Türkiye ekonomisinde neoliberal politikaların uygulanma süreci, dünyadaki örnekleri ile yakın benzerlikler göstermektedir. 24 Ocak 1980 Kararları ile ilk uygulamaları başlatılan bu politikalar; 1989 yılında 32 sayılı karar ile sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi ile devam etmiştir. Bu kararla kontrolsüz bir biçimde serbestleştirilen dış sermaye hareketleri, ‘finansallaşma’ olarak adlandırılan süreci de iyice hızlandırmaya başlamıştır. Esasında sol ve sol ile ilişkilendirilen tüm toplum kesimlerini yok etmeyi amaçlayan bu süreç, devleti sermaye lehine yeniden yapılandırarak, yaşamın her alanına neoliberal politikaları egemen kılmıştır. Bu süreçten, sağlık, eğitim gibi esasında kamunun temel hizmet alanı olması gereken faaliyetler de nasibini almıştır. Bütün dünyada alternatifi olmayan politikalar olarak sunulan neoliberal politikalar, kapitalizmin 2008 küresel krizi ile birlikte albenisini kaybetmeye başlamıştır.
Türkiye ekonomisi bu politikalar ile sürekli dış açık veren, ciddi boyutlara ulaşan işsizlik ve yüksek enflasyon gibi yapısal sorunlarla uğraşan bir ekonomiye dönüşmüştür. Üstelik bu politikalar sonucunda sanayisi dışa bağımlı, cari açık (döviz açığı[1]) yaratmadan büyüyemeyen ve dolayısıyla da büyümesi tamamen spekülatif kısa dönemli sermaye girişlerine dayalı (spekülatif yönlü) ve istihdam yarat(a)mayan bir ekonomi haline gelmiştir. ‘Yükte ağır ama pahada ucuz’ ürünler üretip satan, ama karşılığında ‘yükte hafif ama pahada ağır’ ürünler alan bir ülke haline gelince, cari açık vermemeniz mucize olmaktadır. Nitekim Türkiye ekonomisi de bu süreçte cari açık vermeden büyüyemedi.[2]
Cari açık büyümenin temel belirleyicisi olurken, ithalat en önemli girdi ve ulusal paramızın ticaret ortaklarımızın paralarına göre değerini enflasyon etkisinden arındırarak izlememize yarayan önemli bir gösterge reel döviz kuru da, bu süreçte rol oynayan en önemli fiyat olmuştur. O kadar ki, özellikle Türkiye imalat sanayi; yabancı girdi, hammadde ve ara mal ithal etmeden üretemez hale gelmiştir. OECD üyesi ülkelerde yaklaşık % 60-63 arası değişen ihraç mallarının ithal girdi bileşen oranı, bizde bunun çok üzerine, %80’ler düzeyine çıkmıştır. Yani ülkemiz, az bir katma değerle üretim yapan bir sanayi yapısına sahip hale gelmiştir. Öte yandan, ulusal paramızın önemli paralar (ABD Doları ve Avro) karşısında değerlendiği dönemler, ana akım iktisadın öngörülerinin aksine, büyüdüğümüz ve daha fazla mal ihraç ettiğimiz dönemler olmuştur.
Büyümemiz tamamen cari açığın kısa ve orta dönem kıskacına girmiş,[3] istihdam yaratamadığı gibi, dış borçlarımızı da artık sürdürülemez bir boyuta taşımıştır. Yatırımları finanse edecek yeterli yurt içi kaynağa (yurt içi tasarruflarımız yeterli olmadığı için) sahip olmadığımızdan, yabancıların tasarruflarına (el parasına) muhtaç olmuşuz. Yani Türkiye ekonomisi “cari açık kolik” olduğu gibi, bunun kaçınılmaz yansıması olarak dış kaynak bağımlısı ve böylelikle de çıt kırıldım bir ekonomi haline gelmiştir. Üstelik ‘Dur-kalk’ biçiminde, ya da ‘iki ileri bir geri mehter tipi büyüme’ olarak tanımlanan bu büyüme süreci kaçınılmaz olarak, üretim ve ihracat yapımızı da Türkiye ekonomisinin en önemli iki sorunu haline gelmiştir.
Ne yazık ki, ekonomimizin neoliberal politikalar altında önemli sorunları üretim ve ihracat yapımızla sınırlı değildir. Başta sahip olduğumuz beşeri sermayenin, yani insan gücümüzün, verimliliğini artır(a)mayan eğitim sistemimiz olmak üzere, altyapı yetersizlikleri, vergilendirilemeyen yüksek sermaye kesimi kazançları, emekçiler üzerine çökmüş bir vergi sistemi, enerjide yüksek oranda dışa bağımlılık, başta hukuk sistemi olmak üzere kurumsal yapıların zayıf olması ve işlevsizleşmesi ile kötü yönetim, bu dönemi simgeleyen önemli sorunlarımız olmuştur. Gelir ve servet dağılımı ise bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de son derece eşitsiz hale gelmiştir.
Bunlara ek olarak, sorunlu makro iktisadi yönetim, Merkez Bankası’nın uluslararası rezervlerinin erimesine, hane halkının borç yükünün artmasına, ülkeden sermaye çıkışına neden olarak ülkemizi dış şoklara daha duyarlı hale getirmiş, dış kırılganlığımızı artırmıştır. Bu nedenlerle de artık iç kredi hacmini artırarak ve yurttaşlarımızı borçlandırarak, ekonomimizin sözünü ettiğimiz yapısal sorunlarını çözebilmek mümkün değildir. Bu politikalar ne istikrarlı bir büyüme yaratır, ne işsizlik ve enflasyon sorunlarımızı çözer ne de istikrarlı, dış şoklara açık olmayan bir ekonomi yaratır. Kırılganlıklarımızı bilerek, neoliberal politikaların yarattığı ekonomik enkazı yok etmenin yolu, ekonominin dışa bağımlı yapısını kırmaktan geçmektedir.
Gün ‘el parası ile saadet olmayacağını’ anımsama günüdür. Yeni bir kamuculuk anlayışı ile devletin ekonomideki rolünü iyi tanımlamak; devleti ekonomide hem üretici hem de düzenleyici olarak etkin bir hale getirmek ve iktisadi yapıyı bir plan disiplini ile şekillendirmek gerekir. Aksi takdirde bu yapısal sorunların üstesinden gelmek mümkün olamayacaktır. Bunu anlamak ve geniş halk yığınlarına anlatmak önceliğimiz olmalıdır.
[1] Rahmetli Güngör Uras, cari açığı (döviz açığını); belli dönemde ülkenin olağan döviz gelirleri ile döviz giderleri arasındaki fark olarak tanımlar ve ‘olağan döviz giderleri ithalat gibi döviz giderleridir. Olağan döviz gelirleri ise ihracat ve turizm gelirleri gibi döviz gelirleridir’ diye tanımlardı.
[2] İnanmayanlar 1994, 1998, 1999, 2001 ve 2019 krizlerinde ne olduğuna bakabilirler.
[3] Ayrıntılı bilgi için bkz. Özer ve Maloviç (2020); Ball and chain effect: Is Turkey’s growth rate constrained by current account deficit?, Physica A 558 (2020) 124997. https://doi.org/10.1016/j.physa.2020.124997.