Savaş tamtamları neden hızlandı?

Savaşla ya da savaşsız, ama temel ilkesi değişmeyecektir küresel jandarmanın: Hazır ol cenge; silahlan, baskıyı artır, silahlı müdahale listesini genişlet, kararları sen ver, savaşı kışkırtmayı sürdür, uygula, ister isen sulh-u salah, yani yeni bir “Pax Amerikana”…

Havadaki gerginliği hissedebiliyor musunuz? Yalnızca yaşadığımız kentin değil, ülkenin tüm dünyanın üstünde ağırlaşan bir gerginlik bu.  Politikacıların her anlama çekilebilir diplomatik, yani iki yüzlü dilinde cisimleşiyor. Yaklaşmakta olduğunu görüyoruz. Gerçekleri bizden hem saklamak hem de bizi bu tuhaf gerçeğe “savaşa hazır ol gerçeğine” alıştırmak istiyorlar. Savaşın gittikçe “modernleşen” ama insandan uzaklaşan araçlarına övgü zirveye çıktı. Artık bu cinayet araçlarının insansız oluşuyla övünülüyor. Bir savaş gerecinin insansız olması ne demektir. Onu kullanan pilotu ölümden esirgedik demek mi. Ama ya o ölüm aracını üstlerine saldığımız insanlar. Atom bombalarının yapımı ve kullanımında söz ve eylem sahibi olanlar bu yok edici gücü kutsarken kendilerini neredeyse tanrının eli gibi hissediyorlardı. İlk bombanın pişman olduğu kurgusunu yapan ve eylemine tanıklık eden Oppenheimer denemeyi izlerken “öyle bir şeydi ki sanki durmuş, yaradılışın ilk gününü izliyorduk” demişti. Daha sonra da çok kollu tanrıca Shiva sözleriyle tarif edecekti bombanın marifetini: “Ben ölüm, dünyaların yok edicisi oldum.”

***

Ölümün hizmetine koşan bilim insanlarının, teknisyenlerin ulusal kimlikleri ve ait oldukları bilim dalı bir süre sonra anlamını yitirir. Bombalar ya da roketler yalnızca savaşın hizmetine giren, kimin malı oldukları anlamını yetirmiş ölüm araçları olurlar. Bir Polonya köyüne düşen ve iki insanın ölümüne yol açan S-300 roketi Rus yapımıdır ve Rus uçaklarının saldırısını savuşturmak için Ukrayna ordusu tarafından kullanıldığı ortaya çıktı. Büyük bir olasılıkla NATO’nun hareket alanını genişletmek, büyük bir savaşı giderek daha fazla yakınlaştırmak için bir fırsat olarak kullanılacaktı. Ya henüz saati gelmediği için ya da karşılıklı bir nükleer savaşa hazır olmadıkları için hazırlık durduruldu. Peki yarın, yarın ne olacak?

***

Havadaki gerginliği hissediyorsanız, savaş tamtamlarını usul usul tıngırdatmaya başlayanların kararlarını çoktan verdiklerini düşünebilirsiniz. Bunun belirtileri yeteri kadar var. Tarihe bakınca da gelişen teknoloji, yığınsal kırım silahlarındaki, nükleer silahlardaki gelişmenin savaş konusundaki kapitalist temel içgüdüyü, paylaşma daha çoğunu alma, dünyanın gidişi konusunda karar vericiler arasında ve önde olma fikrini değiştirmediğini görebiliyoruz. Yalnızca kazanamayabilir miyiz kuşkusu şimdilik karar vericileri ürkütüyor. O kadar. Yoksa her gün biraz daha bu zorunlu ve karşı konulmaz isteğin gerektirdiği adımları atmakta, adeta kendiliğinden kimsenin dahli olmadan gelişiyormuş gibi davranmakta, ötekini, düşmanı yaratmakta ve kullanmakta hiç ikirciklenmeden ilerliyorlar. Büyük bir nezaketle örgütlenmiş resmi karşılaşmalarda “partnerlerinin” elini sıkar “iyi niyetlerini” belirtirken, satır aralarında, iki gülücük arasında ne istediklerini, niyetlerini, ne olursa ne olmayacağını, tehdit ve temennilerini karşı tarafa söyleyiveriyorlar. Örneğin son büyük buluşmada liderlerin hemen hepsi savaşçı pozisyonlarını açıklamaktan geri durmadılar. Büyük liderlerden söz ediyoruz kuşkusuz. 20’nin kimi liderleri de geri kalmayacaklarını söylemekten kendilerini alamadılar. Ne yapacaklar genel ve adeta otomatik işleyen düzenin dışında mı kalsınlar; ufak tefek arızalar dışında hepsi de memnun ve mutlu ayrıldılar Endonezya’dan. Süper jetleriyle ülkelerine uçarken kendilerini bekleyen iç politikanın ağırlığını unutmuşlardı; ne güzel, derslerle döndüler; savaşın iç politikada da ne kadar “çözümleyici” olabileceğini bir kez daha anladılar.

