Takım oyunu

Takım kaybedince kaybeder, ancak takım kazandığında kazanabilirsiniz. Takımınızın en zayıf halkası düştüğünde, onu kaldırmadan devam ederseniz, elde edebileceğiniz hiçbir şey yoktur.

Günümüzde en popüler spor dalları denince aklımıza hep takım sporları geliyor. Futbol, basketbol, voleybol, hentbol, kriket, beyzbol, buz hokeyi, Amerikan futbolu, ragbi gibi takım sporlarını dünya genelinde milyonlarca insan takip ediyor. Buna karşılık, dünyanın en popüler bireysel spor dallarının elbette başlıcası tenis. Lakin tenisin veya diğer bireysel spor dallarının futbol, basketbol gibi geniş kitlelerin ilgisini çekmesi yakın gelecekte de pek mümkün görünmüyor. Buradaki temel ayrımın, o spor dalının üretebildiği eğlence ve derinlikten ziyade, kitlelerin takım sporunun oluşturduğu ortaklaşma duygusuna ve taraftarın oyunun akışına katılma arzusu olduğunu düşünüyorum.

Günümüzde spor dediğimiz zaman iki farklı şey anlıyoruz. İlki, sporcular tarafından icra edilen spor. İkincisi, bir çeşit sinema veya tiyatro sınıfında bir izlence. Oysa spor izleyiciliğini, -tiyatroyla belli alanlarda benzeşse de- sinemayla ayıran çok temel bir faktör var. Sinema yapıtı, ortaya koyduğu sanatsal sunumla, o yapıtı izleyen insanlar arasında bir ilişki kurmazken; spor, izleyicisiyle oyunun kendisi arasında kopmaz bir bağ kurar. Taraftar, ortaya konulan oyunun ayrılmaz bir parçasıdır. O sebeple, seyircisiz spor müsabakaları kimseye keyif vermez. Taraftar, oyunun her anında, taraftarı olduğu takımın duygusu ortaklaşmak ister. Maç kötü giderken veya sahada bir gerilim oluştuğunda bunun tribünlere sıçramaması mümkün olmaz. Zira kendisini oyunun bir parçası olarak gören taraftar, -sahanın içine giremiyor olsa da- dışından içine etki etmek ister. Kimi zaman sahadaki sporculara kötü tezahüratlar yapar, kimi zaman sahaya yabancı madde atar, rakibin moralini bozmaya çalışır, hakemi etki altına almaya çalışır. Bunların büyük bölümü olumsuz davranışlar kümesi içinde yer alıyor olsa da, bunun altında yatan duygu açıktır; oyunun ve “takımın” bir parçası olmak isteği.

Bir takımın parçası olmak, o takımı oluşturan ortak değerlerde birleşmek. Kaybederken hep beraber kaybetmek, kazanırken hep beraber kazanmak. Yenilginin verdiği hüznü hep birlikte sırtlamak ve başarıyı paylaşmak. Kurtuluş yok, tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz!

İzleyenin, oyunun bir parçası olma isteği, takım sporlarının bireysel sporlardan ayrıldığı en önemli nokta bana göre ve sorunumuz tam da burada başlıyor. Takım sporları, ideolojik olarak sistemin bütününün her alandan üzerimize üzerimize akıttığı, bireyselliği geri plana iten bir örnek olmaya başlıyor. Zira takım sporlarında hakim ideolojinin herkesin kafasına yerleştirmeye çalıştığı “sen önce kendini kurtar” söylemi işlemez. Takım kaybedince kaybeder, ancak takım kazandığında kazanabilirsiniz. Takımınızın en zayıf halkası düştüğünde, onu kaldırmadan devam ederseniz, elde edebileceğiniz hiç bir şey yoktur. Tam da bu yüzden dünyanın en iyi takım sporcuları, bireysel kabiliyetlerinin yanı sıra, bir takım bütünlüğü içerisinde hareket etme becerisini de üst düzeyde ortaya koyabilen oyuncular oluyorlar. Oyuna, fiziksel ve teknik özelliklerden belki de daha fazla olarak, zihinsel özellikler damga vurmaya başlıyor. Takım arkadaşlarınızla aynı anda aynı hayali kurma becerisi, sahadaki en önemli değer olabiliyor. Sizin sınırsız hayal gücünüzün sınırları, takım arkadaşınızın sınırlarıyla belirlenir hale geliyor. Pası atanın zihinsel yeterliliğiyle, pası alanın zihinsel yeterliliği örtüştüğünde olağanüstü bir pas görüyoruz. Bunlardan biri eksik olduğunda top manasız bir yere gidiyor, pası atana pas hatası yazılıyor.

