedeniyle önemlidir. Bunların yanında sektörün ihracatının uluslararası ticaretteki payının azalıp azalmadığına da bakılır. Üretilen mallara ve işgücüne olan talep azalmaları da sanayisizleştirmede etkili olabilir.
Sanayisizleştirme sürecini açıklamakta kullanabileceğimiz ilk teori, Marx'ın azalan (endüstriyel) kâr teorisidir. Bilindiği gibi kâr teorisine göre, teknolojik yenilikler daha verimli üretim araçlarını mümkün kılar ve bunun sonucunda fiziksel üretkenlik artar. Yani, yatırılan sermaye birimi başına daha fazla kullanım değeri olan üretim gerçekleşir. Ancak, teknolojik yenilikler sonucunda emek yerine makine kullanımı başlar ve böylelikle sermayenin organik bileşimi artar. Sadece emeğin yeni ek değer yaratabileceğini varsayarsak, teknolojik yenilik sonucu artan fiziki üretim, daha düşük bir değer ve artı değer içerir ve doğal olarak ortalama endüstriyel kâr oranı uzun vadede düşer.
Sanayisizleştirme sürecini açıklamak için ana akım iktisatçılar ‘üç sektör hipotezini’ yoğun bir biçimde kullanmaktadırlar. Buna göre, bu süreç bir ekonomideki yapısal değişimin ‘doğal sonucudur’. Bir ülke az kalkınmışlık düzeyine sahipse, birincil sektör olarak adlandırılan tarım sektörü ekonomideki hâkim sektör olur. Daha sonra sanayi sektörü başat hale gelir ve nihayetinde ekonomi hizmet sektörü ağırlıklı bir ekonomiye dönüşür. Batının gelişmiş ekonomileri için bir nebze doğru gibi görünen bu sav, orta ve düşük gelir düzeyindeki ekonomilerde ortaya çıkan süreci açıklamakta yetersizdir. Çünkü bir ülke, genel kabul görmüş uluslararası standartlara göre daha düşük bir kişi başına gelir düzeyinde sanayisizleştiğinde, bu erken (prematüre) sanayisizleştirme olarak düşünülebilir. Yalnızca orta gelirli ülkeler arasında değil, aynı zamanda düşük gelirli ülkeler arasında da yaygın olan erken sanayisizleştirme, gelişmiş ekonomilerin "olgunlaşması" ile ilişkili olarak yaygınlaşan bir süreç olmasının aksine, uygulanan ve/veya dayatılan iktisadi politika değişikliklerinden kaynaklanabilir veya bu değişiklikler ile tetiklenir. Başta ticaretin serbestleştirilmesi olmak üzere, yurt içi mal piyasalarının serbestleştirilmesi, sıkı para politikası uygulamaları ve finansal serbestleşme gibi neoliberal politikaların bu süreci başlattığı ve tetiklediği yadsınamaz bir gerçektir. Şili’de 1974 yılında diktatör Pinochet tarafından yapılan ve Şili’nin sosyalist devlet başkanı Salvador Allende Gossen’i deviren darbenin ardından uygulanan bütün sermaye yanlısı politikalar, iktisadi politikalarla yaratılan sanayisizleştirme sürecinin en güzel örneğidir. Benzer biçimde, 1980 faşist darbesi ile yaşama geçirilen Özal önderliğindeki neoliberal politikalarda, Türkiye’de sanayisizleştirme sürecini başlatan iktisadi politikalar olmuştur.
İktisat yazınında ‘Hollanda Hastalığı’[2] olarak bilinen ve ekonominin bir sektörünün gelişmesi, örneğin petrol, doğal gaz ile sanayi ve tarım gibi diğer sektörlerin göreli olarak ekonomideki payının azalacağını öngören argüman da sanayisizleştirme sürecini açıklamak için kullanılabilir. Bir ülkenin önemli doğal kaynak keşfi, örneğin Arap ülkelerinin petrol bulması, turizm sektörü veya ihracatı yoğun bir biçimde finanse etmesi veya iktisadi politika değişiklikleri de orta gelir düzeyine sahip ülkelerde sanayisizleştirme sürecine önemli katkı sağlar. İktisat yazınında, sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi[3] sonucu bir ülkeye yoğun bir şekilde giren yabancı sermayenin de benzer etkiler yaratabileceği genel kabul gören bir görüştür. Ulusal paramızın (TL'nin) bu yoğun sermaye girişleri sonucu aşırı değerlenmesi ile üretimimiz olumsuz etkilenmiş, ithalat artmış ve imalat sanayinde faaliyet gösteren büyük firmalarımız, ucuzlayan hammadde (ara malı) nedeniyle üretimde kullandıkları parçaları dünya ortalama fiyatlarından almaya başlamışlar ve bunun sonucunda sanayimiz dışa bağımlı hale geldiği gibi yurt içi yan sanayi diye bir şey kalmamıştır. Yani yoğun sermaye girişleri sonucu aşırı değerlenen ulusal paramız 1980’den beri uygulanan neoliberal politikaların yarattığı sanayisizleştirme sürecinin bir anlamda tuzu biberi olmuştur.
