Tarihin izinde 18 Martlar…

Bu yazı yerine asıldığında bir 18 Mart tarihini daha geride bırakmış olacağız.

18 Mart, kimi halkların kaderinde sahip oldukları öneme göre anılabilir…

İlk örnek bize ait olsun…

Bizim olan 18 Martlar…

Çanakkale deniz savaşlarının yıl dönümüdür 18 Mart’lar…

2015’in 18 Mart’ında, medya haberlerine bakılırsa, manşetlere düşen AKP parti-devletinin resmi propagandasında, bu tarih, retorik bir dinselleştirme çabasına, yelken açış olarak gösteriliyor.

Evliyalar, enbiyalar ve bilcümle ermişlerle bulutlardan çıkıp gelen hayali mücahitler, işgalcileri un ufak ediyor ya da buna benzer muhtelif kelamlar kıraat ediliyor…

İşin bu faslını bir yana koyuyorum.

Çanakkale savaşları ve 18 Mart esasen ne söylüyor…

Yüksünmeden kendime diyorum ki, bir halkın yaşama, var olma ve sömürgen işgalciye karşı kendini savunma iradesinin tepe yaptığı bir irade olarak okunmalıdır 18 Mart…

İleri Haber’de, yani bu sayfalarda dün yer alan bir haberde, başlık bana göre doğru seçilmiş ve söze Doktorun bir tanımlamasıyla girilmiş.

Hikmet Kıvılcımlı diyor ki: ““Çanakkale Savaşı tüm mazlum ulusların emperyalizme karşı ilk zaferidir”.

Değildir diyeni mutlaka çıkar. O denli çıkar ki, bu coğrafyada bir İstiklal Savaşı olduğunu yadsıyan niceleri, beyinlerimizin içine dahi sabit biçimde duhul etmiştir. Şüphe duyanı da, hatta kendinden utananı da tam siper vaziyete böyle icabet etmiştir…

Bakarsanız, bu coğrafyada sanki emperyalizm ve onun vahşi silahlı aygıtları, örgütleri, orduları hiç olmamıştır. Bakarsanız, savaş anıları ve yaşanmışlıklar esasında bir Holivut işi filmin senaryosu olarak stüdyolarda gerçekleşmiştir.

Çocukluğum, baba dedemin masalsı savaş anılarını dinleyerek geçmişti. İlk savaşa gidişinde on dört-on beş yaşlarında ayva tüyü bıyıkları olan bir delikanlı diye kendini tarif ediyor ve Dömeke Meydan Savaşını anlatıyordu. Nedense bilmiyorum ama hep içim titreyerek dinlediğimi hatırlıyorum. Okuyup, yazdığım yaşa geldiğimde, yani çok sonraları, bu savaşın 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı olduğunu öğreniyorum...

Cephede ölmeyince o çağın askerine rahat olmamış olsa gerek ki, dedem de bir türlü şahadet mertebesine erişemiyor. O nedenle cepheden cepheye geziyor. Artık ne türden müteharrik makine sahibi bir vasıta ile olduğu bilinmez ama piyade olmadığı zamanlarda, en iyisinden at sırtında Trablusgarp, Balkan, Galiçya, Yemen ve Kafkas cephelerinde onun bir masal kahramanı gibi dolaştığını, yani onu öyle hayal ederek dinlediğimi hatırlıyorum.

Çanakkale Savaşında Sarı Paşa diye andığı komutanına kısa süre emir erliği yapmış olmanın gururuyla ve Kurtuluş Savaşına damga vurmuş bir kuşağın onuruyla, doksan küsur yaşın üstünde öldü gitti. Osmanlı ümmetinden yoksul bir Ege köylüsü olarak doğdu, yaşadı. Aşını ve ekmeğini ve ailesinin rızkını topraktan çıkaran onurlu ve yoksul bir cumhuriyet yurttaşı olarak başı dik öldü. Savaşlara neden katıldın dede (?) diye sorduğumu hatırlıyorum. Hayalde yaratmadıysam, hatırama nakşolan “yedi düvelin tahakkümüne ve nesiller yabancının dölüne kalmasın diye” olmuştur…

Öteki hesaba bakılırsa, dedem de muhtemelen olmayan savaşlarda film çekilsin diye rol almış olabilir… Tabii doğruyu ne denli anlatmıştı, artık bilemiyorum…

