Tamamlanmayı bekleyen fotoğraflar, toplumsal hafıza ve TİP üzerine

Özellikle geçmişin sahiplenilmesi bahsinde, hafızayı kişisel olandan belli bir siyasal kolektifin kapsama alanına taşıdığımızda, öznelliğin şaşırtıcı tezahürleriyle karşılaşabiliyoruz.

Her yıl Ulaş Bardakçı’nın ölüm yıldönümünde, Mahir’le Ulaş’ın mahkemedeki karşılaşmaları, “Dünyanın en güzel kucaklaşması” ibaresiyle birlikte paylaşılır.

Elli yıl öteden bize bakan bu fotoğrafı benzersiz kılan şey, benzersiz bir dönemin iki başat karakterinin sevgilerindeki yoğunluktur. Fotoğrafın kare kare ilerleyerek içimize işleyen etkisi Mahir’in gülümsemesiyle başlar. Gelen Ulaş’tır. Önce eller kavuşur; ayrı düşmüş iki el, sevgilerindeki derinlik bakışlarına yansıyan iki devrimcinin eli hasretle birbirine uzanır. Yetmez. Omuzlarından sıkı sıkı kavrarlar birbirini. Oturur durumdaki Mahir ayağa kalkar. Tekrar sarışırlar. Jandarma müdahale etmek ister. Elleri birbirine kenetli gülümseyerek otururlar, yan yana. Derin bir iç çeker Ulaş. Mahir, ölüm biçimini seçmiş olanların bilinciyle başını hafifçe kaldırıp iç ürperten bir kararlılıkla tarihin objektifine bakar.

John Berger, Bir Fotoğrafı Anlamak kitabında bir tabloyla fotoğraf arasındaki ayrıma değindiği bölümde, “Etkisi açısından fotoğraf bir tablodan çok farklıdır. Bir tablo ya da en azından başarılı bir tablo, konusunun çağrıştırdığı süreçlerle bağdaşmak zorundadır.” dedikten sonra şöyle devam eder: “Bir tabloyu kendi içinde neredeyse tamamlanmış bir bütün sayabiliriz. Bir fotoğrafla yüz yüze geldiğimizdeyse ya onu bütünüyle bir yana atmak ya da anlamını kendimiz tamamlamak durumunda kalırız. Bizi, sessiz bir imgenin başarabileceği ölçüde karar vermeye çağıran bir imgedir bu.” (1)

Mahir’le Ulaş’ın, yanı sıra başka tarihsel figür ve iz bırakmış olay fotoğraflarının sırrı sanırım Berger’in sözünü ettiği “anlamı tamamlamak” vurgusunda saklı. Sözünü ettiğimiz fotoğraf karelerinin yaratmış olduğu dramatik etki, Mahir’le Ulaş’ın hikâyesini bilmeyen birinde farklıdır, bir daha göremeyeceğinin önsezisiyle yoldaşına son kez sarılmış birinde farklı. İkinci durumdakiler, gerek onların hikâyesini bilmenin getirdiği bilgi gerek kendi başlarından geçen benzer yaşanmışlık nedeniyle fotoğrafı her seferinde yeniden anlamlandırıp tamamlamaya daha yatkındır.

Kabul etmek gerekir ki ölüm yıldönümlerinde sosyal medya, hatırlamak bahsiyle ilgili önemli bir işlev görüyor, toplumsal hafızaya katkıda bulunuyor. Tam bu noktada “hangi hafıza” sorusu ayrıca sorulabilir tabi. Paylaşma biçimiyle bağıntılı olarak neyin biriktiği, neyi kapsadığı, hatırlayışın nostaljik bir çağrışımın ötesinde geleceğe dair etkisinin ne olduğuyla ilgili ek sorularla derinleşme yoluna da gidilebilir.

Kendi adıma söz alırsam, benim için öncelikli olan, kişisel hafıza albümüme kayıtlı olandır; sonrasında başka hatırlayışların gösterdiği fotoğraflara bakarım. Hafızanın çağırdığı ister bir kişi ister bir olay olsun, anlamın tamamlanması için bu gereklidir. Hafıza, öznellikle sakatlıdır çünkü.

