Son tahlilde kazanırız ama ilk tahlil ne olacak?

“Sıkmayın canınızı, geçer bugünler evvel Allah sonra biz” diyor tuzu kuru siyasetçiler; ama biz canımızı sıkmaya devam edelim en iyisi; “tarihi yapan insanlardır” kısmını unutup bir türlü olgunlaşmayan koşullulara süreklilik bahşedip “ama belirli koşullarda” kısmına ağırlık vererek rahatlamayalım; içerdeki arkadaşlarımızı, ölümün kıyısındaki hükümlüleri, aydınları düşünüp utanalım biraz...

Eski zamanları anlatan, eski zamanlarda yaşamış insanların yazdığı kitapları okurken dünyanın çok değiştiğini fark ederiz, ama neyin değiştiğini neyin aynı kaldığını anlamak zordur. Örneğin ulaşım araçlarının bugünlerin modern araçlarından çok farklı olmasını anlayabiliyoruz ama örneğin Sokrates’in, Platon’un, Aristoteles’in, zamanın bilgelerinin köle sahibi olmalarını, kölelerin varlığını devlet anlayışları kapsamında doğal saymalarını kavramakta güçlük çekeriz. Zamanın hızı içinde gerçekte çok yavaş, neredeyse belli belirsiz görünen değişim, kitaplarda hızlanır, ışığın hızını aşar. 

Yine kitaplara dönelim en iyisi; değişimin hızını, gerçekte hiçbir şeyin değişmediğini keşfedelim. Kölelik uzun mücadelelerle, dünyanın en büyük demokrasisi olduğu iddiasını pek çok yerde kabul ettirmiş ABD’de daha yakın zamana kadar yasal değilse bile kabul edilmiş bir gerçeklikti, kaldırıldı. Ama ırkçı nefret yaygınlaşarak sürüyor; hala siyahlar öldürülüyor, gerçekte köleliğin yerini “özgür kölelik” ya da “gizli kölelik” aldı. Bu değişmezlik aslında insanoğlunun kendinde barındırdığı zayıflık, edinilmiş güç, hükmetme ve boyun eğdirme, sömürme ve isyan etme yeteneği midir? Dinin doğmalarını yüzyıllardır insana karşı kullanan egemenlerin başarısı mı? Doğal olan bu mu? Değişmiyor mu dünya gerçekten? Dünyayı “yalnızca yorumlamak” değil “değiştirmek” gerektiğine ne kadar inansak da bizi tutan bir şey var sanki? Peki varsa böyle bir şey gerçekten, insan karakterinin değişmez asli bir özelliği midir? 

Ne geri ne ileri gitmek isteyen, şu sonsuz hareketin; uzam ve zamanın içinde kendini abartan ukalalar, kıpırdamaktan ödü kopan ölümlüler miyiz bizler?

GÖKTEKİ BÜTÜN IŞIKLAR EĞRİ

Kitaplardan öğrendiğimize göre baskının, sömürünün fark edilmesi, isyanı zorunlu kılması zaman işidir. Evrim ile devrimi karşılaştırmanın zorluğu, süreç fikrini kavramaktaki sıkıntıdan kaynaklanır. Evrim, içinde yüzlerce minik devrimi barındıran birikimdir, devrim ise hızlanan zaman ve zamanı hızlandıran sürecin kendisidir. Gelişmenin determinist yorumu gelişmeyi statikleştirir, neden sonuç ilişkisinin çoğu zaman geçersiz kurallarına bağlar, evrimle devrim, nicelikle nitelik arasındaki ilişkiyi dondurur.

Bilimsel gelişmenin yalnızca birikimle değil devrimci sıçramalarla gerçekleştiğini anlatan Thomas Kuhn’un söylediği gibi düz bir birikim süreci bilimdeki gelişmeyi ya da onun kavramıyla “paradigma değişimini” anlatmaya yetmiyor. Bu nedenle Kuhn, siyasi devrimlerle bilimsel paradigma değişiklikleri arasında paralellikler “koşutluklar" bulur. Varolan kurumların kendi eserleri olan ortamın sorunları karşısında yetersiz kaldığının hissedilmesi siyasal değişimi zorladığını söyleyen Kuhn "gerek siyasi gerek bilimsel gelişmede devrimin ön koşulu, düzenin bunalıma varan ölçüde işlerliğini yitirdiğini haber veren belirtilerin algılanmasıdır" diye yazıyor. (Bilimsel Devrimlerin Yapısı; s.182.Kırmızı Yayınları) 

Kuşkusuz bu çatışma sessiz sedasız gerçekleşmiyor. Siyasal devrimci gelişme nasıl hoşnutsuz kitlelerin ve siyasetin onayına gereksinim duyuyorsa, bilimde “paradigma değişimi” de bilim dünyasının kimi zaman kıyasıya kavgasına ve onayına gerek duyuyor. 