***

Çanakkale’nin önemini, hep Sovyet devriminin gelişinde görürüm…

 Lafı eğip, bükmeden kestirmeden söylemeliyim…

Çanakkale, tam da Harb-i Umumi’nin İtilaf devletleri tarafı olan İngiliz Krallığı ve Fransa’nın diğer ortak olan Çarlık Rusya’sı ile dayanışma çabalarınıngöbeğine denk düşer. Rusya’da süregelen devrimci kalkışmalara karşı, Çarlığın bekasında ittifak eden İngiliz ve Fransız donanması, çağın en büyük armadası olarak önce Çanakkale Boğazını zorlar. Deniz savaşlarının sonucu, emperyalist güçler adına hüsrandır. Sonra da kara savaşları, Osmanlı’nın bakiyesinden yeni bir ulus devlet doğuşunu,öncül bir tarih olarak muştularken, tıpkı ve benzeri olarak, Birleşik Krallığın dominyonları olan Avustralya ve Yeni Zelanda’nın da ulus olarak kendi göbek bağlarını kesmesine neden olur.

Daha önemlisi mi?

Çarlığın Beyaz Ordularına imdat yetişmemesi, Sovyet Devriminin kolaylaştırıcıları arasında girer.

Sovyetler, bunu unutmaz…

O yapılmadı, edilmedi denilen Kurtuluş Savaşı, Sovyet yardımlarıyla hem askeri ve hem de parasal açıdan desteklenir. Öyle ki hem sonuna kadar; hem de karşılık beklenmeksizin. En canlı kanıtı da İstanbul ‘daki Taksim anıtıdır. Genç Cumhuriyetin halkının, bir teşekkür nişanesi olarak Meydanın ortasına diktirdiği anıt heykel grubunun içinde, Sarı Paşa, silah arkadaşları, savaşkan halkın kadınlı erkekli temsilcileri ile Anadolu İhtilalini destekleyen Sovyet devriminin sembolik temsilcileri, Mihail Frunze ve Kliment Voroşilof  yer alır. Sovyet temsilcilerin heykellerinin bulunmasının tek nedeni vardır: Kurtuluş Savaşı sırasında Türkiye'ye yapılan Sovyet yardımına duyulan minnettarlığın simgesel olarak yaşatılmasıdır.

Çanakkale Savaşları, halk için, Osmanlı’nın ümmeti olmaktan kopuşu ifade eder. Çanakkale Savaşları, bir toplumun kendi canına ve malına susamış istilacılarına karşı, bir var olma irade beyanını içerir. Çanakkale savaşları tam da bu nedenlerle, yani Hikmet Kıvılcımlı’nın söylediği gibi “… tüm mazlum ulusların emperyalizme karşı ilk zaferidir”.

Bunun ötesinde kavrayış ve laf ebeliği laf-ı güzaftır…

Hele RTE iktidarının evliya, enbiya ve bilcümle dini motifine yedirilmeyecek kadar da hakikidir… Dedemin de söylediği gibi… “yedi düvelin tahakkümüne ve nesiller yabancının dölüne kalmasın diye”…

***

Fransa’nın 18 Martları… 

Diğer örnekler Fransa’ya ait olsun…

18 Mart’ların ilki Paris Komünü; diğeri de Cezayir’in bağımsızlığına dairdir…

1871 in 18 Mart’ı, Paris Komününün iktidara el koyuşunun gayrı resmi tarihidir. Sonradan, 26 Mart başa yazılmış, resmi başlangıç tarihi olarak kayıtlara geçmiştir…

Komün çok özetle, başta Marks ve Engels’e ve sonrasında gelmiş geçmiş komünist, sosyalist, devrimci birçok lidere esin kaynağı olmuş, ne çare ki 60 gün sürdürülebilmiş bir sosyalist hükümet deneyimidir…

