“Aynı zamanda, trombonun derin, işlenmemiş, tok sesine öykünmeye çalıştım, bunun tek nedeni yazmanın beni çok sinirli yapması, öyle ki denetlenemez bir gülme krizine tutulabilirim.” (Clarice Lispector, Yıldızın Saati)
Geride kaldım yine, çok geride. Elimde upuzuuuuuuuuuuun, tükürük dolu bir boru ile.
Salladım... iyice bir salladım. Nitelikli sıvı görsün millet. (“Millet” dediysem yanlış anlamayın, on, on beş kişi sadece. Yanlış anlamayın ama küçümsemeyin de; sahnedeki beş kişilik nüfusumuzun iki ya da üç katına çıktığımız “başarılı” günlerimizden biri daha demek. Peki, nasıldır hiç düşündünüz mü, iki tarafın nüfusu birbirine tamamıyla denk geldiğinde kendini “başarısız” hissetmek?.. ) İyi... görsünler... nasıl bir emek ve nefes harcadığımı bilsinler... kendi solomu düttürürken rahatmış gibi görünmem yanıltmasın onları, solom bittikten sonra borunun içinden çıkan suyla ölçsünler verdiğim emeği, katlandığım zahmeti, belki de aldığım zevki.
Zevk mi? Orası tartışmalı tabii.
Ama şunun tartışma götürür bir tarafı yok: Bugün burada ben, Milosz Karaczek olarak bu sahnede muayyen bir yer kaplayabiliyorsam ve sahnenin kenarında oturup diğer soloları dinleyebiliyorsam, bunu sahnenin önünde kendi solo sıram geldiğinde gösterdiğim performansa borçluyum bir bakıma.
Şunu asla unutmayın; “ezgi – solo (çal) – solo (mola) –solo (mola) –solo (mola) – ezgi” sırasıyla nefes alabiliyoruz biz bu yavan dünyada. Aldığımız nefesi üflüyoruz sonra borumuza. Brasssssss.
Bol bol tükürük de var yanında. Yavanlığı yenebilelim diye üflüyoruz ama acep yeni bir yavanlık mı üretiyoruz... soru ortada!
Ön sırada dayanamayan seyircilerimiz olabiliyor bu “likit zorunluluğa”… İğrenen ya da. Her neyse, onlar da müşteri, onlar da velinimetimiz. Bir dahakine daha dikkat eder, daha az sıçratmayı deneriz.
Hem seyircilerimize laf yok arkadaş, söyletmeyiz. On beşi de son derece güzel, güzide insanlar; on beşi de birbirinden değerli, ayrı ayrı ve birlikte muhteşem insanlar hepsi! Sextetimizi birazdan çevirecekleri seks partisine altlık yapan şu çift bile öyle! Hey on beşli, on beşli, kulüp yolları cazlı. Tek tek bakalım mı:
İki kişilik kumru kategorisini geçtik az önce, loş bir kulüp ortamında sarmaşdolaşlar işte, daha ne! En ortadaki beş kişilik ecnebi aileye bakalım bir de. Ergenliği geçip yetişkinliğe doğru giden çocuklarının ve onların kuzenlerinin kulak (ve belki de algı, duygu, görgü, bilgi...) eğitimi için gelmişler buralara belli. Her şey standart. Çalınanlar, çalma biçimi, dinleyenler, dinleme biçimi… sürekliliğin ve banalliğin garantisi.
Hemen onun yanındaki çepçekirdek bir aile. Üç kişi. Anlaşamıyorlar pek aralarında, belli. Ergen kızımız sıkıntılı bir hayli, tartışmanın gidişatından anlaşıldığı kadarıyla babasıyla fena halde kavgalı gibi. Anne kayıtsız. Geçip gidecek bugünler ve bu sıkıntılar elbette. Kız da uçup gidecek başka diyarlara, hayırlısı. Ana babanın birbiriyle ve müzisyenlerin çaldıklarıyla aşksız ilişkisi ise hep kalacak buralarda, en fenası.