Özellikle geçmişin sahiplenilmesi bahsinde, hafızayı kişisel olandan belli bir siyasal kolektifin kapsama alanına taşıdığımızda, öznelliğin şaşırtıcı tezahürleriyle karşılaşabiliyoruz. Son dönemlerde belli ölçülerde kırılmış olsa da -sol kamuoyunun ortak sahiplendiği az sayıda figür dışında- genel olarak her siyasi gelenek, hafızasına “kendi ölenini” çağırıyor. Geçmişin bölüp ayrıştıran siyaset anlayışı ölülerimizin sevgili hatırası üzerinden gelecek kuşaklara aktarılıyor. Örnekse Behice Boran daha çok TİP geleneğinden gelenlerce hatırlanıp anılırken Mahir ve Ulaş gibi tarihsel figürler kendisini ihtilalci geleneğin temsilcisi addedenler tarafından anılarak sahipleniliyor. Böylece dünün pasifist, revizyonist ya da goşist tanımlamaları üzerinden büyütülüp çoğaltılan mesafeler -teorik tartışmalardan bağımsız olarak- hatırayı işaret eden sahiplenmeler aracılığıyla yeniden üretiliyor.

Siyasal tarihle ya da siyasal kişiliklerle ilgili her okuma öznellik içerir demiştik. Bu saptamayı, kuşak bağıntılı olarak, daraltılmış anlamda, belli bir siyasi çizgiyi benimsemiş olanlara indirgediğimizde evvellerimizin oldukça eksikli olduğunu görebiliyoruz.

THKP-C geleneğiyle ‘70’lerin ikinci yarısından sonra buluşanların ezici çoğunluğunun örneğin gerek Behice Boran’la gerek Che Guevara ile tanışması Mahir Çayan’ın “Bütün Yazılar”ı üzerindendir. Behice Boran, kimilerince 78 kuşağı olarak adlandırılan bir feda kuşağının hafızasına “Aren-Boran Oportünizmi” vurgulamasıyla kaydedilmiş, bir daha da ne söylediği ilgili saflarda bu eksen dışında pek merak ve tartışma konusu edilmemiştir.

Erken dönem çevirilerinin tanışıklıkta rolü olmakla birlikte Che’nin bir “gerilla önderi” olarak hafızaya kaydıysa -ilgili çevreler için- daha çok Çayan’ın PASS (politikleşmiş askeri savaş stratejisi) tespiti bağıntılı olmuştur. Mahir Çayan’ın “Öncü Savaşı” anlayışı içinde önemli bir yer tutan “suni denge” kavramının Che’nin “kararsız denge”sinin özgün bir yorumu mu yoksa kişisel bir çeviri hatası mı olduğunu sanırım hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ama “Devrim için savaşmayana sosyalist denmez” sloganının kökeninin Che’nin söylemlerinde içkin olduğunu, 70’li yılların ortalarından sonra sıklıkla Mahir’e atfedilen, “Devrim yolu engebelidir, dolambaçlıdır, sarptır” cümlesiyle başlayan ihtilalci çağrının yine Che’nin Vietnam savaşı vesilesiyle söyledikleriyle bakışımlı olduğunu biliyoruz. (2)

Che, sonrasında bir Latin Amerika portresine dönüşen fotoğrafının altına yazılan özdeyişi Vietnam savaşı vesilesiyle söylemişti. Dünyanın katlanılamaz olduğunu düşünmüş ve harekete geçmişti. Che’yi enternasyonalist bir tasarının peşinde kendi fiziksel ölümüne götüren sürecin devindiricisi ne kendi hayatının ne de şu veya bu ülkedeki durumun berbatlığıydı. Bir bütün olarak dünyanın emperyalist sömürü çarkının yarattığı sonuçlar nedeniyle katlanılamaz bir yer hale geldiği düşüncesi Che’yi “... iki üç daha fazla Vietnam!” şiarının bir gereği olarak Bolivya dağlarına taşımıştı. (3)