Dünyamız pek çok gelişmenin aynı zaman dilimine sıkıştığı çok yönlü bir dönemi birinci dünya sonrasında yaşadı. 1917 ekiminde birinci dünya savaşının son yılına girerken Rusya'da devrim gerçekleşti. Almanya 1918'de teslim oldu. 1919 yazında Weimar Cumhuriyeti kuruldu. Almanya'da büyük çatışmalar yaşandı, ülke Nazi örgütü Freicorps’un eylemlerine sahne olmaya başladı. Ortadoğu’da çalkantılar arttı, Türkiye’de anti-emperyalist savaş başladı; Osmanlı imparatorluğu yıkıldı, cumhuriyet kuruldu. Bilim dünyası da büyük bir çalkantı içindeydi, 1919’da güneş tutulmasının gözlemlenmesi ve Einstein’ın genel görelilik tezinin, bir yıldız ışığının güneşin kütle çekimi ile büküldüğü tezinin sınanması amacıyla bir bilimsel gezi düzenlendi. Gezinin sonuçları 6 kasım 1919’da Kraliyet Cemiyeti toplantısında açıklandı. Sonuç Einstein’ın teorisini doğruluyordu; bilim dünyası sarsıldı. (A.Douglas Stone; Einstein ve Kuantum; Say yayınları. s.243-244) 

New York Times “Gökyüzündeki bütün ışıklar eğri” manşetiyle çıktı. 

YOLU TIKAYAN KAYA

Her şey bir yana bilim dünyasında da gelişmenin sabitliği kesinliği anlayışının sarsıldığı ortaya çıktı. Batlamyus, Newton, Kopernik sıralaması aslında bir devrimler tarihi sıralaması gibidir. Özel ve genel görelilik de öyledir. Kuantum tezlerinin geliştiği süreçte, her ne kadar ilk adımları kendisi atmış olsa da Kuantum fiziğindeki gelişmeleri kuşkuyla ve biraz da korkuyla karşılayan Einstein 1924’te geleceğin büyük sorununun 1900’den beri üzerinde çalıştığı kuantum teorisi olduğunu açıkladı. Einstein artık yok; kuantum tezi uygulamalı olarak o yıldan bu yana hızla gelişti. Hız, konum, moment gibi klasik fizik kavramları farklı anlamlar kazanıyor, mikrokozmos ve makrokozmosta bulgular sonsuza doğru uzanıyordu. 

Her neyse bilmediğimiz bir konuda yalnızca aktarıma dayanan, o da doğru bir aktarımsa, sözleri sonlandıralım; determinizmin bilim dünyasındaki krallığının da sınırlı olduğu ortaya çıktı. Bilgi biriktikçe ve sıçrama gerçekleştiğinde zamanının “kesin” bilgisi kendini değiştiriyor; henüz kesin olmayan dünyanın kapısını açıyor, geçmişin bilimine sınırlar çizerken yeninin anahtarlarını sunuyor. En önemlisi bilim dünyası toplumsal alanda anlamsız determinizmin değil, etkinliği hala büyük bir coğrafyada süren, genişleme eğilimi gösteren hurafenin karşısına kahramanca dikiliyor.

Ama yolu tıkayan kaya hala orada duruyor. Bilim dünyasında bunca gelişmeye karşın insanoğlu teknolojiyi de bilimi de saptırma, hizmetine alma konusunda büyük başarı gösteren kapitalizmi alt edemedi. Üstelik bunu yapabilmek için hem sınıfsal hem düşünsel olarak, koşullar uygun olduğu, maddi güce sahip olduğu halde başaramadı bunu. Bu konuda çok sayıda bir kısmı Rus devrimi gibi çok önemli hedeflere ulaşabilmiş önemli bir deneyi gerçekleştirmiş olmasına karşın kayayı yerinden söküp atacak bir başarıdan söz edemiyoruz.  

***

Hurafe bilim karşısında durabilir mi? Eğer kapitalizm bilimi halktan uzaklaştırabilir, tüketime uygun olan teknolojiyi bilim diye öne geçirebilirse, bilimi savaş sanayisine bağlarsa İran ve başka örneklerde olduğu gibi hurafe “geçici” başarılar kazanabilir. “Ne kadar geçici?” sorusuna yanıt vermediğimiz için tırnak içine aldığımız bu geçicilik can sıkıcı olabilecek kadar uzun olabilir. 

Sanki geçmiş yinelenebilirmiş gibi siyaseti ve toplumu geriye, geçmişe doğru çeken, geçmişe sahte bir özlem duyan siyasetçinin yine tırnak içinde “geçici” başarıları insan ömrü sınırlı olduğu için sıkar canımızı; güçle desteklenen hurafe bir zaman başarılı olabilir; bir süre daha cehennem ateşinden koruyan terlik ve kefen, cennette sayısı belirsiz cariye ve köle, muska ve şeyhin üfürüğü, tıptaki gelişmeye  direnen hacamat ve sülük, müzeden camiye dönüştürülen eseri kapılarının kemirilmesi ve hilafet çağrıları, kısaca güçle ideoloji arasındaki birbirini karşılıklı besleyen ve yeniden üreten ilişki, bir başka süreçle kesintiye uğratılmadıkça canımızı sıkmaya devam edecektir. 

“Sıkmayın canınızı, geçer bugünler evvel Allah sonra biz” diyor tuzu kuru siyasetçiler; ama biz canımızı sıkmaya devam edelim en iyisi; “tarihi yapan insanlardır” kısmını unutup bir türlü olgunlaşmayan koşullulara süreklilik bahşedip “ama belirli koşullarda” kısmına ağırlık vererek rahatlamayalım; içerdeki arkadaşlarımızı, ölümün kıyısındaki hükümlüleri, aydınları düşünüp utanalım biraz...