Hemen yan masalarında beyaz yakalılar, yoğun mesai sonrası sohbet edip rahatlamaktalar. Bu akşam bir caz ortamına akalım, arkamızda iyi bir fon müziği olsun havasındakiler ile daha esaslı bir ilgisi olanlar ortaya karışık. Bir ana şefkatiyle sarıyorum hepsini; “Gündüzleri eşşek gibi çalışasınız, çalışıyormuş gibi görünesiniz diye, akşamları caz yapıp böyle rahatlatalım sizi kuzucuklarım benim.” Hem bu cazibeli cazbarlar ve cazbantlar ve dahi sakinleştirici asansör müziği beklentisi niye var?! Yuppinin halinden bir tek yuppi anlar… Yiyip içsinler bu arada tabii, dükkanın dönmesi lazım. Beş mangır işletmeye, bir mangır müzisyenlere, eşitlik olması lazım. Olmadı.
Olduğu kadarıyla en iyisi, en kıyak müşteri “kitle”si, talebe öbeklenmeleri tabii ki. Hemen bir arkada ve kenarlarda. Mümkünse hiç ek masraf çıkarmadan, mümkün değilse tek bir kahve ya da biraya talim, kulaklar müziğe odaklanmış, gözler çevredekilere dikiz. “Abicim bir de Take 5 çalabilir misiniz piliz?”
Olur canım, emrin olur. Ara olunca piyaniste bir çıtlatıver sen. Boru içinde boru, kayıp gidiyorlar birbirleri içinde belli bir düzen ve ritimde. İnsanlar akıp gidiyor gözlerimizin önünde böyle. Notalar, sesler, sessizlikler, fısıldaşmalar, çığlıklar. Kulaklarımızda ve her yerde. Duruyorlar sonra yine, tromboncu köşesinde – yeter ki bir köşe versinler bize – dinlenmede…
Ve bittabii düşünmede, “Üffff be, çok sıkıcı değil mi her şey” diye? Çocuk ne yapıyor acaba evde? Çok dairesel değil mi her şey? Çok asansör? Kısır ve de döngüsel. Ana ezgi – solo – solo – solo – ana ezgi. Eliptik ve de eklektik. Kendi solo sıranda üfür, diğerlerinde bekle ve dinle işte. Her yerde bir siniklik, herkeste boşvermişlik!
Sıkılıyor be abi, tromboncu sıkılıyor. Bakın, diğerleri girebiliyor bir şekilde havaya. Trompetçi bilhassa. Ama ne kadar kaptırmaya çalışırsa çalışsın, melodinin toplu okunuşu – solo – solo –solo – tekrar melodi – bas – davul sırasıyla bakıldığında, solosu bittikten sonra sıkılma sırası hepsine geliyor bir bakıma! Beste ve standart solo tekrarı dışında, yaratıcılık ve emprovizasyon yoksa ortalıkta, sıkılmaktan başka ne beklenebilir ki bu dünyada?
Gerçekten sıktı be. Hatta ve hatta, “Yetti gari artık, bu ne!” Tromboncu isyanlarda işte…
Hem sadece kendi solonu tamamlayıp, köşeye çekilip beklemek değil ki mesele. Hep aynı soloyu çalmak asıl sıkıcı olan. Hep aynı şarkılar ve sololar etrafında pervane böceği gibi dönüp dönüp durmak. Repertuvara ilk kez alınan bir şarkı, hatta yepyeni orijinal bir beste çalışılsa da, önündeki notalara bağlı kalmak. Koşamamak, kaçamamak, uçamamak; ayakları yerden, notaları belli bir düzenden kesememek. Her şey bu denli belli ve köşeliyse, neye yarar yahu caz yapmak?!
“İyi caz” olsa da aynı. Evet iyi caz, iyi müzik, iyi sanat olsa da aynı. Her şey aynı...
