Geçen yazımda iktidarın sopa ile piyasa ekonomisini ehlileştirmeye çalıştığını yazmıştım. İçin içinde sopa lafı geçince muhatabın döven tarafı belli. Ama uyuşturucu bağımlısı kim, bir de onu tarif edip yazıya geçebiliriz. Uyuştucu bağımlısı ise özel sektör. Özel sektörün hali hazırda bile 400 milyar dolar borcu bulunmaktadır. 2002 yılından bu yana alınan kredi miktarı ise yaklaşık 1.5 trilyon dolar tutarındadır. Yani sürekli ucuz faizli döviz kredisi ile yaşayan piyasa bir anlamda gelen uyuşturucu kesilince tir titremektedir.
Özel sektör ağustos böceği gibi bu paraları inşaat, enerji sektörü ve kamu ulaştırma altyapısınının ihalelerine girerek harcamıştır bu dönemi. Bol ucuz kaynaklı ve kar oranı yüksek sektörler varken kimsenin uzun vadeli katma değerli alanlarla uğraşacak zamanı yoktu.
Nitekim döviz çok yükselince 'ama ihracatımız artacak' diye sevinenler oldu. Hatta damatın YEP’inde 2019 için ihracatın lokomotif olacağı, yurtiçi tüketim azalsa bile yaratacağı dinanizmle büyümenin yeniden sağlayacağı varsayılıyordu. Halbuki artı değersiz sektörlerin yurtdışına satacabileceği hiçbir şey yoktu. İthalat ara mallarına dayalı ihracat, ithalatın artırdığı maliyetlerin de yükselmesiyle sadece %7 artabildi. İlk üç sıra Otomotiv (nerdeyse %70-80 oranında ithalata bağımlı); Madencilik ve Tekstil olarak kaldı. Bir laf vardır; bakır madeninin tonu 400 dolardır, onu kablo olarak satarsanız 40 bin dolar, bilgisayardaki çipi kablosu olarak satarsanız 4 milyon dolar. Biz hala büyük çevre katliamlarına da izin vererek dağı taşı 400 dolardan satarak zenginleşmeye çalışıyoruz.
Özel sektörün morfini kesilince titremeye başladı. Titremeyi geçiştirmek için sopa gösterilmekte. Tabi bu sopanın bazen dövmek bazen de itelemek için kullanıldığını söylemek de lazım.
İktidarın banka kredi faizlerini düşürmek için bankaların kulağını çektiğini artık duymayan kalmadı. Bankalar faizleri düşürdü düşürmesine ama bu kez de yüksek batık kredi riski nedeniyle kredi kullandırmıyorlar. Zaten yeni yatırım için kullanmak isteyen de yok.
Yine bankalar mevduat faiz oranlarını yine sopa ile indirdi. Bir ara %27’leri gören faizler %20’nin bir tık altına indi. Ancak %27 yerine %20’ye düşen faizler insanları yine dolara yöneltti. 5,10’lara kadar düşen dolar yine 5,45’lerde sabitlendi kaldı (Bu ülkede ekonomi yazmak da zor. Yazı içinde dolar kurunu yazmamak lazım. Tam yazıyı gönderecekken kur 5.70’leri gördü –bu durum da gelecek haftanın yazısı olsun-)
Arjantin, Yemen ve Surinam'dan sonra dünyanın en yüksek faiz oranlarına sahip olsa da Türkiye'de hâlâ birçok yatırımcı faizlerin düşmesinin riskli olduğuna dikkat çekiyor ama sopa ekonomisi hem faizi hem doları hem de enflasyonu sopayla indirebileceğini sanıyor.
İktidar artan tarım ürünlerini yine sopa ile terbiye etmeye kalkıştı. Ama domates bu, vurunca salça oluyor. Geçen yıl patates fiyatları artıyor diye ilk defa 4 bin ton ithalata izin vermişti. Patates üreticisi ben para kazanamayacaksam ekmeyeyim dedi. Bu seneki açık 200 bin tona çıktı. Benzer tüm eğilimleri diğer tarım ürünlerinde göreceğiz. 5 liralık domatesi 3 liraya tanzimde satmak göreceli iyi bir uygulama olsa da tarımdaki yıkımı durdurmadığınız sürece seneye de 8 liralık domatesi bakın tanzimde 5 liraya satıyoruz diye sunmak zorunda kalacaksınız.
İktidar genel olarak fiyatların düşmesi için bir gün içinde 63 zincir mağazaya birden Rekabet Kurumu aracılığı ile soruşturma başlattı. İçinde yok yok. İslami sermaye eksenli birçok zincir mağaza da soruşturma içinde. Meğer İslamcılar da iktidarın altını oymaya çalışıyormuş. Bu kadar firmanın aynı anda soruşturmaya uğraması aslında sopa tedavisi. Yoksa Rekabet Kurumunun görevi, aralarında gizli anlaşma yaparak firmaların tekelleşip fiyat belirlemesinin engellenmesi. Koca Migros ile Öz İnanç marketlerinin patates fiyatları için oturup aralarında anlaştığını düşünmek bile komedi ötesi.