Che, Osman Yoldaşcan ve ölü bedenlerin fotoğraf aracılığıyla teşhiri

J. Berger, Che’nin ölümünden sonra merkezinde “katlanılamazlık” düşüncesinin yer aldığı iki ayrı yazı yazmıştır. İlki, Yunan besteci Manos Loizos’un ünlü “Che” bestesine esin kaynağı olan fotoğrafının tüm dünyaya iletildiği 10 Ekim gününden yola çıkılarak yazılmıştır; Ekim 1967 tarihlidir. Söz konusu yazıda Berger, ölü Che fotoğrafını önce “Dr. Nicolaes Tulp’un Anatomi Dersi” adlı tablosuyla, ardından da “Ölü İsa” tablosuyla karşılaştırır. Benzerlik şaşırtıcıdır.

Twitter’de “Narodnaya Volya” isimli bir hesap var. “Geçmişi hatırlatmak, yeniyi kurmak için!” şiarıyla  özgürlük mücadelesinde yitirdiğimiz devrimcilerin fotoğraflarını örgüt, fraksiyon ayrımı gözetmeksizin paylaşıyor. Kolektif bir hafıza çalışması yapıyor, şiddetle kıymetlidir. Geçtiğimiz yıl ilgili hesabın yayımladığı fotoğraflardan biri, “Ölü Che” fotoğrafıyla ilginç benzerlikler içeriyordu. Fotoğraf, 29 Eylül 1980 tarihinde, bir çatışmada “ölü ele geçirilen” Osman Yaşar Yoldaşcan’a aitti. Ayak ucundan çekilmişti. Ölünün gözleri yarı açıktı, birazdan uyanıp kalkacakmış gibi duruyordu. Başının hemen arkasında sıralanmış asker ve polisler yukarıdan -tıpkı “Ölü Che” fotoğrafında olduğu gibi- ölü bedene bakıyordu. Fotoğraftan murad edilen etkiyi hemen yanında kutu içinde kadraja alınmış bir başka bilgi-fotoğraf ele veriyordu. Yoldaşcan, “ailece terörist” bir oluşumun tehlikeli bir ferdiydi. Böylece propagandadan beklenen maksat hasıl oluyor, anlam, yazılmayan ama okunması istenen “müstahaktı” vurgusuyla tamamlanıyordu.

Ölü bedenlerin yıldırma amaçlı teşhiri yeni bir şey değil. Çarmıha gerilmiş İsa. Yaralarından kan sızarken isyancı kölelerin önünden geçmeye zorlandığı Spartaküs. Cesedi meydanlardaki darağaçlarında sallandırılan şakiler. Düşmana mancınıkla fırlatılan kesik başlar. Yanardağ ağızlarından aşağıya, cehennem ateşine atılan bedenler. Hepsi isyancıyı bekleyen kahredici sonla ilgili bir kayıt, onun da ötesinde caydırıcı bir hafıza oluşturmak içindir.

İlginçtir, bazen olmayan ya da gösterilmeyen katl fotoğrafları da aynı amaca hizmet eder. Yitiklerimiz üzerindeki dehşeti rakamlar açığa çıkarır. “17 bin faili meçhul” şeklindeki istatistikte , “Göğsümde 15 yara var! Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak!..” imgesinde olduğu gibi.

Böylece hafıza bahsine yeniden dönmüş oluyoruz.

Geçmiş-gelecek bağıntısı, birinci TİP ve yeni TİP

Beynin işleyişiyle ilgili bir kitabı geçtiğimiz yıl yayımlanan, beyin ve sinir cerrahı Türker Kılıç, geçtiğimiz günlerde twitter hesabında -yapılan bir araştırmaya göndermede bulunarak- şöyle bir görüş paylaşmıştı: “Geleceğe dönük beklentiler ve öngörüler, geçmiş anıların yeniden yapılanmasına yol açıyor. Yani ‘gelecek’ zihinde ‘geçmiş’ kodlamasını yapılandırıyor. Tarihi yazan belirler derler, aslında geçmişi galiba geleceğe dair hakim beklentiyi yaratabilen belirliyor.” (4)

TİP’in “Haydi Başlıyoruz!” başlığıyla duyurduğu “Müdahale Kongresi” geçtiğimiz hafta sonu, pazar günü yapıldı. Salonda yüzünü sosyalizme dönmüş coşkulu, genç bir kalabalık vardı. Baskın fotoğraf, alışılagelmiş sol sosyalist parti kongrelerinden oldukça farklıydı. 13 Şubat aynı zamanda TİP’in 61. kuruluş yıldönümüydü. Yapılan konuşmalarda birinci TİP’e göndermelerde bulunuldu, o dönemki konuşmalardan alıntılar yapıldı.

