Son dönem Amerikan canlandırma (animasyon) filmlerinde sıkça rastlanan unsurların başında ‘farklı’ olan bireylere, topluluklara karşı önyargılı olmamanın, onları olduğu gibi kabullenmenin, basmakalıplara itibar etmemenin vb’nin çocuklara öğütlenmesi geliyor. ABD başta olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinden üç ayı aşkın bir rötarla sonunda bu hafta ülkemizde gösterime giren Zootropolis: Hayvanlar Şehri (Zootopia) de ilk bakışta bu minvalde bir ürün olarak görünüyor ancak bu yeni Disney yapımı hem biyolojik belirlenimciliğin eleştirisi gibi öncüllerinden daha sofistike bir yönelim, hem de doğrudan ‘güvenlikçi’ Yeni Sağ siyasetlerin taşlamasını içeriyor.
İnsanlar yerine memeli hayvanların iskan ettiği bir dünyada geçen Zootropolis’in başlarında çocuk hayvanların kendi aralarında sergiledikleri bir oyundan bu dünyanın geçmişinde vahşi hayatta hayvanlar arasındaki ilişkilerin bildiğimiz üzere yırtıcı hayvanların diğer hayvanları avlaması üzerine kurulu olduğunu ama zamanla yırtıcılarla diğerlerinin uygarca birarada yaşadığı modern bir düzene, uygarlığa geçilmiş olduğunu öğreniyoruz. Filmin baş kahramanı, taşrada doğmuş ama büyük kente, filme adını veren Zootropolis’e taşınıp polis olmayı kendisine hedef seçmiş Judy adlı minik bir tavşan. Judy, ailesinin karşı çıkmasına karşın polis akademisine yazılıp mezun olduktan sonra göreve başlıyor ve bir süre trafik polisliği yaptıktan sonra bir kayıp vakasını soruşturma görevini üstleniyor. Judy ve ona zoraki olarak yardım eden Nick adında dolandırıcı bir tilki, kayıp vakalarının bazı yırtıcı hayvanların yeniden vahşileşmesi sonucu gerçekleşmiş olduğunu keşfediyorlar. Olayın zevahirde aydınlatılmasının ardından düzenlenen bir basın toplantısında Judy bir soru üzerine, yeniden vahşileşmiş hayvanların bu dönüşümünün muhtemelen yırtıcılığın “onların genlerinde olmasıyla” açıklanabileceğini söylüyor. Ve bu beyanatın ardından, o noktaya kadar eğlenceli (özellikle ağır kanlı bir memurun yeraldığı sahne, son yıllarda sinemada izlediğim en komik sahnelerden biri!); iyi yapılmış (Disney filmlerinin alameti farikası olan yüz mimikleriyle duygu yansıtmada mükemmelleşmiş) ama öyküsü itibariyle ayrıksı bir özelliği olmayan bir çocuk filmi olarak görünen Zootropolis’in rengi bir anda değişip toplumsal bir taşlamaya dönüşüyor: Bu uygarlaşmış hayvanlar aleminde bir anda panik ortamı ortaya çıkarak yırtıcı kökenli tüm hayvanlara karşı külliyen kuşkucu, giderek ayrımcı rüzgarlar esmeye başlıyor.
Ancak daha sonra, yeniden vahşileşmiş yırtıcı hayvanlardaki bu dönüşümün aslında bir komplonun parçası olduğu anlaşılıyor ve Zootropolis’teki toplumsal taşlama siyasal taşlama özelliği de kazanıyor. Judy ve Nick’in ortaya çıkardığı komplonun amacı, yırtıcı kökenli hayvanları yeniden vahşileştirip kent halkının çoğunluğunu oluşturan av kökenli hayvanların kendilerini güvenlikte hissetmemelerini, hayvanlar aleminin ikiye bölünmesini ve bu paranoya ortamı içinde av kökenli hayvanların, aslında yırtıcı kökenlilerin tekrar vahşileşmelerini sağlayıp bölünmenin gerçek sorumlusu olan şahsiyet etrafında kenetlenmelerini sağlamak!
Zootropolis’te yaşananların, kuşkusuz kimi farklılıklara karşın, 7 Haziran 2015 sonrasında Türkiye’de yaşananlarla son tahlilde önemli ölçüde benzerliğini açımlamaya gerek yok sanırım. İşin acı tarafı ise, ülkemizde uygulanmakta olan böylesi bir siyasi stratejinin, Disney’in senaristlerinin bile onu eleştiren bir film çıkartmayı düşünecekleri kadar kadim, aşina ve tarihte sık rastlanmış bir strateji olması...