Yine bir toplantıda buldum kendimi. Bitmeyen, bitirilemeyen bir toplantıda. O toplantının ortasında. En bitimsiz anlarında. Sonsuz ve sonuçsuz. İradenin silindiği, belki de toplantının kendisinin irade yerine geçtiği… burası biraz belirsiz gibi.
Amacımız ise belli; taşı çıkarmak... Kuyuya atılan taşı tabii.
İçimizden ya da dışımızdan bir delinin attığı söyleniyor bu taşı. Ama tam olarak kimdir bu deli, adı nedir, boyu posu, aklı fikri, kimliği bilinmiyor. Bir rivayettir gidiyor işte, delidir diye.
Taşı kuyuya kimin attığını bilemediğimiz gibi, nasıl attı, neden attı, nerede(n) attı vb. bunları da tam olarak bilmiyoruz. Ama çıkarmak bizim işimiz, bundan eminiz ve biliyoruz. Bir araya gelmişiz, toplanmışız, çıkarmaya çalışıyoruz.
Dipte olduğunu düşünüyoruz bu taşın. Kimimiz bundan emin, kimimizinki ise sadece bir tahmin. Emin olanlar, en derinde diyor, çıkarabilmek için gitmeli diplere. Tahmin yürütenler, ne belli diyor, yolda durup bakmazsak olup bitene, durduk yere gitmiş olabiliriz bu kör kuyuda, bir daha belki de geri dönemeyeceğimiz bir yerlere… Bu da önemli bir tartışma konusu tabii ki. Taş kuyunun neresinde?
İri bir taş mı bu peki? Yine tartışmalı olsa da, genel kanaat çok da iri olamayacağı yönünde. Küçük olsa gerek. Bir kum tanesi kadar belki de. Bulunması bu kadar zor olduğuna göre.
Tek bir taş mı bu acaba? Genellikle tek bir soru(n) etrafında dönen toplantılara bakılacak olursa, öyle galiba.
Bizler böyle sayılar, boyutlar, nicelikler ve diğer somut özellikler üzerine düşünüp tartışırken bir kurt da düşüyor arada aklımıza: Yeriyle, büyüklüğüyle, uzayda kapladığı alanla çok da somut bir taş olmayabilir bu aslında. “Taş gibi bir taş” olmayabilir yani. Zaten “Adam gibi bir adam” atmamış bunu biliyorsunuz, genel kanıya göre bir deli o. O vakit taş da, bir taş metaforudur belki. “Taş düştü” derseniz hiçbir şeycik olmaz da, “Taş uçtu” derseniz şiirdir ya hani. İlhan Berk’in dediği gibi.
Bunu tam olarak anlayabilmek için taşı birbirimize anlatmamız gerekiyor uzun uzun. Hiçbirimiz onu daha önce görmemiş olsa da, anlatabilir ve tasvir edebiliriz bir şekilde. Analiz bile edebiliriz. Konu ne olursa olsun bu bizim bir tür özel maharetimiz, meziyetimiz.
Önce soyut, sonra somut, sonra yine soyut bir şeyler söyleyebiliriz. Tarihsel örnekler verebilir, kitaplardan alıntılar yapabiliriz. Sözcükler kovalar sürekli birbirini. Kuyuya atılan bir taşın en derinlere doğru inişi gibi. Yoksa “inişi” yerine “uçması” mı demeli?
İmgesel ve kavramsal bir şeyler yumurtlayabiliriz her vakit. Simgesel değil ama! O kadar da değil! Taştan simge mi olurmuş hiç? Toplantıdaki ender uzlaşı noktalarından biri de bu; onun simge olamayacağı, simgesel bir sistemde, salt dilin içinde hapis kalamayacağımız yönünde.
İmge olabilir kuşkusuz. Bu durumda da somuttan somuta mı, somuttan soyuta mı, soyuttan somuta mı yoksa soyuttan soyuta mı, ona bakmalı. Biliyorsunuzdur siz de, kategorik olarak imge bu dört türde oluşturulabiliyor, kategorik olarak düşünebilen şairlere göre. “Taşın minerali” mesela, ilkine bir örnek. “Taşın dağınıklığı” ikincisi ve çok daha fiyakalısı. “Taşlaşmışlığın ve belki de taşmışlığın kanıtı” olabilir üçüncüsü, çok daha şiirsel örneklerle desteklenmek kaydıyla. “Taşımsılığın ruhu”na ne dersiniz dördüncüsü ve sonuncusu olarak. Hep böyle olur, bir son bulunmuş gibi konuşulur ama çıkmamıştır işte taş kuyudan, katılmamıştır aramıza, hep soyuttan soyuta…
Gelgelelim imge yaratmak değil ki zaten derdimiz. Onların inşa kurallarını ifşa etmek falan da değil. İmgeyle şiir, kavramla eleştiri inşa etmek hiç değil. Kuyuya dalıp taşı bulmak ve çıkarmak bizim asıl işimiz. Bu kadar da basit işte…
Bu sadeliğin peşinden gideceğimize, “Açılan konuların ve kuyuların üstesinden gelebilmemiz ya da altından kalkabilmemiz gerekir, bunun için de icabında altlarını üstlerine getirmeliyiz, altüst olmalı bilincimiz” diye düşünür ve altlı üstlü dolanıp dururuz bir şekilde. İmgeler, kavramlar, vurgular, kurgular, kurulumlar, bozulumlar, boşalmalar, toplaşmalar vb. vb. derken bir tür cinsel ilişki bu yaşadığımız belki de...
