Spinoza’nın sevinci ve diğer sevinçler

Geleneğimizin kendisiyle kurduğu bağ bir hayli eski. Ve alengirli.

Önce büyük şairimiz Nâzım’a bakalım. “Kablettarih” şiirinde söylediğine. Tarihte, hatta tarih öncesinde yolculuğa çıkıp materyalist düşünürü karşılamasına ve de kapsamasına:

“çok uzaklardan geliyoruz

alevli bir fanus gibi taşıyoruz ellerimizde

ihrak binnar edilen galile’nin

dönen küre gibi yuvarlak kafasını.

ve ancak

bizim kartal burunlarımızda buluyor

lâyık olduğu yeri

materyalist camcı ispinozanın

gözlükleri.”

Bir taraftan büyük eseri “Etika”yı ve denebilirse onun “ön yapıtlarını” kaleme alan, bir taraftan geleneksel inançları sorguladığı ve özgürlüğü aradığı için Yahudi hahamlar tarafından soruşturulup cemaatten kovulan, bir taraftan da geçimi için optik alanındaki çalışmalarını sürdürüp mercekler, gözlükler ve teleskoplarla uğraşan bu düşünüre dönük sahici bir “sahiplenme biçimi”dir Nâzım’ınki; onun camcı/materyalist mirasını kendine, kendi dünya görüşüne taşıma, “içerip aşma”dır. Biz almazsak başkalarının elinde yabana gidecektir zira! Başkaları kim mi? Fiziği metafizikle, doğayı doğaüstüyle gizemli ve anlaşılmaz kılan burjuva ideologları tabii ki.

Bu şairane karşılama ve kapsama elbette kökenlerini bizzat Marx ve Engels’te bulur. Nâzım’ın da bizler gibi bir üyesi, talebesi olduğu o büyük okulda. Diyalektik yöntemin inşasında ve onun materyalizmle yeni bir boyuta taşınmasında bütün bir felsefe tarihiyle hesaplaşma yaşanırken, en başta Hegel’in ve Feuerbach’ın adları gelir ama geriden ve derinden işleyen bir Spinoza çizgisi/mirası da söz konusudur.

Sonradan 1960’lardan itibaren Althusser’in ve onun hattında ilerleyen Balibar’ın Fransa’daki düşünsel üretimleri, Spinoza’yı mirasın Hegel’den bile önde gelen asli parçası-kökeni olarak değerlendirecek, “bizim Marksist okulu/ekolü” ona bağlayacaktır. Tartışmalı tabii.

Neyse çok uzatmadan gelelim bizim topraklara, Akdeniz Üniversitesi’nden hocamız Çetin Balanuye’ye. “Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor?” başlıklı kitabı, yaklaşık bir buçuk senedir Spinoza’nın düşüncesini bir anlamda popülerleştirerek daha geniş bir kesime yayıyor.

Balanuye gerçekten de iyi, rahat okunur, keyifli bir “açılım” getiriyor Spinoza’ya. Bir felsefi mirası anlatmakla/aktarmakla -materyalist camcımızın aşkıncılık karşısında bizi dünyevi sevinçlere yönlendiren düşüncesini serimlemekle- kalmıyor, deyiş yerindeyse, güne de müdahale ediyor. Günlük hayatımıza yayılan bir sevinç halinin imkânlarını tartışıyor, araştırıyor. Sadece Spinoza’nın sevincini öğrenmek değil, birer birey olarak bizzat sevince dönüşmek, Spinoza’nın düşüncesini bugün, kendi yapıp ettiklerimizle yaşatabilmek esas mesele. Bu “mesele”yle çıkıyor karşımıza Balanuye. 

Arada “popülerleştirme”, “rahat okunma” vb. demişken, yanlış anlaşılmasın, o ucuz (fiyatı değil, içeriği ucuz) kişisel gelişim, yaşam sanatı, on adımda nasıl mutlu olunur, empatinin seksen yöntemi, kırk maddede hayatın anlamı, kırk bir maddede anlamın anlamı vb. kitaplarından biri değil elbette söz konusu olan.

