Bayram tatili dönüşüne denk geldiği için olsa gerek yalnızca dört yeni filmin gösterime girdiği bu hafta sinema tarihinin en uzun ömürlü ve en bereketli serilerinden birinin en yeni ürünü, Tarzan Efsanesi (The Legend of Tarzan) de ABD dahil tüm dünyayla aynı anda ülkemizde vizyona girdi. Yaklaşık yüz yıldır onlarca filmde perdeye gelen Tarzan, popüler kültürde izini daha çok bu mecra üzerinden bırakmış olsa da aslen “ucuz edebiyat” menşeili bir karakter. Edgar Rice Burroughs adlı Amerikalı bir yazarın kaleme aldığı ilk Tarzan serüveni 1912’de yayınlanmış ve çok tutulunca bizzat Burroughs tarafından yirmiden fazla Tarzan kitabı yazılmış.
Ormanda yaşayan beyaz bir karakter olarak Tarzan, Kızılmaske ve hatta Zagor gibi pek çok başka kurgusal kahramanın atası ve esin kaynağı sayılabilir. Böylesi bir tasarım kuşkusuz ırkçı çağrışımlara kapı açmaya uygun bir kurgu. Hem bir beyazın ait olmadığı diyarların “kralı” olması fantazisinin örtük biçimde sömürgeci fantazilerden beslendiği söylenebilir, hem de özel olarak ilk Tarzan romanlarında bu ormanlar kralının karşısına çıkan “kötü”, “vahşi” siyahi yerli bir kabileyle mücadele etmesi ve bu arada romanlarda bu yerliler için bilumum aşağılayıcı betimlemeler kullanılması dikkat çekicidir; nitekim araştırmacı eleştirmenler, Burroughs’un ABD’de ırk ayrımcılığının en katı biçimde uygulandığı bir kasabada büyümüş olduğunu da işaret ederek bu yaklaşımın yazar nezdinde tesadüfi olmayıp doğrudan yetiştiği sosyal çevreden aldığı önyargıları yansıttığını vurgularlar. Öte yandan ilerleyen romanlarda Tarzan’ın “iyi” bir siyahi yerli kabileyle (“Waziriler”) dostluk kurması ise siyahilere yönelik ırkçı bakışın törpülenmesi olarak görülebilir. Amerikan kolektif bilinçaltı açısından merkezi önem taşıyan beyaz-siyahi ilişkilerinin yansımaları bir yana, genel olarak Batı’nın sömürgeci bakışının yansıması olarak ise Tarzan’ın Afrika’daki Fransız sömürge askeri birliğiyle yakın dostluk ve işbirliği içinde olması görülebilir. Seri ilerledikçe yeni, farklı, yaratıcı konular bulma arayışı içinde gittikçe fantastik unsurlara başvuran Burroughs’un devreye soktuğu –ve farklı bir bağlamda Tarzan Efsanesi’nde de perdeye gelen- Atlantis kalıntısı Opar kentinin hazinesini Tarzan’ın sık sık bizzat yağmalaması da Batı’nın, dünyanın servetini kendi hakkı olarak görmesinin yalın bir ifadesidir. Bu arada Tarzan romanlarında tekrar tekrar okuyucular karşısına çıkan ve dramatik olarak Tarzan anlatısının açık farkla en cazip motifi olan çok ilginç bir yan çerçeve öykü ise Opar kraliçesinin Tarzan’a olan karşılıksız aşkıdır ki bu, kendisini arzulayan çekici özneyi arzulamayan özne olarak hem kadim bir erkek fantazisi (en çekici kadınlar tarafından hayran olunan ama baştan çıkarılamayan “ağır abi”); hem de Batı’nın kendisini üstün görmesinin bir diğer dışavurumudur. Öte yandan dünya ahvalindeki dönemin bilumum güncel gelişmeleri de Tarzan romanlarında ifadesini bulur: Tarzan, 1’inci Dünya Savaşı’nı arkaplan olarak alan ilk romanlarda Almanlar’la, 1930’larda yazılan bir romanda Komünistler’le, 2’inci Dünya Savaşı’nda geçen sonraki bir romanda ise Japonlarla savaşır.