Üstelik, diyelim bu müzik sadece iyi değil, çok çok iyi olsun, sololar harika, muhteşem, olağanüstü olsun. Her şey iyi, harika, güzel de, John Coltrane varken ve veriyken, bu dünyadan Coltrane geçmişken gülüm, geçip gitmişken; neden gidiyoruz biz böyle daha bir geriye? İşte size esaslı bir mesele...
Ana ezgi – solo – solo – solo – ana ezgi. Tekrar ve tekrar… Her şey aynı işte haci. Her şey yazılı, çizili. Köşeli. Her şey yazıldığı gibi çalındığı içindir ki... içim kurudu, ruhum tükendi, bitti, ezildi.
Anladık canım. Her şey aynı, herkes aynı. Peki ne yapmalı?
Doğaçlamalı. Özgürce doğaçlamalı hocam. Do-ğaç-la-ma-lı… Melodiyi, armoniyi, ritmi, hepsini ve hiçbirini yakalamalı bir, tutmalı önce, dağıtmalı sonra, gerekirse dağıtarak toparlamalı, gerekirse öyle darmadağınık bırakmalı. Ateşli bir sevişme sonrası altüst olmuş bir yatak ve iki insan gibi.
Peki nasıl yapmalı Çernişevski? Örgütlü bir kaosu yeniden mi örgütlemeli? Yeniye uzanmanın cesaretini nasıl olacak da taşıyacak geçinme derdindeki er gişi? Bütüüün o ne ve nasıl yapmalı sorularına verilen yanıtlarda olduğu gibi, öncü/avangart ne şekilde, nerede devreye girmeli?
Sorular iyi... Gelgelelim, rutine bağlanmış bir makine, makine düzeninden çıkamayan bir dişli, dişliler arasına sıkıştırılmış bir parça, parçalar değerlendirildiğinde kenara atılan bir yedek parçayım ben burada adeta. Öncülük, öcülük, avangard falan nerenin kasabası acaba?
Çatal, bıçak sesleri ve kadeh tokuşturmaları arasında sıradan tok sesli solosunu düttürüp kenara çekilen zavallı bir tromboncu parçası anca. Solo sırasında belki bir iki coşku anı, yaratıcı müziğe giriş denemeleri, pır pır iki kanat çırpışı... onun dışında bir köşeye çekilip kapanma, tıkanma, sıkılma...
Bambaşka bir dünya var halbuki hep aklımda. Helezonik. Diğer sololar dökülürken, kimbilir nerelerdeyim ben o esnada: Nasıl açılabilirim başka diyarlara? Nasıl kaptırabilirim kendimi? Uzayı ve zamanı aşabilir miyim? Dönüp dönüp etrafında dolaştığımız hep aynı sıkıcı şeyleri yenebilir miyim?
Yuh be böylesine!.. Öfkemi, sevincimi, ikisi arasındaki gelgitlerimi, doğumu ve ölümü üfleyebileceğim, gerektiğinde fısıldayıp gerektiğinde çığlıklar atabileceğim esaslı bir boruydu benim özlemim. Brasssss. Bilinmeyenlere açılabileceğim heyecanlı bir yolculuk. Hööööööyt. Varoluşumu soluğumdan doğru, bir trombonun aracılığıyla hayata üfleyecektim.
Öküz gibi böğürecek, eşek gibi anıracak, ayı gibi çığıracaktım icabında. Doğayı taklitte, diğer nefesliler kuş seslerinden giderken, ben yabanıl doğaya dalacaktım. Ya insanlar? Ağlayan bir çocuksa saksofon, hüzünlü bir kadınsa trompet, öfkeli bir savaşçı olacaktım ben burada.
Fısıltılar ve haykırışlar bir arada. Trombonun içini dışına çıkartırken kendiminkini de çıkartacaktım işte. Dünyaya açılacaktım. Eşyaya ve doğaya: Kapı gıcırtısından arı vızıltısına. Hayata: Kırılan bir bardaktan, osuran bir aygıra. Eşyanın doğası gereği içeri sıkışan havayı bir sese dönüştürüp boşaltmaya çalışacaktım. Montaigne ve diğer denemeciler gibi, kendi dışına çıkmayı bir aşk haline getirecektim.