Sevincimizi elimizden almak isteyen üç temel bariyer (varsayım silsilesi) karşısında, bu bariyerlere dair bilincimizi uyarmakla, Spinoza’nın bunları nasıl serimleyip değerlendirdiğini özetlemekle ve hayatın içinden örnekler vermekle yetiniyor sadece!

Bu varsayım arkadaşların başında “aşkıncılık” geliyor. (Ferhan Şensoy’un bir “Varsayalım İsmail” karakteri ve serisi vardı, nedense, o da akla geliyor!) Onu “erekselcilik” takip ediyor. Peşinden de irademizin özgür olduğu, kendimizin biricik olduğu türünden varsayımlarla her şeyi yapabileceğimiz varsayımı, yahut yanılsaması.

Sevincimize engel olan varsayımları, zihnimize yerleştirilmiş ya da yerleştirilmeye çalışılan bariyerleri yıkarken, anlamanın mutluluğuna kavuşuyoruz. Materyalist camcıyı sahiplenen şairin de belirttiği üzere; ‘anlamak geleni ve gitmekte olanı, o ne büyük bir bahtiyarlık öyle’…Malum.

Ama doğayı -tarihte ve doğada gelmenin ve gitmenin yasalarını- anlamanın, onlarla uyumlu ya da barışık olmanın, bilmenin ve bilimin önündeki varsayımlar/bariyerler hayli yüksek ve çeşitli.

Aşkıncılık en başta. Adlı adınca Tanrı ve öte dünya inancı, suçluluk duygusunu, bir dizi günah ve cehennem tehdidiyle birlikte cezalandırılma endişesini ve yoğun/hüzünlü bir duygusallığı (melankoliyi) beraberinde getiriyor. Dünyevi olana, doğaya, hayata, hayatın gerçeklerine ve onları dönüştürmeye bağlanma ise öbür yanda, sevince açılıyor.

Bilimin aydınlığı, bilmenin ve “bilgi nesnesi”ne hakim olmanın gücü ve sevinci varken, gizemin belirsizliklerinde bocalayıp korkuya kapılmanın, karanlığa çöreklenip sevinci kaybetmenin; acıların çocuğu, hüzünlerin erbabı, harabat ehli vb. olmanın kapıları açılıyor “aşkın bir şeylere inananlar”ın önünde. Üstün/aşkın bir güçten kaynaklandığı düşünülen kısıtlar, korkular ve baskılarla, katlanılması gereken acılarla; bu dünyanın nimetlerini öte dünyaya ötelemeler/ertelemelerle kendini var edebilen bir “inanç ve varsayım/yanılgı dünyası” bu.

İnsanın potansiyellerini gerçekleştirerek mutlu olması ile insanın potansiyellerine ket vurarak metafizik ideallere kapılması, sürüklenmesi, büyük gücün ya da güçlerin kısıtlı/hüzünlü bireyine dönüşmesi  arasında esaslı bir çelişki var özetle.

Bedeni ve ruhu bütünleşik, bedeniyle ve dünyayla barışık bireyler var Spinoza’nın sevinçli dünyasında. Bu bütünleşmenin bir ucunda, sevinci ve hazzı bulacağım diye tümüyle hazcılığa, hedonizme kaptırıp gitmek riski de var mı acaba? Olsun, ne olacak ki!

Bu düzen ve onun yarattığı dinsel/milliyetçi/cinsiyetçi/etnik vb. ayrımcı ortam düşünüldüğünde; bu ayrımcı ideolojilerle, sahte/yalancı davalarla zor değil mi böylesi-dünyayla/doğayla, bedeniyle/ruhuyla barışık-bireylerin yetişmesi peki? Baksanıza şehit olup büyük ızdıraplar çekmeniz, daha doğrusu, ölümden bile mutluluk duymanız gerekiyor bir şekilde! Hem de çocuk halinizle.