Sessiz sinema döneminden bu yana kimisi Burroughs’ın romanlarının şu ya da bu ölçüde sadık uyarlamaları olarak, kimisi özgün senaryolardan çekilen sayısız Tarzan filmleri hakkında keskin genellemeler yapmak zor olsa da genel Tarzan anlatısının kalıplarını bilinçli olarak kırmaya çalışan kimi denemeler hariç filmlerin çoğunda yukarıda kısaca özet geçtiğim unsurların bir ya da birkaçını görmek mümkün. Bu arada bu özelliklerin yalnızca Amerikan ürünlerine özgü olmadığını, örneğin Yeşilçam yapımı Tarzan Istanbulda’nın (1953) da yerlilerin anlatı içindeki konumu açısından hiç farklı olmadığını kaydetmek gerek; her ne kadar “Kurtuluş Savaşı’mızla mazlum milletlere örnek olduğumuz” ezberi öğretilmiş olsa da, yabancı popüler kültür ürünlerinin adaptasyonu/aktarımı niteliğindeki Türk popüler kültür ürünlerine baktığımızda sömürge halklarla empati kurmaktan eser görülmez, tam tam tersine sömürgeci Batı’nın yerinde olma özlemi sıkça sırıtır.
Bu uzun peşrevin ardından sinemalardaki yeni Tarzan filmine gelecek olursak karşımızda ilginç ama pek de cazip olmayan bir uyarlama var. Siyahileri aşağılayıcı tasvirlere cüret etmenin Hollywood’da artık pek mümkün olmadığı günümüz koşullarında Tarzan Efsanesi’nde elbette ki bu tip doğrudan ırkçı öğeler bulmak olanaksız, hatta tersine filmde Tarzan’ın yoldaşı, Samuel Jackson’ın canlandırdığı Amerikalı bir siyahi ve filmin konusu Tarzan ve bu karakterin Afrika’da gizlice sürmekte olan köleliğe karşı mücadelesini içeriyor. Tarzan Efsanesi, ortalama bir Hollywood filmi kadar ‘Amerikanvari’ bir film. Anlatının temel eksenini, “kötü” Avrupalı sömürgeciler ile “iyi” –ve de siyahi- Amerikalı arasındaki zıtlık oluşturuyor. Hakkını vermek gerekirse filmin bir yerinde bu Amerikalı karakter laf arasında gençliğinde Amerikan yerlilerinin katledilmesine katılmış olduğunu itiraf ediyor ama bu unsur hiç vurgulanmıyor ve bu kısacık sunumda da mazur görülemez ama son tahlide maziye ait bir günah olarak izleyiciye aktarılıyor. Yani Tarzan Efsanesi’ni Amerika’nın kendi günahlarından arınarak kötücül Avrupa karşısında mazlumların hamiliğine soyunmasını vaaz eden bir film olarak paketlememek için bir sebep yok.
Öte yandan filmdeki Jane temsili de oldukça muhafazakar. Anlatının başında geçmişte düşük yapmış olduğu bilgisinin izleyiciye verilip finalde ise çocuk doğurması, Jane nezdinde anlatının onun “yarım kadınlıktan” kurtulma öyküsü olarak şekillenmesi sonucunu doğuruyor. Herşey bir yana, Tarzan Efsanesi bütün bu Amerikanvariliklerine, vb’ye maruz kalmayı bir ölçüde tahammül edilebilir kılabilecek bir görselliğe, belleklerden çıkmayacak mizansenlere, “soluksuz izlenecek macera” atmosferine de sahip olmadığı için çok geçmeden unutulacak bir halka Tarzan filmleri içinde.