Komünün tarihsel ve devrimci önemi bugün bakımından tartışmasızdır. Oysa Komün’ün fitili, 1871 in koşullarında sonradan nelere gebe olacağından bağımsız olarak, belki de daha basit tarihsel olaylar ve nedenlerle ateşlenivermiştir. Fransa’nın Prusya’yla tutuştuğu savaştan yenik çıkması, Paris’in Thiers hükümetince ve ateşkes koşulları nedeniyle bir direniş gösterilmeden teslim edilmesine sebep olmuştur. Oysa Paris halkının tepkisi, şehirlerini altın tepside Prusya generallerine ikram etmek değil, sonuna kadar savunmak ve bu topyekûn direnişi mahallelerdeki yerel meclisler üzerinden hem örgütlerken, hem de gündelik yaşamın yeniden inşa edilmesini sağlamak olarak gelişmiştir. Yani ve kısacası, gerek Marks ve gerekse Engels’in değerlendirmesine göre, devletsizleşmeye ilk adımın ilk denemeleri Komün günlerinde yaşanmıştır. Mahallelerdeki yerel meclisler eliyle ve Komün Konseyinin bir dizi kararlar manzumesinin, işçi konseylerince uygulamaya sokulduğu bu süreç ne ki, kimi yapılması gerekenlerin yerine getirilememesi nedeniyle, son derece kanlı bir biçimde bastırılmıştır…

Halkın kendi zenginliği olan ve aristokrasi ile burjuvazinin sömürgen biçimde kendine hiçleştirdiği milyarlarca frankı, Fransız Ulusal Bankasında el değmeden kendi halinde koyan Komün, bu paranın Versay hükümetince tekrardan örgütlenen ordu birlikleri halinde geri dönüşünü kahramanca ve çaresizce izlemiştir. İzlenen bir film şeridi değildir. Paris’in bir komün olarak hem direnişidir ve hem de katliamcıların silahı ve soykırımı karşısında eriyişidir…

Bu kıyamet vaktinde, Versay ordusu toplamda 900 kayıpla hesabı kapatırken, Komüncüler elli bini aşkın ölü ve bir o kadarda hapis, sürgün ve düşkün vermişlerdir. Komünün son günlerinde kadın taburlarının direnişi ve mahalle savunmaları tarihe geçmiştir. Ne çare ki, bir insanlık ve kurtuluş düşü daha, hem de en acımasız biçimde, kan ve gözyaşıyla sona ermiştir…

Komün tarihine bu kısa dokundurmayı es geçip, Fransa’yı ilgilendiren ya da en az onun kadar ve hatta daha da fazlasıyla ilgilendiren Cezayir örneğine dümeni kırayım…

***

Cezayir’in 18 Martları

Bu örnekte, Fransa’ya içkin bir yüz akı bulunmamaktadır. Ancak, Cezayir halkının kendi bağımsızlığı için isyanı, onurlu bir baş kaldırıdır. Hikâyenin başlangıcında, Fransa sömürgeci damarının itkisiyle, 1956’nın 18 Mart’ında Cezayir’e asker çıkarmıştır.

***

1516, Cezayir’in vassal bir devlet olarak Osmanlı himayesine ve coğrafyasına katılışının tarihidir. 1830 ise Fransa’nın bu toprakları işgalidir.

Cezayirli iki Yahudi tefeciden borç alan Fransa, hem borcunu tanıyıp, hem de ödemekten vazgeçince, Osmanlı tebaasında olan bezirgânlar devrin Cezayir valisinden yardım ister. Dayı Hüseyin Paşa, Cezayir limanlarına gelen kimi Fransız gemilerine el koyduktan başka, Fransız Konsolosunu da elindeki yelpazeyle tokatlayınca kıyamet kopar ve böylece 1827 den itibaren Fransa’nın gündeminde bulunan Cezayir işgali, kuvveden fiile döner. Osmanlı, bir yandan Mora’da Yunan isyanı ile uğraşa dururken ve Navarin ’de Fransa, İngiltere ve Ruslara donanmasını kaybederken, ardından gelen Osmanlı-Rus savaşı sonrasında Kuzey Afrika topraklarına soluğu yetmediğinden mülki varlığını, 1830 da Cezayir’e çıkan Fransa’nın yeni sömürgen beyliğine teslim eder.

Frankofon kılınmaya çalışılan Cezayir’in, o günden, 1962 ye varan tarihi, sömürgeci Fransa’ya karşı isyanların ve bağımsızlık savaşlarının tarihi olarak gelişir. İsyanların ardında, bir temel vardır. Cezayir zenginliklerine el koyan Cezayirli Avrupalılar ya da Afro- Frankofonlar sermaye temerküzü yaratmışlardır. Elinde avucunda ne varsa yitiren Müslüman Cezayirli kabileler de sonunda isyan etmişlerdir. İşte isyanın ardında, isyancıların sömürülmeye karşı baş kaldırmaları ve ölümüne direnişleri yatar.