Gelelim mi bir sonraki varsayıma, erekselciliğe? Aşkıncılığı materyalizm cephesinden eleştirmek kolay olabilir de erekselcilikte işler biraz karışabilir sanki. Aşkıncılık misali, bir erek peşinde sevinci öteleye öteleye bu dünyayı yaşa(ya)mayanlar, yaşamalarına izin verilmeyenler tamam “su yüzüne çıkarılabilir”. Peki ama hiç mi erek yok? Bir tane bile mi yok? Erek varsa illa acı mı var, ereğe ulaşamadığımız için hüzün mü var? Peki ya ereğe ulaşma mücadelesinin sevinci?

Geçelim bir sonraki varsayıma, iradecilik ya da özgür irade yanılsamasına. Evet özgürlüğü, irademizle her şeye ulaşabilmek, uçup kaçmak olarak değil de “zorunlulukların bilincine varmak, bilgisine ulaşmak” olarak aldığımızda Marx ile Spinoza düşüncesinin yakınlaştığı bir diğer noktaya varırız da, tümüyle iradesizlik yakışır mı hiç bize acaba?

Felsefi bir tartışma varsa, klasik bir soru var hep ortada: Birey olarak neyi ne kadar değiştirebiliriz?

Spinoza’nın değil de Kurt Vonnegut (jr yahut ceyar) abimizin “bilgece” sözleriyle; “Tanrım, bana değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenebilmem için huzur, değiştirebileceğim şeyleri değiştirebilmem için cesaret ve aradaki farkı anlayabilmem için de akıl ver” diyelim şimdilik. 

Peki ya toplum olarak? Toplum olarak neyi ne kadar değiştirebiliriz? Toplumdaki örgütlü bir güç olarak? Örgütlü bir halk olarak? Emekçiler olarak? Komünistlerin “çilekeşliği” boşuna mı yani? (Evet, kitapta, ereklerinin peşinde iradelerini ortaya koyarak çilekeş bir yaşam süren komünistleri hafif tiye alan bölümler de yok değil hani.)

Polyannacılık oynamayalım ama arada doğanın seslerini, kuş cıvıltılarını duyalım tabii; çile doldurmayalım, hayatın sevincini yakalayalım elbette…Peki, mücadele nerede?

Doğaya karşı, tarihe karşı, nesnelliğe karşı, iradi konumumuz/müdahalemiz tartışmalı bir şey hep. İrade-kader ikiliğinden farklı bir düzlem söz konusu iradenin nesnelliğe müdahale girişimlerinde. Spinoza’nın iradeyi küçülten sevincinde, “Her şey olacağına varır”, “Senin müdahalenin/iradenin ne önemi var ki?” riski de beliriyor mu peki? “Aman be, sen mi kurtaracan dünyayı?..”

Spinoza’nın sevincinde, dünyevi olan tamam da, onun bir adım ötesinde eylemenin/ eyleyenin sevinci eksik sanki. Daha geniş ölçekte baktığımızda “praksisin sevinci” ya da “tarihsel eylemi içindeki insanın sevinci” diyelim dilerseniz. Ama böylesi “geniş ölçekli” olayım derken “aşkıncı” ve de “erekselci” oluyorsa, sokakta mücadele eden, hareket eden, eyleyen, dönüşen, dönüştüren (dönüşürken dönüştüren ve vice versa) insanın sevinci de diyebiliriz. Gezi’nin sevinci mesela.  

Mücadele eden bir başka mutludur. Mücadele eden -özgür irade ile nesnel gerçeklik ilişkisinin ötesinde- bir başka özgür. Korku duvarlarını aşıp eyleyen insan, bambaşka ve gerçek bir sevincin dairesindedir. Öyle değil mi?