Tarihe ve mitolojiye dalacaktım sonra. Mitbozumuna.
Büyük olanaklar var elimde. Potansiyelim geniş mi geniş... Tıpkı tüm insanlar, daha doğrusu çocuklar gibi. Önünde duran bütün bir hayatı tiye alarak işe başlayan gencecik bir akıl gibi. Gelin görün ki, potansiyellerimin sadece miniminnacık bir bölümünü harekete geçirebiliyorum bu işte. Hatta onların gelişimi önünde bir engel değil mi bu yaptığım iş? Tıpkı rutine bağlanmış “olgun” insanlarınki gibi. Önünde duran bütün bir hayatı heba ederek işini bitiren ihtiyar, uysal, munis bir akıl gibi.
İki yanımda piyanistle basçı sevişirken bir homurdanma belki de benimki. Yağmurun ortasında bir gök gürlemesi. Peki gök, yağmur dindiğinde de gürler mi? Onu da denemeli… Noktasal (pointillist desem olur mu) dokunuşlarla örülmüş yeni bir mizah (humor diyelim bari) belki.
Düşe dalayım en iyisi. Düşe kalka yeniden büyüyeyim. Bir gemi kalkıyor şimdi. Vapur düdüğünden korkan bir çocuğun çığlığı karşılık veriyor hemen. Ne tatbikatı bu, savaş mı çıktı, ulusal bir yas mı ilan edildi, sirenler çalmaya başlıyor birden. Yukarılarda martılar bağrışıyor, aşağılarda balinalar konuşuyor, faylar hareket ediyor. Ve acı bir fren ortalarda bir yerde, hatta bir kaza, bakın nasıl da büyümeye, katlanmaya başladı içinizdeki çığlıklar sonunda.
Bu sesler, bu çığlıklar ve haykırışlar, hangi (özgürlük) arayışların(ın); hangi kavgaların, hangi acıların uzanımları? Hangi otoriteye başkaldırının? Şu içinizde hiç kesintisiz devam eden sızı gerçekte neyin yansıması? Tözün ne tür bir devinimi? Ne kadar daha dayanabiliriz ki?
Neredeymiş bakiyim klişe: Her şeyi ezip geçen o kaya gibi sapasağlam sistemin karşısında, kırılgan bireyin haykırışlarını duyuyorsunuzdur siz de herhalde!
Geçiniz klişeyi, bir derdi var yaşananlarla elbette. Bir derdimiz var. Derdini, sıkıntısını, kırılan kalbini ve hayallerini döküyor satırlara, dizelere, bestelere gülüm bestelere...
Arıyor yeniyi, formları zorluyor, içeriğe en uygunu bu mudur diye diye hep yeni şeyler deniyor. Deney mi dediniz, evet bazen deneysel işler yapıyor. Bağlantılar kopuk görünse de, derinden ana hattın kurulu olduğunu, geçmiş bütün bir birikiminin bu hattı beslediğini biliyor. Geçmişi kapsıyor, şimdiyi yaşıyor, geleceğe asılıyor. Dili ve bedeni öğreniyor, arzuyu, duyguyu ve ruhu araştırıyor. Hepsini birden trombonuna üflüyor... İnsan araştırmalarının, özgürlük arayışlarının yenilikçi bir asistanı o. Söylenenlere, tüm söylenenlere, övgü ve yergilere aldırmıyor, sesler dünyasında yeni bir form oluşturulabilir mi, aklı hep oraya kayıyor. Potansiyellerini yokluyor. Gerçekleştirmeye ve aşmaya çalışıyor.
Minotaurus diyor biri. Sisyphos diğeri. İkisinin de sesi şu bizim tromboncunun çıkardığı gibi.
Özgürlük, özgürlük, özgürlük… üflüyoruz bir yerlere. Yaşadıklarımızı, yaşayamadığımızı, yaşatmadıklarını üflüyoruz. Ancak üfleyerek yaşayabileceğimizi.
Üflüyoruz, geçiyoruz bir sonrakine…