Üç büyük isyan her seferinde yerli halkın büyük kıyımlarıyla sonuçlanır. Son isyanda, Fransa Cezayir’e 18 Mart 1956 da asker çıkarır. Direnişçilerle tutuşulan kanlı savaşlarda, en sonunda Fransa yenilir ve zorunlu olarak Cezayirli ’lerle anlaşmaya varır. Böylece 18 Mart 1962’de, Birleşmiş Milletler Cezayir’in bağımsızlığını tanıyarak onu üye ülke olarak örgüte alır. Uğursuz bir günde başlayan işgal tarihi, adeta onu lanetlercesine başka bir yılın aynı takvim gününde, Cezayir halkı bakımından utkuya ulaşır.

Bu ahval ve şerait bakımından, bizim memleketin halini soracak olursanız, Cezayir işinde başımız dik değildir. 1830 da Cezayir’in Fransa tarafından işgaline teslim olan Osmanlı’nın ardından, Türkiye başka utançlar da yaşamıştır. Ulusal Kurtuluş Savaşı vermenin ve dünyada emperyalist yedi düvele direnmenin öğüncünü taşırken, bu bir yükmüş gibi sırttan atılmış ve 1952 de NATO denilen uğursuz ittifaka kapaklanılmıştır. Tarihin ironisine bakın ki, NATO denilen emperyalizmin silahlı gücü, Nisan 1949 da resmen tesis edilmeden önce, 17-18 Mart 1948 tarihinde kurucu öncülü olan Brüksel antlaşmasına göre yapılandırılmıştır. Bu antlaşmayla Fransa kurucu babalardan birisi olmuştur. Yani Cezayir halkı bağımsızlığı için dövüşürken NATO ile de boğuşmuş ve Türkiye Cezayir bağımsızlığının karşısında kanlı cellâtlarla yan yana durmuştur.

***

Bu tarihsel kavşaklardan Fransa adına ne çıkar?

İlkinde, yani Cezayir meselesinde, Fransız aristokrat burjuvazisi, başka bir halkın ve coğrafyanın zenginliklerine bir buçuk yüzyıllık kanlı bir macera ile el koymuştur. Komün günlerinde ise, Fransız halkı, makûs talihini yenmek adına, sömürgen sınıfların tahakkümüne karşı ayaklanmış ve ölüme korkmadan yürümüştür. Ne ki her ikisinde de, halk sınıfları yenilmiş, sermaye kan içiciliğe devam ede gelmiştir.

***

Haziran Direnişi

Paris Komününün, Büyük Fransız İhtilali ile kan ve soy bağı vardır. Biri yekdiğerinden hem beslenmiş ve hem de damarlanmıştır.

Teşbihte hata olmazsa, Haziran Direnişi çağdaş tarihimizde hükümet olmaya fırsat bulamamış bir Komün provasına benzetilebilir. Gezi parkında kurulan yaşam, sonrasında mahallelere ve nihayetinde mahalle meclislerine taşınmıştır. İnisiyatif alanlar, tıpkı bu günlerde olduğu gibi Birleşik Haziran Hareketinin kurucu yürütmesine adeta komün günlerinin enerjisi taşımıştır. Direnişe katılan halk sınıfları, asgari siyasi talepleriyle yan yana gelişlerinde, hem devletin orantısız güçleriyle acımasızca yüzleşmişler ve hem de özgün bir halk hareketinin dayanç, direnç, kararlı ve korkusuz iradesi olabileceklerini “çapulcular” olarak sergiledikleri eylemlilikleriyle göstermişlerdir.

Oysa bu komün deneyiminden de henüz bir halk iktidarı çıkarılamamıştır.

İhtimal var mıdır?

Neden olmasın…

“…Biz ki, ustasıyız Vatan sevmenin/ Umut, saklımızda ölümsüz bayrak/ Kırmızı-kırmızı / Dalga-dalgadır...”

Bu yazıya bir nokta olsun…

Aydınlanmanın ışığını, insanlığın ilerici damarına taşıyan nice 18 Mart’lara saygı olsun…

nuriabaci@gmail.com