İktidarın sopayı iteleyerek kullandığı alanlar da var. Örneğin inşaat sektörü, inşaat firmalarına hadi satamadığın evlerin bir kısmını üzerime alayım, borcundan düşeyim dendi. Son 3 ay diye diye ilk uzatma senesini doldurmak üzere olan beyaz eşya ve araca ÖTV indirimleri vb. uygulamalar da devam ediyor. İşverenlere de 3 ay maaşı ben ödeyim (ben derken tabi bizim işsizlik fonu) dendi. İşin komik tarafı özel bankalar bu sürece ite kaka sokulurken kamu bankaları cengaver gibi önde. Özel sektör riskinin kamusallaştırıldığı bir dönemdeyiz.
İktidar ve sopa arasındaki ilişkiyi biraz sergiledik ama özellikle iktisatçılar arasında yaygın bir tartışma var. Otoriter bir yönetimi sermayenin istemeyeceği yönünde, bu durumun sermaye kaçışına da yol açtığını iddia edenler var. Bazı iktisatçılar da tam aksi görüşte ve sermayenin otoriter yönetimleri sevdiği yönünde görüş bildiriyor.
Aslında iki tez de doğruluk payı içeriyor ama daha çok ikinci tez yaşadığımız dönemde giderek daha fazla kendini doğruluyor. Doğrudan yatırımı düşünen bazı sermaye kesimleri ülkedeki demokratik yapıyı kendi yatırımlarının güvencesi olarak da görüyorlar. Ayrıca demokratikleşen bir Türkiye’nin AB üyesi olacağını, artık yaşlanan ve büyüme oranları oldukça düşük yüzdelere inen Avrupa kıtası için, 80 milyon nüfuslu ve henüz borçlanma oranları düşük olan geniş bir pazar bulunuyordu. Nitekim Müzakere Süreci başlar başlamaz 4 yılda 80 milyar dolarlık doğrudan yatırım veya satın alma gerçekleşti. Birçok Avrupa kökenli banka Türkiye’de banka alma yarışına girdi. Bu bankalar aman ne güzel Türk halkının borçluluk oranı çok düşük diyerek bol bol kredi dağıttılar. Uzun yıllar zaten döviz yerinde saydı. Avrupa finans ortamına göre sadece %1 fazlasıyla bile Türkiye’ye fon aktarmak herkesin işine geldi. Şu anda bu mali piyasa ne yapacağını şaşırmış durumda; Türkiye’deki fonları batarsa ciddi krize girebilirler. Nitekim dolar krizinde Merkel bile “Türkiye’ye güveniyoruz” açıklamaları yapmak zorunda kaldı. Çünkü Türkiye’de bankalar aracıyla dağıtılan kaynakların yaklaşık 300 Milyar Doları AB kökenli. Bu borçların ödenmemesi AB’nin finans kurumlarını da ciddi krize sokabilir.
Geçen yazıda da otoriterleşmenin AKP’nin eline krizi idame ettirebilecek araçlar sunduğunu yazmıştım. Sermaye için de benzer durum var. Örneğin 2000’li yıllarda Türkiye’de banka alan yabancı sermaye Hollanda, İspanya, Belçika vb. merkezli iken, Türkiye’de el değiştiren ya da yeni kurulan bankalara baktığımızda, Rusya, Çin ve Katar sermayesi kökenli. Bu 3 ülke sermaye grubunun da tam da otoriter bir yönetimle yaşamaya alışkın olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Ayrıca sopa sadece domatese işlemiyor. “Ne güzel işte şak diye grevleri yasaklıyorum” diyerek işçi sınıfına da gösteriliyor. Sermayeye bu anlamda güvence veren bir yapı sunuluyor. Mali teşvikler, ücretsiz istihdam, vergi afları gırla. AKP döneminin en tipik karakteristiği ne derseniz, çalışanların patronlarından daha fazla vergi vermesi diyebilirim.
Ama devletin sermayeye desteği yetmiyor. Sermayenin ihtiyacı bol sermaye kaynağı. Sopa ile tedavi ne kadar faydalı olacak göreceğiz. Ya da belli mi olur? Bol mali kaynakları ne yapacağını şaşıran, geri çekse kendisine ekonomik küçülme, dünyaya salsa kendisine yine enflasyon olarak dönen bu ABD ve AB’nin mali kaynakları Türkiye’ye yeniden gelirse AKP iktidarı derin bir nefes alacaktır. Ancak borçla yaşamaya alışan sermayenin/kişilerin bir sonraki krizinin daha sert olacağını söylemek gerekiyor.
Sermaye, bu kadar krizdeyken toplumsal barış, demokrasi ve hukuk gibi konularla ilgilenmeyecek tabi ki, neoliberalizm kavramındaki “liberalizm” kısmı siyasal alanda bir fantezi haline geldi artık. Liberallere çemkirmenin de bir güzelliği vardı onu da elimizden aldılar. Artık onlar tamamen bir siyasi mefta. Bizler sadece bu neo’dan sonra ne tanımı kullanacağımızı tartışıyoruz. NeoOsmanlıcılık vs diyenler de oluyor, AKP’nin yaldızlı merdivenlerine dizilen komik elbiseli askerlere bakarak ama sermayenin bu kadar küreselleştiği bir dönemde bu kadar yerel bir tanım anlamsız olsa bile Osmanlıcılığın yağmacı-gaspedici özelliğini alırsak yerellikten de kurtarmış oluruz tartışmayı. Sermaye artık “devlet bize gölge yapmasın” yerine “canım şemsiyeyi tam şurada tut üşüyorum” diyor.