***

Savaşın büyük teorisyeni sayılan Carl von Clausewitz gerçekte tam bir savaş kışkırtıcısıydı. Nişanlısı Kontes von Brühl’e yazdığı mektupta “Anayurdumun savaşa ihtiyacı var ve doğrusunu söylemek gerekirse yalnız savaş beni büyük amacıma ulaştırabilir… yolum her zaman büyük bir savaş alanına çıkıyor; oraya girmedikçe hiçbir mutluluğum kalıcı olmayacak” diye yazmıştı. Clausewitz’in mutluluğu kişisel gibi görünüyor ama o gerçekte kendi ülkesinin egemenleri adını konuşuyordu. Sürekli silah yığınağı yapan silah ticaretini aralıksız kışkırtan, teknolojik üstünlüğü kimselere bırakmak istemeyen devletler açısından da savaş kişisel bir şey değildir. Evet savaşın erkek işi oluğunu söyleyen hatta onun kadının elinden doğurma can verme yeteneğini çekip aldığını, yapay zekanın, akıllı makinelerin hizmetinde bir ölümle değiştirdiğini söyleyenler de var; ama gerçek şu ki asıl mesele üstünlüğü, dünyayı yönetme gücünü ya da en azından bu gücü paylaşma ayrıcalığını yitirmemektir. Bu nedenle de pozisyonlarını korumak güçlendirmek için harekete geçtiler. Eski Sovyet cumhuriyetlerinin NATO’ya üye yapılması, Sovyetlerin yıkılmasından sonra üstünlüğü ele geçirdiğini düşünen Batıyı epeyce iştahlandırmıştı. Nihayet Ukrayna’da faşistlerin desteğinde iktidar olan, yönlendirilmesi pek kolay görünen bir politikacı ile yeni bir fırsat yakaladılar. Rusya’nın hem Çarlık Rusyasının hem Sovyet Birliği’nin en büyük ve kadim parçalarından biri olan Ukrayna’nın NATO üyeliğini gündeme getirerek, kısacası kuşatmayı tamamlayacaklarını düşündüler. Geçmiş zamanlarda tarafsız kalmayı başarmış bir iki Batı ülkesinin NATO üyeliği de nasıl olsa çözülecek Türkiye itirazı öyle ya da böyle bitirilecekti. ABD’siz hiçbir anlamı olmayan NATO en sonunda, Avrupa Birliği’nin kendi silahlı gücünü yaratma projesi de çoktan gündemden kalktığına göre rakipsiz tek güç olacaktı. İktidarını sürekli kılmak için savaştan başka bir yol bulamayan Rus liderini “gel gel” yaparak savaşa sürüklemek zor olmadı, iyi düşünülmüş bir satranç partisi gibiydi. Parti sürüyor; büyük, yaygın bir savaşın planlarını yapanların 2. Dünya Savaşı’nın ilk kurbanlarından olan Polonya’yı bir kere daha savaşa sürme niyetinin ilk denemesi yapıldı bile.