Bizim yaşadığımız -bir anlamda erken de denilebilecek- sanayisizleştirme sürecinin kanıtlarını, izleyen iki grafikte bulmamız mümkün. İlk grafikte imalat sanayi katma değerinin, GSYİH’deki paylarını; ikinci grafikte ise tarım, sanayi, inşaat ve hizmet sektörlerinin istihdam paylarının zaman içerisindeki değişimini görebiliyoruz.
Kaynak: Dünya Bankası
Kaynak: TÜİK
İlk grafikte rahatlıkla görüldüğü gibi, Türkiye’de imalat sanayinin GSYİH katma değer payı, 1989 yılına kadar genelde artmıştır. Türk Parası Kıymetini Koruma Hakkında 32 Sayılı Karar ile kontrolsüz biçimde dış sermaye hesapları serbestleştirilmiş, sektörün payı giderek azalmaya başlamış ve 2010 yılında en düşük düzeyi olan %15,10 olduktan sonra izleyen dönemlerde bir nebze artış göstermiş; ancak sektörün payı %20 bile olamamıştır. Okurlarımızın rahatlıkla anımsayacağı gibi, ulusal paramızın aşırı değerli olduğu dönemlerde sektörün katma değer payı sürekli azalmıştır.
Benzer biçimde, sektörel istihdam paylarının yer aldığı ikinci grafikte, sanayi sektörünün[4] istihdam payındaki gelişimi göstermektedir. Sanayi sektörünün en önemli ve en dinamik alt sektörü imalat sanayidir. İmalat sanayi, gerek üretim değeri, gerekse istihdam hacmi bakımından sanayi sektörü içerisinde en büyük paya sahip sektördür. Bu nedenle sanayi sektörü istihdam payındaki değişmeler büyük oranda imalat sanayini yansıtır. İlk grafiğe paralel olarak bu grafik, sektörün istihdam payında ciddi azalmaya işaret etmektedir. Yani sanayisizleştirmenin iki klasik göstergesi, Türkiye’de 1980 yılında başlayan neoliberal dönemle birlikte ve özellikle de 1989 yılında sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesini izleyen dönemde yoğun bir (erken) sanayisizleştirme sürecinin yaşandığını gözler önüne sermektedir. Tabii ki bu süreci ilişkilendirebileceğimiz önemli açıklarımız vardır. İzleyen grafikte, cari hesap dengemiz ile ‘Türkiye'nin yurt dışından alacaklarıyla, Türkiye'nin yurt dışına borçlarının net farkını’ veren net Uluslararası Yatırım Pozisyonu (NUYP) yer almaktadır.
Kaynak: TCMB, TÜİK
Aslında NUYP yaklaşık olarak, cari açığın birikimli değerini verir. Ne yazık ki, NUYP’deki gelişmeler, ülkemizin sanayisizleştirme sürecini, yurt dışına net servet transfer eden bir ülke olarak yaşadığını göstermektedir. NUYP’nin ülke borcunun (önemli olan ülke borcudur, kamu borcu değil! İnanmayanlar bol bol Sayın Ege Cansen’in yazılarını okuyabilir!) en iyi göstergesi olduğunu kabul ettiğimizde, önümüzdeki günlerin bizim için hiç de aydınlık olamayacağını söylemek için kahin olmak gerekmez.
İzleyen grafik ise Türkiye’de cari açık ile imalat sanayinin ihracat ve ithalat farkı olan imalat sanayi dış ticaret açığının GSYİH oranlarını vermektedir.