İlhan Berk türünden bir başka şairin (hemen hemen) kastettiği gibi; “Toplantı sevişmektir, bir düşünün abiler!..” Lakin arka sıralardan bir toplantı katılımcısından haklı ve de edepsizce bir itiraz da gelebilir bu belirlemeye: “İyi ama sıra neden hep bana, hep bana geliyor bu tepişmede…”
Sesimizin bir yerlere ve birilerine çarpıp durmasını çok seviyoruz da ondan galiba. Yansılanmasını ve yankılanmasını böylece. Kuyu zaten çok iyi yankı yapar bilindiği üzere. “Taş neredeee” diye bağırırsınız kuyunun ağzından; “Taş nerdeee –nerdeeee –dee – de –e” diye geri gelir size.
Peki, tüm bu olup bitenler, söylenip gidenler, sevişip yankılananlar arasında taş nerede gerçekten de? Belki de bizzat sesimizde, doğrudan bu yankının içinde. Sustuğumuzda taş da yok olacak belki, kim bilir?
Tabii ki materyalizm bilir ve olmaz öyle idealist şeyler der. Gerçeklik taş gibidir, taşşşşş! Sadece bakmayı değil, görmeyi bilmelidir…
Kızmayın yahu, incinmesin öyle materyalist taraflarınız anında; henüz tam olarak bilemiyoruz ama tartışıyoruz sonuçta... Taş bu, boru değil!
Fakat kuyu derseniz, bir bakıma boru gibi, onda haklısınız. Çevresi taşla örülmüş, derine doğru gömülmüş bir tür boru denebilir kuyuya gerçekten de. Ortasından iple de inilebilir en derinlerine. Lakin tartışma iyice ipe dolandığında, ipin ve iniş sürecinin kendisi de tartışma konusu haline gelebiliyor, ipin ucu kaçıyor, o da malumunuz.
Geldik mi yine başladığımız yere, sorulara: Kim inecek, kimin ineceği neye göre belirlenecek, yalnız mı olacak, birileriyle birlikte mi, hem sonra nasıl inecek, yöntem nasıl belirlenecek, diyelim inmeye başladı ne kadar inecek, ya başına bir iş gelirse, Allah muhafaza düşerse, ölürse falan sorumluluğu kim üstlenecek, ya biz taşı bulacağız diye uğraşırken tam tersine kuyu taşarsa, böyle şeyler yaşanmaması için ne gibi tedbirler geliştirilecek, “outsource” mu etsek acaba bu kuyuya inme işini, her şeyi taşıra taşıra, tartışa tartışa taşeronlaştırsak mı yani, sonuçta bizden daha iyileri, bu konuda uzmanlaşmış profesyoneller de var, hem maliyetleri düşürmek için çok ucuza işçi de çalıştırırlar, böyle bilmediğimiz pratik işlere hiç karışmasak da sabaha kadar konuşsak, tartışsak, toplansak ve benzeri ve benzeri...
İşte gördünüz mü, insanın içini nasıl da ezip, ince ince kıyıyor böylesi. En ufak bir kuyuya inme denemesi bile uzayıp giden soru ve tartışmalarla ruhunuzu teslim etmeniz için yeterli. Kıymık kıymık batmaya başlar tartışmalar, canınızı yakar, eritir, bitirir giderek. Kuyuya giriş tam bir efsanedir sizin anlayacağınız. Dağa çıkıştan daha beterdir; hani şu Sisyphos nanesi.
Bize efsane ve eleştiri değil, çözüm lazım oysa. “Nasıl çıkacak bu taş buradan” sorusuna ilk elden verilebilecek yanıtlardan biri de, “Nasıl girdiyse öyle” olmalı aslında. Ama taş atımlarında, nşa, normal şartlar altında (yani bildiğiniz yerçekimi bir veri iken) bu pratik çözüme çok sık başvuramıyoruz. “Çok sık” yerine “hiç” demeliydik galiba. Naşşşşş yani.