İşte spor medyası tam da esas işlevini bu alanda sergilemeye başlıyor. Oyunun tüm bütünselliğini geri plana itip, sahada oyuna dair olan biten her şeyi bireysel üzerinden anlatmaya başlıyorlar. Tüm olumsuzluklar, o takımı oluşturan parçaların üzerine atılıp, takım bütünlüğüne dair eksikler gizlenmeye başlıyor. Takım başarı kazandığında ise, oradan bir sihirbaz seçiliyor ve sanki o başarıyı tek başına kazanmış gibi saatlerce anlatılabiliyor. Dünyanın belki de gelmiş geçmiş en iyi iki futbolcusu olan Ronaldo ve Messi arasında seçim yapmamız isteniyor. Messi’ciler Ronaldo’yu sevmiyor, Ronaldo’cular Messi’nin sahada yaptıklarından hoşnut olmuyor. Sabahtan akşama “sence Ronaldo mu Messi mi” sorusunun cevabını tartışıyorlar.  Ballon d’Or (Altın Top) ödülünü o sporcu mu almalıydı, bu mu almalıydı diye programlar yapılıyor. Dünyanın en iyi forveti o mudur, yoksa bu mudur diye bitmek bilmeyen tartışmalar yürütülüyor... Oysa, oyunun kendisi ödüldür zaten. Topa her bir dokunuş, her bir aksiyon, görmeyi bilene ödüldür.

Spor medyasının takım sporlarına altında bu tür bir ideolojik tabanı olan bu yaklaşımının artık oyunun derinliğine dair çok büyük hasarlar vermeye başladığını söylemek mümkün. Oyun giderek daha fazla bireysel olarak donanımlı sporcularının maçı kazandıracağına dair kanıyı güçlendirecek bir ideolojik çerçeveyle anlatılıyor. Sporu takip eden kitleler de sabahtan akşama anlatılan bu perspektifi benimsemeye başlıyorlar. Bunun bir izdüşümü olarak, ülkemizde futbol takımlarının her yıl bir sürü oyuncu gönderip, bir sürü oyuncu transfer ediyorlar. Başarısız olduğunu düşünen, önce sporcularının bireysel yetersizliklerine odaklanıyor. Sorunu oradan okuyor ve oradan çözmeye çalışıyor. Çünkü almak ve satmak, endüstri mantığının ayrılmaz bir parçası.

Bugün dünyanın futbol oynama becerisi en gelişmiş futbol takımlarına bakalım. Manchester City, Liverpool, Chelsea, Bayern Munih... Bu takımların tamamında oyuna dair belli değerler göreceksiniz. Dünyanın en iyi futbol takımı, dünyanın en disiplinli takımı aynı zamanda. Bir makina düzeninde, bireysel rollerini kusursuzca uygulayan sporcuların oluşturduğu yapılar... Sporcunun bireysel kalitesi de, o rolün gereksinimlerini ne kadar iyi yapabildiğiyle ortaya çıkıyor.

 

Hayatım boyunca en beğendiğim sporcular; pası veren sporcular oldu; golü atan değil, golün pasını veren oyuncular. Çünkü zaten golü atmaya odaklandırılmış bir dolu sporcu mevcutken, o fikrin ilerisine geçip, golü atacak olana servis yapan sporcu bana her zaman çok daha derinlikli gelmiştir. Sahanın içine girip, deneyimleme şansım olunca anladım ki, olay sadece pası atanda bitmiyor. Bir de, pası alan var. Pası alan, pası doğru zamanda, doğru açıyla talep etmezse, pası atanın kabiliyeti ne olursa olsun, o pas başarıya ulaşmıyor. İşte o an oyunun bütünselliğini ve bireyin sınırlarını daha iyi anlıyorsunuz. Diğer sporcularla ortak frekansta buluşulmayınca, onun zihnine girip, sahayı bir de onun perspektifinden değerlendirmeyince, o oyuncu başka şey hayal ediyor, sen başka şey hayal ediyorsunuz.

İşte spor endüstrisi dediğimiz yapılar tam da buraya ateş ediyorlar. Oyunun bütünselliğini, ortaklaşılan değerleri geri plana itip bireylerden yıldızlar, kahramanlar, imparatorlar çıkarmaya çalışıyorlar.  Oysa spor öyle muhteşem bir alandır ki; kim olduğunuz, nereden geldiğiniz, nereye gittiğiniz, bankadaki paranız, yatlarınız, katlarınızla ilgilenmez. İmparatorları yerle bir eder, kahramanları yerin dibine sokar. “İmparatorun” yere düştüğü anı görmek, spora dair en muhteşem anlardan biridir...  Eğer oradan bakabilirsen... Bakamazsan, yeni imparatorun kim olduğunu tartışanlara katılırsın.