60’ların Türkiye’siyle yeni TİP’in içine doğduğu Başkanlık Rejimi Türkiye’sinin oldukça farklı olduğu aşikâr. Birinci TİP; 27 Mayıs Anayasası’nın getirdiği nispi örgütlenme özgürlüğünün de etkisiyle solun yükselişte olduğu bir dönemin ürünüydü. Yeni TİP ise; muhalif örgütlenmelerin muazzam bir baskıya maruz kaldığı, düzen muhalefetinin ağırlıkla sağa meylettiği bir dönemde “katlanılamaz” olana bir itiraz olarak doğdu. Kongre öncesinde ve kongre sırasında “sol”un başlığa çıkartıldığı konuşmalarda yapılan çağrı(lar) kapsayıcıydı.

Birinci TİP, düzen muhalefetince benimsenmiş ezberleri bozan, uzun yıllar gizlilik koşullarında yürütülen sol siyaseti açık ve yaygın propagandayla kitlelerle buluşturan bir çizgi izlemiş ve çokça da başarılı olmuştu. İsmini devralan yeni TİP’in ne kadar başarılı olacağınıysa -tekrarlayan bir ardıl olmanın ötesinde- solun bütünlüklü hafızasıyla ilgili fotoğrafı ne kadar tamamlayacağı, değişim talebinin ne ölçüde öznesi olacağı belirleyecek.

Eski bir Yunan şarkısı şöyle der:

Hatırayı anlamlı kılan, geçmiş zaman küllerinin bugüne taşınması değildir.

Hatıra, küllerden yeni bir ateşe varılabiliyorsa eğer kıymetlidir.

Dipnotlar

(1)          John Berger, Bir Fotoğrafı Anlamak, s. 27, Metis Yayıncılık, 2015.

(2)          “Ölüm karşımıza nerede çıkarsa çıksın, hoş geldi; yeter ki bu, bizim savaş çağrımız, onu duyacak kulaklara ulaşsın, başka bir el uzanıp silahlarımızı kullansın, başka insanlar, cenaze şarkımıza, makineli tüfeklerin kesik ritmiyle, yeni savaş ve zafer bağırışlarıyla katılmaya hazır olsun.” (Che Guevara, “Vietnam Must Not Stand Alone”, New Left Review, Londra, No. 43. 1967. Aktaran John Berger, a.g.e.)

(3)          John Berger’in yazısındaki ilgili bölüm şöyledir: “Açıkça söyleyelim: Katlanılmaz olan, Vietnam'daki savaş değildir; Vietnam dünyanın bugünkü katlanılmaz durumunu doğrulamaktadır. Durum o boyutlardadır ki Vietnam halkının verdiği örnek bir umut ışığı olmuştur. Guevara bunu anlamış ve buna göre davranmıştır. Dünya, ancak onu dönüştürme umudu var olduğu ama bu umudu gerçekleştirme olanağı bulunmadığı zaman katlanılmaz bir hale gelir. Bu dönüşümün tarihsel olarak gerçekleştirilmesini sağlayacak toplumsal güçler -hiç değilse genel açıdan- tanımlanmıştır. Guevara, kendisini bu güçlerle özdeşleştirmeyi seçmiştir. Bunu yaparken, tarihin ‘yasalar’ı denen şeye değil, kendi varoluşunun tarihsel niteliğine tabi  olmuştur.” (John Berger, a.g.e., s. 32, Metis Yayıncılık, 2015.)

(4)          Türker Kılıç’ın adı geçen kitabı: Yeni Bilim: Bağlantısallık - Yeni Kültür: Yaşamdaşlık, Ayrıntı Yayınevi, 2021.