Peki, nasıl çıkacak bu taş buradan sahiden ya? Soru hep ortada. “Tartışmadan bir çözüme ulaşamayız arkadaşlar” diyen sesler yankılanıyor ortalıkta. “Geçmişin sıkı bir muhasebesini yapmadan, bugüne kadar kuyuda birikip duran taşları tartışmadan önümüzdeki taşlara bakamayız” diyorlar, “Önce özeleştirimizi vermemiz lazım” diye ekliyorlar, “Düşmanımızın kullandığı araçlara başvurursak ne farkımız kalır onlardan” gibi onlarca çeşitleme de yanında. Bu tür kaygılar dile getirildiğinde ve “İlla da sonuna kadar tartışmamız lazım” dendiğinde, bir de bakmışsınız bir tür taşlaşma hali yaşanıyor sonunda.
Ama kendilerinin birer taş haline dönüştüğünün farkında değil ki bu tartışmacılar (yerinden hareket edemeyen, bir milim kıpırdayamayan taşlaşmış, hantal yapılar) çıkarıversinler onu kuyudan!
“Oyunu bırakalım arkadaşlar!..”
Haydaaa. Nutuğumsu bir konuşma patlıyor yine toplantının ortasında, bir doğrultu tayini, bir had bildirme yine; sana, bana, bize, hepimize: “Oyunu bırakalım, beş taş oynamıyoruz burada arkadaşlar. Ciddi bir toplantıdayız.” İyi bakalım. “Önümüzdeki X yılı belirleyecek denli önemli bir dönemden geçiyoruz. Sizden ricam makarayı bırakmanız artık. Anlamsız tartışmalardan uzak duralım. (saaar saaaar sar ma-ka-ra-yı) Önemli bir iş yapıyor, o işimizi daha etkili yapmak, hedefe doğru gerçek bir yol oluşturabilmek için ciddi bir tartışma gerçekleştiriyoruz. Konu hepinizin bildiği gibi son derece mühim. (süüüür süüüür sür ma-ka-ra-yı) Hiç sudan konuları tartışacak birilerine benziyor muyuz yani. Vaktimiz de değerli. Taş gibi bir mesele atılmış işte önümüze. Tamam, kıpırdamaz gibi duruyor hiç yerinden. Zaten memlekette yaprak dahi kımıldamıyor. Ama hiçbir şey yapmayacak mıyız, oturup seyredecek miyiz, olur mu hiç öyle şey? (soooor, soooor, sor ma-ka-ra-ya) Herkes bir kenarından, bir köşesinden tutacak, çekecek, ittirecek. Başka yolu yok. Ama şu şöyle bilinsin ki, bu yeni bir Sisyphos söylencesi de değildir. Taş yerinde ağır arkadaşlar ve gerçek yeri de, öyle dağların tepesi değil, kuyunun dibidir!”
Bu kadar işte! İcabında had bildirilir ama ne olursa olsun başlanan yere, kuyuya geri dönülmesi kaçınılmaz bir şeydir.
Yetti mi garri? Laga lugayı bırakıp söylesene; nasıl çıkacak bu taş bu kuyudan be abi?
En başa dönelim dilerseniz, bu taşı, bu kuyuya – gerçekte “bu” ve “bu” diye gösterebileceğimiz somut birer taş ve kuyu olmasa da ortada, böyle söyleriz genelde – atanın bir deli olduğundan emin miyiz biz gerçekten de?
Bilakis, çok akıllı biri olamaz mı bu yani? Diğerlerini oyalarken malı götüren türden.
Oyalanan 40 kişi bir tarafta, bir tepeden onlara bakıp keyifle gülümseyen biri diğer tarafta. Olamaz mı böyle?
Deli falan değil, çok zeki belki de… hatta zehir gibi!
Biz mi? 40 kişiyle de sınırlı değiliz, yüzlerce, binlerce, milyonlarcayız belki… hatta sürü gibi.
Bakın, meseleyi böyle koyunca, bizimkinin, bizim delinin keyifle gülümsemesi de birden kahkahaya dönüşüverdi şimdi…
“Çıkarabilir miyiz sahi biz bu taşı, bu kafayla abi?”
Bir bakıma çıkarabiliriz; O’na deli etiketi yapıştırıp kendimize akıllı diyince, taşı çıkarmış kadar rahatlıyoruz neredeyse…
Bir bakıma imkansız; bakın işte, nasıl da gülüyor bize şu herif, şu deli dediğimiz muhterem, O, nasıl da gülüyor öyle, götüyle…