***

Başka belirtiler de var. Ama bu savaş hazırlıklarının arkasında yatan en önemli neden kapitalizmin kendi sonuna yaklaştığını, ekonomik krizlerin, bunalımların arasının giderek daraldığını, nitelik değiştirdiğini fark etmesidir. Şimdi yeni, büyük ya da yaygın bir savaş, kıtlaşan enerji kaynaklarına hakimiyetin sürekliliğini sağlayabilir, silah sanayi ve ticareti ekonomileri canlandırabilir. Ama savaş arayışlarının önemli bir gerekçesi de Sovyetlerin yıkılmasından sonra kapitalist dünyaya siyasi kültürel birikimi ve tükenmez doğal kaynaklarıyla dahil olan Rusya’dır. Rusya daha baştan dizginlemezse denetimi zor bir bela olacaktır. Bu tabloda asıl korkutucu olan ve kolay yutulamayacağını gösteren, ucuz işgücü ile uluslararası ticarette karşı durulmaz bir güç olarak, teknolojisini hızla yenileyebilen Çin ise büyük, baş edilmesi güç bir düşman olarak, büyük nüfusu ile orada duruyor. Üstelik “proleter diktatörlüğünün temsilcisi” olduğunu iddia eden bir partinin yönetimindedir ve nüfuz edilebilir bir siyasi yapı yok Batı’nın karşısında. Doğru, büyük lokmadır ama acaba hani bir yolu bulunamaz, “sınırlı sorumlu bir muharebe” ile, diyelim Tayvan üzerinden bir deneme yapılamaz mı?

Öyleyse bir an önce fazla gecikmeden tehdidi yükseltmek, NATO’yu nihayet bir savunma paktı olmaktan resmen çıkartmak, Avrupa ülkelerini yeni duruma uygun hale getirmek gerekiyor. Kolay olmayabilir ama başka çare mi var? Daha henüz yaygınlaşmamış savaşta inisiyatifi tam olarak ele geçirebilmek için eldeki bütün olanakları kullanmak, en başta da NATO’nun yeni konseptiyle harekete geçmesi, en azından bu yeni misyonun Avrupa ülkeleri tarafından onaylanması ve yeni ülkelerle pekiştirilmesi gerekiyor.

Rusya’nın savaşa sürüklenmesi başarıldı, ki bu durumun bu ülkeyi büyük bir ekonomik yıkıma sürüklenmesi dipsiz bir kuyuya benzeyen savaş masrafları ve yaptırımlarla güçten düşürülmesi beklenen sonuçtur; ama savaşın sonucunu garanti altına almak kolay mı, daha fazlası gerekmiyor mu?

***

Peki ne olacak? Elden ayaktan düşmüş zayıflatılmış bir Rusya yeni büyük savaşın ana hedefi olacağa benziyor. Avrupa’nın da kayıpları çok olabilir ama savaş bu, olacak o kadar. Yeter ki hâlâ durdurucu özelliğini koruyan nükleer tehdit ortadan kaldırılabilsin. Bunun nasıl olacağını şimdilik kimse bilmiyor. Ama kim bilir, bu amaç için de planlar programlar vardır. Belki de rest çekmek ve karşı tarafı korkutmak mümkündür. Belki de tüm nükleer arsenal tek bir ülkenin ya da blokun eline, denetimine geçebilir. Ya da… Neden olmasın. Bütün bu Amerikan öngörüleri ciddi bir savaş hazırlığı olmaksızın hayatiyet kazanamayacak demek ki. Biden ya da yeniden canlanmaya çabalayan Trump ABD toplumunda ve pek çok Avrupa ülkesinde güçlenen faşist, tutucu eğilimlerin yaygınlaşmasının yarattığı verimli ortam sayesinde bu kez farklı bir “Pax Amerikana” doktrini ile yeni bir paylaşma düzenini kabul ettirebilirler.

Savaşla ya da savaşsız, ama temel ilkesi değişmeyecektir küresel jandarmanın: Hazır ol cenge; silahlan, baskıyı artır, silahlı müdahale listesini genişlet, kararları sen ver, savaşı kışkırtmayı sürdür, uygula, ister isen sulh-u salah, yani yeni bir “Pax Amerikana”…