Kaynak. TCMB, TÜİK ve Dünya Bankası
Grafikten elde ettiğimiz ilk sonuç, imalat sanayi dış ticaret açığının neredeyse cari açık kadar olduğudur. Bu bize, en önemli yapısal sorunlarımızdan olan cari açığı azaltma konusunda hem ne yapma(ma)mız gerektiğini hem de işimizin ne kadar zor olduğunu göstermektedir. Bir kere bu yapıda her zaman el parasına muhtaç olacağımız gün gibi ortada. Cari açığı finanse etmek için tasarruf (ticaret) fazlası veren ülkelere muhtaç durumdayız, çünkü bu ülkeler tasarruf özürlü ülkemizin ‘doğal finansörleri’ durumunda ve bu konumlarını da ‘Demokles’in kılıcı’ gibi başımızın üstünde tutmaktadırlar. Bu nedenle ulusal bağımsızlığımızı pekiştirmek, uluslararası finans sermayeye tutsak olmamak için topyekûn, yeni ve yeniden bir sanayileşme hamlesine gereksinim vardır. Bu sanayi hamlesi, planlı kalkınmaya dayanmalı ve kamu önderliğinde ve yönlendiriciliğinde sanayimizi bu dışa bağımlı yapıdan bir an önce kurtarmalıdır. İnsan onuruna yaraşır, uygar ve gelişmiş bir toplum yaratmamız için öncelikle örgütlü bir topluma gereksinimimiz vardır. Bu örgütlü toplumun nüvesini oluşturacak katmanlardan birisi de örgütlü işçi sınıfıdır ve ancak gelişmiş bir sanayi sektörü ile böyle bir işçi sınıfı yaratmak mümkündür. Unutmayalım ki, ancak gelişmiş bir imalat sanayi ve dolayısıyla sanayi sektörü böyle bir işçi sınıfını doğuracak insan onuruna yaraşır işler yaratma potansiyeline sahiptir. Neoliberal politikalarla esnekleştirilen ve kolektifliğe açık olmayan mevcut işgücü piyasaları ile özlediğimiz toplumsal ve sınıfsal dayanışma ruhunu yaşama geçirmemiz mümkün değildir. Yatırımların bölgesel dağılımını gözeten, Türkiye’ye kısa vadede döviz kazandırma potansiyeli olan ve istihdam dostu yeni yatırımların belli bir plan dahilinde hayata geçirilmesi en öncelikli hedef olmalıdır. Başka türlü sermayenin mutlak tahakkümü olan bu neoliberal sistem ve onun beslediği siyasi ve toplumsal düzenden kurtulmak hayal olacaktır.
[1] İktisatta Yapısalcı yaklaşım, iktisadi analizlerde ekonominin yapısal özelliklerinin önemine vurgu yapan bir yaklaşımdır. Yaklaşım ‘Latin Amerika İktisadi Komisyon çalışmaları’ ile vücut bulmuştur. Raúl Prebisch ve Celso Furtado bu yaklaşımın öncülleri olarak düşünülmektedir.
[2] Hollandalı Hastalığı, Kuzey Denizi'nde büyük doğalgaz yataklarının keşfinin neden olduğu 1960'lardaki Hollanda krizinden esinlenerek, 26 Kasım 1977'de Economist dergisi tarafından konulan bir addır. Hastalık, büyük petrol rezervlerinin, doğalgazın vb. keşfi sonucu büyük miktarda dış gelir akışı nedeniyle bir ülke ekonomisinin içine düştüğü olumsuz durumu tanımlar. Küçük açık ekonomilerdeki 'sermaye girişlerinin' Hollanda Hastalığı etkisini tanımlayan teorik çerçeve Salter-Swan-Corden-Dornbusch modeli tarafından sağlanmıştır ve bu model, yabancı yardımların ve göçmen dövizlerinin ekonomik etkilerini incelemek için de uygulanmıştır.
[3] Örneğin 1989 yılında 32 sayılı kararla serbestleştirilen sermaye hareketleri sonucu ülkemize yoğun bir biçimde yabancı sermaye girmiş ve bu sayede ulusal paramız dönem dönem aşırı değerlenmiş ve ekonomimiz bu tür sermaye hareketlerinin durması ve/veya tersine dönmesi ile 1990’lı ve 2000’li yıllarda önemli krizler yaşamıştır.
[4] Sanayi sektörü, imalat sanayi yanında madencilik ve taş ocakçılıoğı ile enerji olmak üzere üç alt ana sektöre sahiptir.